ABDULKADİR GEYLANİ (R.A.)
Geylân: H. 471 / Bağdad: 561
İran’ın Geylân kasabasına yakın bir köy olan Nifte dünyaya gelen Abdülkadir-i Geylâni Hazretleri, daha çocukluk günlerinden itibaren, kendisini fevkalâde titiz bir takva terbiyesi içinde bulur.
Zira anne Fâtıma ile dede Abdullah, haram şöyle dursun, şüpheli gıdalardan bile titizlikle kaçınmakta, çevreye örnek olacak temiz ve ihlâslı bir İslâmî hayat yaşamaktadırlar.
Bu takva titizliğinden olacak ki, anne Fatıma, oğlunun yabancı kadınlardan süt emmesine bile razı olmaz; haram yiyen bir kadından süt emmiş olma ihtimalinden dolayı bu derece hassas davranır.
Kendisi daima helâl yiyip yavrusuna da helâl gıdadan hâsıl olan süt emdirme titizliğinden olacak ki, küçük Muhiddin´de o yaşta iken bile birtakım harika hâller görülür, ibreti mucib durumlar sezilir. Hatta yavrudaki bu beklenmeyen acayip hâller, muhitte dahi şâyi olur. Nitekim bir Ramazanda gökteki ayı göremedikleri için orucun başlayıp başlamadığını bilemeyen köylüler, sabahın erken saatinde anne Fâtıma’nın kapısını çalar ve şu suali sorarlar:
"Küçük Muhiddin bugün süt emiyor mu?"
Annesinin cevabı gayet ibretlidir:
"Muhiddin bu gece imsak vaktinde emdiği memeyi birden bıraktı, bir daha da süt emmedi!" Bu cevap üzerine Nifliler, o gün orucun girdiğini kabul ederek hemen oruca başlar, yemeyi terk ederler.
Böylece tam bir takva terbiyesi içinde yetişen küçük Muhiddin, tahsil çağına gelince, ruhunun derinliklerinde ilim aşkı duyar, İslâmî ilimlerde ilerleme arzusu kendisinde yenilmez bir istek haline gelir. Bu şiddetli arzuya mukavemet edemeyen sâliha kadın Fâtıma Hanım, nihayet oğlunun isteğine boyun eğip, okumak üzere uzaklara gitmesine izin verir.
Biricik oğlunu gözü önünden ayırmak istemediği halde, içi yana yana yavrusunun azık çantasını hazırlayıp, yol harçlığını cübbesinin koltuğu altına dikerken, şu kesin nasihatini yapmaktan da geri kalmaz:
"Ben şu âna gelinceye kadar sana ne bir damla haram süt emdirdim, ne de bir lokma haram ekmek yedirdim. Bundan böyle de senden bu geçmişine uygun bir dindarlık isterim. İslâmî vazifelerini hiçbir surette ihmal etmeyecek, hele yalanı asla söylemeyeceksin. Doğru sözden ziyan görecek, zarar edecek de olsan, yine yalana tenezzül etmeyecek, doğruluktan asla ayrılmayacaksın..."
Oğul; annesinin bu nasihatlerini su gibi içip, zihnine âdeta nakşeder. Ellerini öptüğü validesine veda ederek Bağdat’a doğru yola koyulmuş bir kervanın yolcuları arasına karışır.
Henüz on yaşını yeni geçmiş olan genç Muhiddin, kervanla iki gün yol aldıktan sonra ormanların örttüğü iki dağın ortasından geçerken haydutlar tarafından kervanın sarıldığını, hayretle görür. Alışmadığı manzaraya ibretle bakar, hayretle seyreder.
Birtakım silâhlı adamlar yolcuları sıraya dizip, üzerlerini aramakta, develerin yükündeki kıymetli şeyleri soyup talan etmektedirler. Nihayet işini bitiren şakiler çekilip giderken eşkıya reisi, köşede kendilerine hayretle bakan genç Muhiddin´e lâf olsun diye sorar:
"Delikanlı, senin de paran var mı?"
"Var!"
"Ne kadar?"
"Kırk dinar!"
Hemen üşüşen şakiler ararlar, bir şey bulamayınca reislerinden özür dilerler:
"Efendimiz, bu çocukta kırk dinar ne gezer. Korktuğundan yalan söylemiştir. Zaten doğru dürüst cebi bile yoktur."
Eşkıya reisi çıkışır: "Çocuk, sen bizim kim olduğumuzu bilmiyorsun galiba? Hangi cüretle yalan söylüyorsun bize?"
"Hâşâ; ben yalan söylemem. İşte kırk dinar şuramda, koltuğumun altında. Annem düşürmeyeyim diye buraya dikmişti."
Eşkıya reisi, Muhiddin´in üzerini tekrar aratır ve söylediği yerde gerçekten de kırk dinarın bulunduğunu hayretle görür ve merakla sorar:
"Delikanlı, benim param yoktur, desen geçip gidecektik. Sen de paranı kurtaracaktın. Bunu beceremedin."
"Ben onu yapamam efendim, çünkü anneme yalan söylemeyeceğime söz verdim. O bana asla yalan söyleme, dedi. Ben de sözümde sadık kalacağım. Yalan söylemeyeceğim."
"Annen de nereden bilecek buralarda yalan söylediğini?"
"Annem bilmezse Allah da mı bilmez? Allah’ın da mı haberi olmaz? Hâlbuki Allah her şeyi bilir. Hatta sizin yaptığınız bu soygunu, gasp ettiğiniz çoluk çocuk hakkını dahi bilir."
Bu sözler, eşkıya reisinde derin tesirler meydana getirir. Birkaç dakikalık bir sükûttan sonra "artık bu işin sonu geldi" diye söylenir ve nihayet kesin kararını da verir:
"Bu çocuktan aldığınız kırk dinarla birlikte kervanın bütün mallarını iade edin. Bundan sonra da bu yola başvurmayacağınıza hep birlikte tövbe edin, Allah´a dönün. Bu işin sonu geldi artık!"
Böylece emdiği helâl süt, yediği helâl lokmanın tezahürlerini, takındığı dürüst hâliyle fiilen gösteren genç Muhiddin hem kendini, hem de kervanını kurtarmakla kalmaz; çevreyi titreten eşkıyayı da ıslah eder, muhitin huzura kavuşmasını sağlar. Bundan sonra altıncı asrın ilim merkezi haline gelen Şark’ın bütün büyük şehir ve kasabalarını gezip, okumadık âlim, ziyaret etmedik zahit bırakmayan Geylâni, nihayet Bağdat’ta icazetini alır, hem hadis, hem fıkıh, hem de tefsirde nihaî din âlimi haline gelir.
Ne var ki, insana sadece kuru bilgi veren, elde ettiği bu zahirî medrese ilimlerinden zevk alamaz, tatmin olamaz. O, öğrendiğini büyük bir hazla yaşamak, hem de kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği ölçüde bir zühd-ü takvaya girmek ister. Nitekim bu hususta eşi az görülen bir cihada da başlar. Senelerce süren bir inzivaya girer. Bu inziva sırasında günlerce aç, susuz kalmayı tercih eder, ruhunun derinliklerindeki manalara döner, iç âleminde kopan fırtınaları, nefsinin gösterdiği tazyik ve tepkileri dindirmenin yollarını arar. Bir yandan şeytan, bir yandan da nefsi, bir yandan da kendisini dünyaya, şan ve şöhrete davet eden dostları,
Geylâni´ye elbirliği etmişçesine hücuma geçerler. Ne var ki, Geylâni bunların hepsine de karşı koymasını bilir, mukavemetini sürdürür. Normal insanların yaşadığı hayatın çok altında bir hayata uzun zaman devam eder. Açlık, susuzluk, yamalı elbise, hasır üstünde yatma... Uzun zaman gündüz oruç, gece sabahlara kadar ibadet ve sonunda ruhuna yağmaya başlayan İlâhi ilhamlar...
Bütün bu ihlâs dolu çilelerden sonra, bir tasavvuf büyüğü çıkar ortaya. Geylâni Hazretleri’nin verdiği büyük nefis mücadelesinden sonra ilhamlara mazhar olduğunu gören o günün ilim adamları, bundan ders alır, onlar da işi sadece kuru ilimde bırakmayıp nefis mücadelesine girmek ve onu kötü huy ve alışkanlıklardan temizleyerek
İslâm ahlâk ve edebi ile güzelce süslemek gerektiği yolunda yeni kararlara varırlar.
Hazret-i Geylâni, dehşetli nefis mücadelesini bizzat kendisi anlatırken, bizlere şu bilgileri verir:
"Hayatımın on bir yılını inzivada geçirdim. Uzun zaman aç kaldım, susuz bekledim. Bu sıralarda nefsim ve şeytanım, bana dayanılmaz tazyikler yaptı, akla gelmedik hileler kurdu. Hatta bazen görülmezden sesler gelir, "Ey Abdülkadir kulum, sen artık eriştin, vazgeç bu nefsin cihadından, sana haramı mubah kıldım. Her şeyi yapabilirsin." denirdi. Ben bunun şeytandan geldiğini bilir, nefsimin sahip çıktığını anlar, tövbe istiğfar ederek tuzağa düşmemeye gayret ederdim. Irak’ın sahralarında, uzun zaman dolaştım, aç kalınca ot kökleri yedim, yaprakları kendime yemek yaptım. O günlerde ne halk beni tanırdı, ne de ben halkı..."
Geylâni Hazretleri, bu nefis cihadını ömrünün sonuna kadar devam ettireceğini anlatırken de, şunları söyler:
"Her ne zaman nefsimle cihada girişip de onu o an için öldürsem, işi bitmiş saymam. Zira nefis tekrar dirilir, yeniden baskı yapmaya başlar. Nefis bir defa ölmekle yok olup gitse, onunla cihad sevabı da bir defaya mahsus kalır. Hâlbuki nefis ölmeyecek ki cihad son nefese kadar devam etsin, onu her yenişte yeni bir cihad sevabı kazanan insan, ömrü boyunca cihad kazanma sevabıyla makamını yüceltme fırsatı bulsun..."
Nefisle cihat, savaş meydanındaki cihaddan çok daha zor ve dehşetli olduğu içindir ki, bir meydan savaşından dönen Hazret-i Resûlüllah, ashabına şu hatırlatmayı yapmıştır:
"Biz küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz!" Demek ki, düşmanla yapılan maddî savaş, harbin küçüğüdür. Ama içimizdeki düşman nefis ile yapılan savaş ise, cihadın büyüğünü ifade etmektedir. Hazret-i Gavs-ı A´zam, işte bu savaşın en dehşetlisini vermiş, on bir seneyi bulan inzivasında, yirmi beş seneyi bulan açlık, susuzluk çekme devresinde, tam bir muvaffakiyet elde etmiş, ruhuna ilhamlar yağmış, keşif ve kerametlere mazhar olmuştur.
Nitekim Onun binlerce kerametlerinden birini Bediüzzaman Hazretleri Lema’lar adlı kitabında pek hikmetli şekilde anlatırken şöyle der: "Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A’zam (k.s.) Şeyh Geylânî´nin terbiyesinde nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyâzattan zafiyetle validesinin şefkatini celbetmiş: Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-İslâm Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstat, benim oğlum açlıktan ölüyor, sen tavuk yiyorsun!"
Hazret-i Gavs, tavuğa demiş: "Kum bi-iznillâh!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemet ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramâtı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş:
- Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse o zaman o da tavuk yesin!" İşte Hazret-i Gavs´ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olursa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir..."
Buluğ çağından itibaren zahiri ilimlere kendini verip, medrese ilminde ileri dereceye varmış olan Geylâni, Bağdat’da İmam-ı A´zam Hazretleri’nin türbesinde bir müddet türbedarlık da edip, bütün mezheplere olan saygı ve sevgisini fiilen gösterdikten sonra, bütün mezhep mensuplarının sempatisini kazanır; böylece etrafına büyük kalabalıklar toplar. Nitekim Bağdat´da inşa edilen medresesine ilâveten, bir de tekke inşa edip, emrine tahsis ederler.
Her iki hizmet yerindeki derslerine Müslümanların dışında gayri-müslimlerin de geldiği, ayrıca birçok Hıristiyan’ın bu yoldan İslâm´a girdiği de tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Nitekim Müslümanlar şöyle dursun, gayri-müslimlerin dahi hidayetine sebep oluşu yüzünden kendisine Gavs unvanı verilir. Hatta Gavslığın da en büyüğü manasına gelen Gavs-ı A´zam unvanı ile söylenegelir. Gavs-ı A´zam; en büyük yardım edici demektir ki, Hazret-i Şeyh gerek medrese, gerekse kurduğu Kadirî Tarikatı yoluyla hidayetine vesile olduğu kimselere en büyük yardımcı ve kurtarıcı olmuş demektir.
Gerek kendi zühd ve ibadeti, gerekse hidayetine vesile olduğu insanların duaları sebebiyle maneviyatta devamlı terakki eden Hazret-i Geylâni´ye, Kutup da denmektedir. Kutup, manevî makamlarda varılabilecek en yüksek rütbe manasına gelmektedir. Bu bakımdan Geylâni, tarikatta varılabilecek en büyük makam olan Kutupluk noktasına varmış büyük kurtarıcı olarak bilinmektedir.
Bunlar, ilmiyle son merhaleye vardıktan sonra, ameliyle de aynı noktaya vararak, nefis mücadelesiyle de İslâm´ı tam tamına yaşayanlara verilen, en son manevî rütbelerdir. Her âlime nasip olmaz. Asıl adı Muhiddin olup doğduğu yere nispetle Geylânî ismiyle şöhret bulan şeyhin annesi Fâtıma ile annesinin babası, yani dedesi Abdullah Savma-i de evliyadan imişler. Âlimlerin birçoğu böyle velî olan ebeveynden öyle çocuğun yetişmesine tabiî nazarla bakarlar. Hazret-i Gavs´ın dokuz tane eseri olduğu kaydedilmektedir. Bunlardan elimizde olan "Fütûhu’l-Gayb, Gunyetü’t-Tâlibîn, Fethu’ Resûlüllah-Rabban’İslâm" gibi edebi eserleri, vaaz ve nasihatleri ihtiva etmektedir. Hicri 561’de (1166) Bağdat’da 90 yaşında vefat eden Hazret-i Gavs-ı A´zam´ın türbesini Osmanlılar pek güzel imar ve tezyin etmiş. Hazret´i takdir etmekte ihmal göstermemişlerdir.
Nitekim kurduğu irşat vasıtası Kadiri Tarikatı’na da yine en çok Osmanlılar alâka göstermiş, asırlar boyu hizmetler edip, feyizler almışlardı.
Geylâni Hazretlerinin İbretli Bir Kerameti
Geylâni Hazretleri´ne bir müddet hizmette bulunmuş olan bir talebe bir ara zihninden bazı nefsi arzular geçirir, dünyevi isteklerde bulunur. Üstadının kendisini ihmal ettiğini, lâyık olduğu makama terfi ettirmediğini kabul eder.
Bir gün yine medresenin mutfağında hem kabak soyup, hem de aynı düşünce ve arzuları zihninden geçirirken Hindistan’dan bir hey´etin geldiğini duyar. Güya hey´et Hazret-i Gavs’a şöyle istirhamda bulunur:
Efendi Hazretleri, valimiz vefat etti, bir vali gönderin, bizi idare etsin. Hazret-i Gavs hemen kendisini çağırır:
- Seni Hindistan´a vali olarak göndersem kabul eder misin?
- Ne demek efendim, siz emredersiniz de kabul etmez olur muyum?
- Ancak, çok mühim bir şartım var, o şarta ne dersin? Orada vali olarak bulunduğun müddetçe kazandığın dünyalığa ortak olacağım. Yarısı senin, yarısı da benim. Gelen hediyeleri böylece ikiye taksim edeceğiz.
- Hay hay efendim, dünya malının da sözü mü olur? Siz sadece fakiri vali olarak gönderin yeter. Gerisi konuşmaya bile değmez.
- Tamam. Kazandığını ortadan bölmek şartıyla seni Hindistan´a vali olarak tayin ediyorum. Haydi, buyur, gelen heyetle birlikte yola çık.
Ve heyetle birlikte gider, valilik makamına büyük bir zevkle oturur, derin arzularla işe başlar. Hem valilik maaşı, hem de çevreden gönderilen çeşitli hediyelerle kısa zamanda bir hayli zenginleşir, hatta odasının birini de hediyelere tahsis etmek zorunda kalır.
Aradan bir müddet geçer. Şehre bir haber yayılır:
- Geylâni Hazretleri geliyormuş, vali beyi ziyaret edip dönecekmiş.
Hemen şehrin dışına çıkar, üstadını karşılar, evinde bir müddet misafir ettikten sonra dönüş zamanı gelir. Geylânî Hazretleri hazırlık yapmaya başlar. Bu sırada vaktiyle yaptıkları anlaşmayı hatırlatmak ister. Ama vali bey oralara hiç yaklaşmaz. Nihayet şehrin kenarına çıkarlar. Ayrılmak üzere iken Geylânî Hazretleri hatırlatmaya mecbur olur:
- Vaktiyle seninle bir anlaşma yapmıştık. Valiliğin sırasında ne kazanırsan yarısını bana verecektin. Bana açıkça bu hususta söz vermiştin. Şimdi o sözün gereği olan hakkımı almak üzere geldim. Ne kazandı isen söyle de hesap edip taksim edelim. Hisseme düşeni alarak dönmüş olayım.
Bu tekliften fevkalâde sıkılan vali, rahatsızlık emareleri göstermeye başlar. Hatta bir ara itirazı da, inkârı da göze alarak şu karşılığı verir:
- Ben böyle bir hak tanımıyorum. Hem halk bana hediye getirmişse bunda senin ne hissen olabilir? Çalışan benim, kazanan benim...
Geylânî Hazretleri kendisini vali olarak tayin edenin kim olduğunu düşünmesini isteyince hava iyice kızışır. Derken Hazret-i Geylâni belindeki hançerini çeker. Bunu gören kızgın vali de fırsatı daha iyi değerlendirmek ister. O da belindeki hançerini çekip üstadının üzerine yürürken haykırır:
- Sen beni eskiden de parasız çalıştırmıştın. Seni şurada haklayayım da bir daha karşıma çıkmayasın der ve hançerini Hazret-i Geylâni’nin göğsüne aşağı indirir. Yumuşak bir yere saplanan hançerin ucu mutfak setindeki kabağı delip de altındaki taşa değince gözlerini açar. Bir de bakar ki, bıçak kabağın içine saplanmış, altındaki taşa geçmiş! Ne yaptığının muhasebe ve muhakemesini yaparken kapı açılır, tebessüm ederek İçer, giren Hazret-i Geylânî şöyle konuşur:
- Evlâdım, biz kimsenin hakkını ihmal etmeyiz; kimseye de hak etmediğini vermeyeceğimiz gibi. Sen önce düşündüğün şeye lâyık olduğunu fiilen göstereceksin. Biz de sende gördüğümüze göre hükmedeceğiz. Şu anda senin lâyıkın bulunduğun halinden başkası değildir. Ama sen bunu bilmiyordun. Biz ise biliyorduk. Bunu sana da bildirmek zorunda kaldık. Seni sana tanıttık ki, hakkımızda sûi zandan kurtulasın. Sakın bunun için bize kızmayasın. Kasdımız yine sana iyilik etmektir! Talebe mahcup, Geylânî Hazretleri mahzun, ortalıkta sessizlik... Nefis muhasebesi... Zaman içinde zaman... Mekân içinde mekân...
Geylân: H. 471 / Bağdad: 561
İran’ın Geylân kasabasına yakın bir köy olan Nifte dünyaya gelen Abdülkadir-i Geylâni Hazretleri, daha çocukluk günlerinden itibaren, kendisini fevkalâde titiz bir takva terbiyesi içinde bulur.
Zira anne Fâtıma ile dede Abdullah, haram şöyle dursun, şüpheli gıdalardan bile titizlikle kaçınmakta, çevreye örnek olacak temiz ve ihlâslı bir İslâmî hayat yaşamaktadırlar.
Bu takva titizliğinden olacak ki, anne Fatıma, oğlunun yabancı kadınlardan süt emmesine bile razı olmaz; haram yiyen bir kadından süt emmiş olma ihtimalinden dolayı bu derece hassas davranır.
Kendisi daima helâl yiyip yavrusuna da helâl gıdadan hâsıl olan süt emdirme titizliğinden olacak ki, küçük Muhiddin´de o yaşta iken bile birtakım harika hâller görülür, ibreti mucib durumlar sezilir. Hatta yavrudaki bu beklenmeyen acayip hâller, muhitte dahi şâyi olur. Nitekim bir Ramazanda gökteki ayı göremedikleri için orucun başlayıp başlamadığını bilemeyen köylüler, sabahın erken saatinde anne Fâtıma’nın kapısını çalar ve şu suali sorarlar:
"Küçük Muhiddin bugün süt emiyor mu?"
Annesinin cevabı gayet ibretlidir:
"Muhiddin bu gece imsak vaktinde emdiği memeyi birden bıraktı, bir daha da süt emmedi!" Bu cevap üzerine Nifliler, o gün orucun girdiğini kabul ederek hemen oruca başlar, yemeyi terk ederler.
Böylece tam bir takva terbiyesi içinde yetişen küçük Muhiddin, tahsil çağına gelince, ruhunun derinliklerinde ilim aşkı duyar, İslâmî ilimlerde ilerleme arzusu kendisinde yenilmez bir istek haline gelir. Bu şiddetli arzuya mukavemet edemeyen sâliha kadın Fâtıma Hanım, nihayet oğlunun isteğine boyun eğip, okumak üzere uzaklara gitmesine izin verir.
Biricik oğlunu gözü önünden ayırmak istemediği halde, içi yana yana yavrusunun azık çantasını hazırlayıp, yol harçlığını cübbesinin koltuğu altına dikerken, şu kesin nasihatini yapmaktan da geri kalmaz:
"Ben şu âna gelinceye kadar sana ne bir damla haram süt emdirdim, ne de bir lokma haram ekmek yedirdim. Bundan böyle de senden bu geçmişine uygun bir dindarlık isterim. İslâmî vazifelerini hiçbir surette ihmal etmeyecek, hele yalanı asla söylemeyeceksin. Doğru sözden ziyan görecek, zarar edecek de olsan, yine yalana tenezzül etmeyecek, doğruluktan asla ayrılmayacaksın..."
Oğul; annesinin bu nasihatlerini su gibi içip, zihnine âdeta nakşeder. Ellerini öptüğü validesine veda ederek Bağdat’a doğru yola koyulmuş bir kervanın yolcuları arasına karışır.
Henüz on yaşını yeni geçmiş olan genç Muhiddin, kervanla iki gün yol aldıktan sonra ormanların örttüğü iki dağın ortasından geçerken haydutlar tarafından kervanın sarıldığını, hayretle görür. Alışmadığı manzaraya ibretle bakar, hayretle seyreder.
Birtakım silâhlı adamlar yolcuları sıraya dizip, üzerlerini aramakta, develerin yükündeki kıymetli şeyleri soyup talan etmektedirler. Nihayet işini bitiren şakiler çekilip giderken eşkıya reisi, köşede kendilerine hayretle bakan genç Muhiddin´e lâf olsun diye sorar:
"Delikanlı, senin de paran var mı?"
"Var!"
"Ne kadar?"
"Kırk dinar!"
Hemen üşüşen şakiler ararlar, bir şey bulamayınca reislerinden özür dilerler:
"Efendimiz, bu çocukta kırk dinar ne gezer. Korktuğundan yalan söylemiştir. Zaten doğru dürüst cebi bile yoktur."
Eşkıya reisi çıkışır: "Çocuk, sen bizim kim olduğumuzu bilmiyorsun galiba? Hangi cüretle yalan söylüyorsun bize?"
"Hâşâ; ben yalan söylemem. İşte kırk dinar şuramda, koltuğumun altında. Annem düşürmeyeyim diye buraya dikmişti."
Eşkıya reisi, Muhiddin´in üzerini tekrar aratır ve söylediği yerde gerçekten de kırk dinarın bulunduğunu hayretle görür ve merakla sorar:
"Delikanlı, benim param yoktur, desen geçip gidecektik. Sen de paranı kurtaracaktın. Bunu beceremedin."
"Ben onu yapamam efendim, çünkü anneme yalan söylemeyeceğime söz verdim. O bana asla yalan söyleme, dedi. Ben de sözümde sadık kalacağım. Yalan söylemeyeceğim."
"Annen de nereden bilecek buralarda yalan söylediğini?"
"Annem bilmezse Allah da mı bilmez? Allah’ın da mı haberi olmaz? Hâlbuki Allah her şeyi bilir. Hatta sizin yaptığınız bu soygunu, gasp ettiğiniz çoluk çocuk hakkını dahi bilir."
Bu sözler, eşkıya reisinde derin tesirler meydana getirir. Birkaç dakikalık bir sükûttan sonra "artık bu işin sonu geldi" diye söylenir ve nihayet kesin kararını da verir:
"Bu çocuktan aldığınız kırk dinarla birlikte kervanın bütün mallarını iade edin. Bundan sonra da bu yola başvurmayacağınıza hep birlikte tövbe edin, Allah´a dönün. Bu işin sonu geldi artık!"
Böylece emdiği helâl süt, yediği helâl lokmanın tezahürlerini, takındığı dürüst hâliyle fiilen gösteren genç Muhiddin hem kendini, hem de kervanını kurtarmakla kalmaz; çevreyi titreten eşkıyayı da ıslah eder, muhitin huzura kavuşmasını sağlar. Bundan sonra altıncı asrın ilim merkezi haline gelen Şark’ın bütün büyük şehir ve kasabalarını gezip, okumadık âlim, ziyaret etmedik zahit bırakmayan Geylâni, nihayet Bağdat’ta icazetini alır, hem hadis, hem fıkıh, hem de tefsirde nihaî din âlimi haline gelir.
Ne var ki, insana sadece kuru bilgi veren, elde ettiği bu zahirî medrese ilimlerinden zevk alamaz, tatmin olamaz. O, öğrendiğini büyük bir hazla yaşamak, hem de kimsenin yapmaya cesaret edemeyeceği ölçüde bir zühd-ü takvaya girmek ister. Nitekim bu hususta eşi az görülen bir cihada da başlar. Senelerce süren bir inzivaya girer. Bu inziva sırasında günlerce aç, susuz kalmayı tercih eder, ruhunun derinliklerindeki manalara döner, iç âleminde kopan fırtınaları, nefsinin gösterdiği tazyik ve tepkileri dindirmenin yollarını arar. Bir yandan şeytan, bir yandan da nefsi, bir yandan da kendisini dünyaya, şan ve şöhrete davet eden dostları,
Geylâni´ye elbirliği etmişçesine hücuma geçerler. Ne var ki, Geylâni bunların hepsine de karşı koymasını bilir, mukavemetini sürdürür. Normal insanların yaşadığı hayatın çok altında bir hayata uzun zaman devam eder. Açlık, susuzluk, yamalı elbise, hasır üstünde yatma... Uzun zaman gündüz oruç, gece sabahlara kadar ibadet ve sonunda ruhuna yağmaya başlayan İlâhi ilhamlar...
Bütün bu ihlâs dolu çilelerden sonra, bir tasavvuf büyüğü çıkar ortaya. Geylâni Hazretleri’nin verdiği büyük nefis mücadelesinden sonra ilhamlara mazhar olduğunu gören o günün ilim adamları, bundan ders alır, onlar da işi sadece kuru ilimde bırakmayıp nefis mücadelesine girmek ve onu kötü huy ve alışkanlıklardan temizleyerek
İslâm ahlâk ve edebi ile güzelce süslemek gerektiği yolunda yeni kararlara varırlar.
Hazret-i Geylâni, dehşetli nefis mücadelesini bizzat kendisi anlatırken, bizlere şu bilgileri verir:
"Hayatımın on bir yılını inzivada geçirdim. Uzun zaman aç kaldım, susuz bekledim. Bu sıralarda nefsim ve şeytanım, bana dayanılmaz tazyikler yaptı, akla gelmedik hileler kurdu. Hatta bazen görülmezden sesler gelir, "Ey Abdülkadir kulum, sen artık eriştin, vazgeç bu nefsin cihadından, sana haramı mubah kıldım. Her şeyi yapabilirsin." denirdi. Ben bunun şeytandan geldiğini bilir, nefsimin sahip çıktığını anlar, tövbe istiğfar ederek tuzağa düşmemeye gayret ederdim. Irak’ın sahralarında, uzun zaman dolaştım, aç kalınca ot kökleri yedim, yaprakları kendime yemek yaptım. O günlerde ne halk beni tanırdı, ne de ben halkı..."
Geylâni Hazretleri, bu nefis cihadını ömrünün sonuna kadar devam ettireceğini anlatırken de, şunları söyler:
"Her ne zaman nefsimle cihada girişip de onu o an için öldürsem, işi bitmiş saymam. Zira nefis tekrar dirilir, yeniden baskı yapmaya başlar. Nefis bir defa ölmekle yok olup gitse, onunla cihad sevabı da bir defaya mahsus kalır. Hâlbuki nefis ölmeyecek ki cihad son nefese kadar devam etsin, onu her yenişte yeni bir cihad sevabı kazanan insan, ömrü boyunca cihad kazanma sevabıyla makamını yüceltme fırsatı bulsun..."
Nefisle cihat, savaş meydanındaki cihaddan çok daha zor ve dehşetli olduğu içindir ki, bir meydan savaşından dönen Hazret-i Resûlüllah, ashabına şu hatırlatmayı yapmıştır:
"Biz küçük savaştan büyük savaşa dönüyoruz!" Demek ki, düşmanla yapılan maddî savaş, harbin küçüğüdür. Ama içimizdeki düşman nefis ile yapılan savaş ise, cihadın büyüğünü ifade etmektedir. Hazret-i Gavs-ı A´zam, işte bu savaşın en dehşetlisini vermiş, on bir seneyi bulan inzivasında, yirmi beş seneyi bulan açlık, susuzluk çekme devresinde, tam bir muvaffakiyet elde etmiş, ruhuna ilhamlar yağmış, keşif ve kerametlere mazhar olmuştur.
Nitekim Onun binlerce kerametlerinden birini Bediüzzaman Hazretleri Lema’lar adlı kitabında pek hikmetli şekilde anlatırken şöyle der: "Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A’zam (k.s.) Şeyh Geylânî´nin terbiyesinde nazdar ve ihtiyâre bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyâre, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyâzattan zafiyetle validesinin şefkatini celbetmiş: Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-İslâm Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: "Ya Üstat, benim oğlum açlıktan ölüyor, sen tavuk yiyorsun!"
Hazret-i Gavs, tavuğa demiş: "Kum bi-iznillâh!" O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp, tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını mutemet ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramâtı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş:
- Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse o zaman o da tavuk yesin!" İşte Hazret-i Gavs´ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olursa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir..."
Buluğ çağından itibaren zahiri ilimlere kendini verip, medrese ilminde ileri dereceye varmış olan Geylâni, Bağdat’da İmam-ı A´zam Hazretleri’nin türbesinde bir müddet türbedarlık da edip, bütün mezheplere olan saygı ve sevgisini fiilen gösterdikten sonra, bütün mezhep mensuplarının sempatisini kazanır; böylece etrafına büyük kalabalıklar toplar. Nitekim Bağdat´da inşa edilen medresesine ilâveten, bir de tekke inşa edip, emrine tahsis ederler.
Her iki hizmet yerindeki derslerine Müslümanların dışında gayri-müslimlerin de geldiği, ayrıca birçok Hıristiyan’ın bu yoldan İslâm´a girdiği de tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Nitekim Müslümanlar şöyle dursun, gayri-müslimlerin dahi hidayetine sebep oluşu yüzünden kendisine Gavs unvanı verilir. Hatta Gavslığın da en büyüğü manasına gelen Gavs-ı A´zam unvanı ile söylenegelir. Gavs-ı A´zam; en büyük yardım edici demektir ki, Hazret-i Şeyh gerek medrese, gerekse kurduğu Kadirî Tarikatı yoluyla hidayetine vesile olduğu kimselere en büyük yardımcı ve kurtarıcı olmuş demektir.
Gerek kendi zühd ve ibadeti, gerekse hidayetine vesile olduğu insanların duaları sebebiyle maneviyatta devamlı terakki eden Hazret-i Geylâni´ye, Kutup da denmektedir. Kutup, manevî makamlarda varılabilecek en yüksek rütbe manasına gelmektedir. Bu bakımdan Geylâni, tarikatta varılabilecek en büyük makam olan Kutupluk noktasına varmış büyük kurtarıcı olarak bilinmektedir.
Bunlar, ilmiyle son merhaleye vardıktan sonra, ameliyle de aynı noktaya vararak, nefis mücadelesiyle de İslâm´ı tam tamına yaşayanlara verilen, en son manevî rütbelerdir. Her âlime nasip olmaz. Asıl adı Muhiddin olup doğduğu yere nispetle Geylânî ismiyle şöhret bulan şeyhin annesi Fâtıma ile annesinin babası, yani dedesi Abdullah Savma-i de evliyadan imişler. Âlimlerin birçoğu böyle velî olan ebeveynden öyle çocuğun yetişmesine tabiî nazarla bakarlar. Hazret-i Gavs´ın dokuz tane eseri olduğu kaydedilmektedir. Bunlardan elimizde olan "Fütûhu’l-Gayb, Gunyetü’t-Tâlibîn, Fethu’ Resûlüllah-Rabban’İslâm" gibi edebi eserleri, vaaz ve nasihatleri ihtiva etmektedir. Hicri 561’de (1166) Bağdat’da 90 yaşında vefat eden Hazret-i Gavs-ı A´zam´ın türbesini Osmanlılar pek güzel imar ve tezyin etmiş. Hazret´i takdir etmekte ihmal göstermemişlerdir.
Nitekim kurduğu irşat vasıtası Kadiri Tarikatı’na da yine en çok Osmanlılar alâka göstermiş, asırlar boyu hizmetler edip, feyizler almışlardı.
Geylâni Hazretlerinin İbretli Bir Kerameti
Geylâni Hazretleri´ne bir müddet hizmette bulunmuş olan bir talebe bir ara zihninden bazı nefsi arzular geçirir, dünyevi isteklerde bulunur. Üstadının kendisini ihmal ettiğini, lâyık olduğu makama terfi ettirmediğini kabul eder.
Bir gün yine medresenin mutfağında hem kabak soyup, hem de aynı düşünce ve arzuları zihninden geçirirken Hindistan’dan bir hey´etin geldiğini duyar. Güya hey´et Hazret-i Gavs’a şöyle istirhamda bulunur:
Efendi Hazretleri, valimiz vefat etti, bir vali gönderin, bizi idare etsin. Hazret-i Gavs hemen kendisini çağırır:
- Seni Hindistan´a vali olarak göndersem kabul eder misin?
- Ne demek efendim, siz emredersiniz de kabul etmez olur muyum?
- Ancak, çok mühim bir şartım var, o şarta ne dersin? Orada vali olarak bulunduğun müddetçe kazandığın dünyalığa ortak olacağım. Yarısı senin, yarısı da benim. Gelen hediyeleri böylece ikiye taksim edeceğiz.
- Hay hay efendim, dünya malının da sözü mü olur? Siz sadece fakiri vali olarak gönderin yeter. Gerisi konuşmaya bile değmez.
- Tamam. Kazandığını ortadan bölmek şartıyla seni Hindistan´a vali olarak tayin ediyorum. Haydi, buyur, gelen heyetle birlikte yola çık.
Ve heyetle birlikte gider, valilik makamına büyük bir zevkle oturur, derin arzularla işe başlar. Hem valilik maaşı, hem de çevreden gönderilen çeşitli hediyelerle kısa zamanda bir hayli zenginleşir, hatta odasının birini de hediyelere tahsis etmek zorunda kalır.
Aradan bir müddet geçer. Şehre bir haber yayılır:
- Geylâni Hazretleri geliyormuş, vali beyi ziyaret edip dönecekmiş.
Hemen şehrin dışına çıkar, üstadını karşılar, evinde bir müddet misafir ettikten sonra dönüş zamanı gelir. Geylânî Hazretleri hazırlık yapmaya başlar. Bu sırada vaktiyle yaptıkları anlaşmayı hatırlatmak ister. Ama vali bey oralara hiç yaklaşmaz. Nihayet şehrin kenarına çıkarlar. Ayrılmak üzere iken Geylânî Hazretleri hatırlatmaya mecbur olur:
- Vaktiyle seninle bir anlaşma yapmıştık. Valiliğin sırasında ne kazanırsan yarısını bana verecektin. Bana açıkça bu hususta söz vermiştin. Şimdi o sözün gereği olan hakkımı almak üzere geldim. Ne kazandı isen söyle de hesap edip taksim edelim. Hisseme düşeni alarak dönmüş olayım.
Bu tekliften fevkalâde sıkılan vali, rahatsızlık emareleri göstermeye başlar. Hatta bir ara itirazı da, inkârı da göze alarak şu karşılığı verir:
- Ben böyle bir hak tanımıyorum. Hem halk bana hediye getirmişse bunda senin ne hissen olabilir? Çalışan benim, kazanan benim...
Geylânî Hazretleri kendisini vali olarak tayin edenin kim olduğunu düşünmesini isteyince hava iyice kızışır. Derken Hazret-i Geylâni belindeki hançerini çeker. Bunu gören kızgın vali de fırsatı daha iyi değerlendirmek ister. O da belindeki hançerini çekip üstadının üzerine yürürken haykırır:
- Sen beni eskiden de parasız çalıştırmıştın. Seni şurada haklayayım da bir daha karşıma çıkmayasın der ve hançerini Hazret-i Geylâni’nin göğsüne aşağı indirir. Yumuşak bir yere saplanan hançerin ucu mutfak setindeki kabağı delip de altındaki taşa değince gözlerini açar. Bir de bakar ki, bıçak kabağın içine saplanmış, altındaki taşa geçmiş! Ne yaptığının muhasebe ve muhakemesini yaparken kapı açılır, tebessüm ederek İçer, giren Hazret-i Geylânî şöyle konuşur:
- Evlâdım, biz kimsenin hakkını ihmal etmeyiz; kimseye de hak etmediğini vermeyeceğimiz gibi. Sen önce düşündüğün şeye lâyık olduğunu fiilen göstereceksin. Biz de sende gördüğümüze göre hükmedeceğiz. Şu anda senin lâyıkın bulunduğun halinden başkası değildir. Ama sen bunu bilmiyordun. Biz ise biliyorduk. Bunu sana da bildirmek zorunda kaldık. Seni sana tanıttık ki, hakkımızda sûi zandan kurtulasın. Sakın bunun için bize kızmayasın. Kasdımız yine sana iyilik etmektir! Talebe mahcup, Geylânî Hazretleri mahzun, ortalıkta sessizlik... Nefis muhasebesi... Zaman içinde zaman... Mekân içinde mekân...