Ali ulvi kurucu bey–2.bölüm

mihrimah

Well-known member
Şairliği


Ali Ulvi Beyin şiire yatkınlığı aile çevresinden gelmektedir: “Şiir ve edebiyatı seven bir ailede yetişme fırsatım olmuş. Annemin işittiği beyitleri hemen ezberlediğini ve güzel şiir okuduğunu anlatırlar. Aynı zamanda halalarım kendi aralarında şiir müsabakaları yaparlardı. Benim ise, küçük yaşlarda başlayan şiir aşkım Mısır’da İhsan hoca, Mustafa Sabri Efendi ve İbrahim Sabri Efendi’nin destekleri ile nema buldu.”


“Şiire karşı kara sevda denecek bir hayranlık meylini kalbimde duyardım. İşittiğim dini ve gayr-ı dini güfteyi bir dinleyişte ezberlerdim desem mübalağa yapmış olmam. Bu hal yıllarca ruhumda kaynayıp coşmuştur. Vakta ki Mısır’a gidip sebeb-i feyzim ve saadetim olan üstadlarım merhum Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Düzceli ders vekili Kevseri Efendi, Yozgatlı Mehmed Ihsan Efendi ve şair İbrahim Sabri Bey'le şerefyap olup bunların her celsesi bir akademi hüviyetinde olan ilmi, ebedi, manevi irfan ve fazilet sohbetleriyle mütenevvir olduktan sonra şiir ve şair ne demekmiş, şiir nelerden doğarmış ve kimlere şair denirmiş, anladım.”


Beşir Ayvazoğlu Beyefendi bu hususta şunları yazmaktadır: “Şiir yazma hevesi de bu sohbetler esnasında uyanan Ali Ulvi Bey, Prof.Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası Yozgatlı Mehmed İhsan Efendi'den Türk ve Arap şiiri okuyup aruzu bütün incelikleriyle öğrenmiş. Kral Faruk'un sarayında mütercim olarak görev yapan ve Osmanlı devrinden kalma vesikaları Arapça’ya çeviren Yozgatlı İhsan Efendi, ikindiden sonra da Sultan Mahmud Medresesi'nde Türk talebelere Ruhi-i Bağdadi, Ziya Pasa, Muallim Naci gibi önemli şairlerin eserlerini okutur, özellikle yakın dostu Mehmed Akif'i ah ederek anar ve her fırsatta Safahat'tan mısralar terennüm edermiş. Yozgatlı İhsan Efendi'nin derslerine devam ederken bir gün kalbinin derinliklerinden nes'et eden dayanılmaz bir istekle şiir yazmaya ve aruzu Mehmed Akif gibi kusursuz kullanabilmek için Revaku'l-Etrak'te sabahlara kadar tef'ilelerle boğuşmaya başlayan genç Ezherli, bir keresinde birkaç şiirini Rıza Tevfik'e gönderir. Merhum cevabi mektubunda ömrü Arabistan'da geçen birinin kusursuz bir aruzla ve sade Türkçe’yle yazabilmesine hayret ettiğini, bunun müstesna bir dil ve şiir kabiliyetini gösterdiğini yazmıştır.”


Aruz bilgisini ve aşkını İhsan Efendi’ye borçlu olan Ali Ulvi Bey’in Mısır’daki asıl şiir üstadı, Şeyhülislam Sabri Beyin oğlu İhsan Sabri beydir. Tabii en çok etkilendiği şair de Mehmed Akif Bey; “ Türk şairlerinden bahsedilirken başta her Müslüman Türk’ün gönlünden bir bayrak gibi dalgalanan Mehmed Akif Bey geliyordu. Şiirleri heyecan fırtınaları içinde okunuyor ve gözyaşları içinde dinleniyordu. Bu manevi ve ruhani havadan ben o kadar müteessir olmuştum ki, Safahat’ı adeta tamamen ezbere okur hale gelmiştim. O derecedeki aklımı, fikrimi şiir ve edebiyat sevgisi istila etmişti. Şunu da bir gerçek olarak söyletebilirim ki Rabbim şahiddir… Camiu’l Ezher’de Türk talebelerinin kaldığı Ravak-ul Etrak’te odamda, yatmazdan evvel, abdest alır, iki rekat namaz kılar,elimi kaldırır ve şöyle dua ederdim: “Ya Rabbi! Mehmed Akif gibi şair olayım, Cenab Şehabeddin gibi nâsir(yazar) olayım.”


Bu samimi dua kabul olmuş ki bir ziyaretlerinde Akif Beyin yakın dostu merhum âlim Hasan Basri Çantay hoca kendisine şöyle diyecektir: “Evladım, Akif’e yetişemediğini biliyorum, ama İslam’ın Nuru Dergisinden okuduğum şiirlerinde, Akif’ten ders almışçasına, Akif’in tarzında yazdığını gördüm.”


Yine Mehmed Akif’in dostu ve Mısır’dan ayrılırken yazdığı enfes meali kendisine emanet ettiği Yozgatlı İhsan Efendi şu iltifatta bulunacaktır ona: ”Ulviciğim, şiirlerinde merhum Akif’in sesini duyuyorum.”


Şiirlerinde Akif’in ruhu o kadar sinmiştir ki merhum Tahir-ül Mevlevi’ye bir şiiri okunduğunda Tahir Efendi tereddütsüz “Akif’in” demiştir.


Etkilendiği şairleri bir mülakatta şöyle sıralamıştır: “Fuzuli, Baki, Nef’i, Şeyh Galib, Namık Kemal, Ziya Paşa, Abdülhak Hamid, Muallim Naci, Recaizade Mahmud Ekrem, Cenab Şehabeddin, Tevfik Fikret, İsmail Safa, Mehmed Akif, Yahya Kemal, Ahmed Haşim, İbrahim Sabri Bey, Faruk nafiz ve şiirde son üstadım Mahmud Cevdet Sezer Beyler…”


İlkinde olduğu gibi Akif-i Sâni’de de şiir İslam illerinin feryad u figanı, gözyaşı besteleridir;


Gözyaşlarımın bestesi ateşli eninle


Gönlümde yanan hasreti bir ney gibi inle”


Merhum, Gecelerin Gündüzü adlı eserinin önsözünde bu hususa şöyle temas etmektedir: “Ne hikmetse; benim kısmetime kanayan bu yaraları şiirimle sarmak vazifesi düştü.”


Birleştiriciliği


Ali Ulvi Beyde müşahede ettiğimiz ve çok da sevdiğimiz bir özellik vahdete verdiği önemdir. O, Ehl-i Sünnet şemsiyesi altındaki bütün meşreb ve mesleklere muhabbetle yaklaşmış belki de bunun için her meşreb onu kendinden bilmiş, bağrına basmıştır. Böyle bir düşünceye ne kadar muhtaç olduğumuza hal-i âlem şahittir;“Evet, bütün İslam âleminde olduğu gibi memleketimizde de hasreti çekilen, İslam’ın ruhu demek olan vahdeti temin etmeyi din borcu bilen, büyük idrak ve basiret, yüce ahlak ve feragat sahibi insanlardır.”


Bu geniş ufku sayesinde, onun yanında Bediüzzaman da Hasan el Benna gibi saygı görür, Mevdudi, Sami Efendi ile beraber hüsnü kabulle karşılanır, Nedvi, ile Zahid Kotku aynı şekilde selamlanır, Abdülhakim Arvasi, Said Havva ile beraber hayırla yâd edilir, İkbal ile Akif ruh iklimlerini beraber coşturur.


HATIRALAR


Ali Ulvi Bey, Cenab-ı Hakkın büyük ikramlarına ermiş bir kimsedir. Bunlar arasında bizleri en çok gıptaya sevk edeni; Allah Resulünün köyünde, 20. asrın büyük dertlilerinin çoğu ile görüşmüş, her biri bir canlı tarih olan nice ayaklı kütüphanenin sohbetlerinden feyiz almış olmasıdır. Magrib memleketlerinden Şarki Asya’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyadan yüzlerce gönül dostunun hatıraları ile dopdolu idi. Çok şükür, bu hatıralar bantlara alındı. İnşallah da yakın zamanda neşredileceğini umuyor ve sabırsızlıkla bekliyoruz. Bu hatıralardan bir buket sunalım istedik.


Mısır Ulemasından bir zatın Türk Milleti hakkında söyledikleri


Ali Ulvi Bey, 1970 Haccında Arafat’ta, Kastamonulu Mehmed Feyzi Efendi ile sohbetinde Mısırlı bir âlimin şu kanaatlerini aktarmaktadır: “Türk milleti, yüzelli seneden beri, hususan kırk elli seneden beri yağmur gibi belalara giriftar olmakta; buna rağmen imanını kaybetmemiş. On hacı gönderemeyen ülke bu sene elli yedi bin hacı gönderdi. Demek ki, bu millet büyük bir dua almış. Allah yolunda çok şehid vermiş. Cenab-ı Hakkın din-i mübini uğrunda çok ihlâsla kan dökmüş. Bu millet için ve bütün âlem-i İslam için bu makâmât-ı mukaddesede dua ettim. Eğer Türk milletinin başına gelen felaket, başka bir milletin başına gelseydi, perişan olurdu.”


Mustafa Sabri Efendinin Gözyaşları


Ali Ulvi ve Mustafa Runyun, Ali Yakup Hoca, bir grup Yugoslavyalı Müslüman, her hafta tatil günü yaşlı şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ziyaretindeler. Akşam ve yatsı namazlarını beraber kılıyor, Şeyhülislâm Efendinin sohbetinden istifadeye çalışıyorlar. Namaz vakti Ali Ulvi Bey müezzinlik yapıyor, Mustafa Sabri Efendiye uyarak namazlar eda ediliyor.


Bir akşam karanlığında yurdundan ve yakınlarından uzakta kalmanın verdiği hüzünler arasında edilen dualar, çekilen tesbih ve zikirler!.. Sesin ezgisindeki hikmete bakın ki, Mustafa Sabri Efendi namazın arkasından sormak durumunda kalıyor:


"Evlâdım, biraz evvel kamet getirirken, tesbih dualarını okurken, hangi makam ile okumuştunuz, biliyor musunuz?"


Ali Ulvi Bey (o sıralarda çok genç olacak), çekine çekine,


"Hüseynî olacak efendim" demek durumunda kalmış.


Düşünün ki, henüz namazın sonu. Daha diz üstü otururlarken cereyan eden bir muhavere bu. İşte o anda bilinmez hangi sebeplerle, Mustafa Sabri Efendi devam ediyor:


"Evlâdım, hüseynî makamı tam bir Türk makamıdır. Hüseynîyi dinlerken insanın gözünün önüne Anadolu’muzun viran bağları, mor dumanlı dağları, masum ve garip ovaları gelir."


Meğer bunları söylerken yaşlı şeyhülislâmın gözünden yaşlar boşanıyor, sesi de titreye titreye çıkıyormuş. Ve tabii o anda ve Mısır gibi bir diyarda, kendi ülkelerinin ve milliyetlerinin özeti mesabesindeki o küçücük cemaat de ağlamaya başlamasın mı?


Beş Yahudi


Mustafa Sabri Efendi derdi ki: “Yahudiler insanlık âlemine beş tane kimyasal veya hidrojen bombası atsalar, beş tane küfür ve dalâlet önderi Yahudi âlimin icra ettiği tesiri yapamazlar. Bunlar Komünist Marx, Evrimci Darwin, Avusturya'lı Freud, Fransalı pozitivist Auguste Comte ve Sosyolog Durkheim'dir. Bunlar insanlık âleminin akıl, düşünce, anlayış ve ahlâkını perişan eden insanlardır. Yahudiler bu insanları büyüttüler, insanların gözünde yücelttiler ve neticede bunları küfre öncülük edecek kişiler olarak karşımıza çıkardılar. Bu gün bize düşen onlarla savaşmak ve mücadele etmektir. Zira dinimiz bize küfre öncülük edenlerle savaşmayı emrediyor. Ben yakinen biliyorum ki bir gün gelip bunların maskeleri düşecek ve ilim adına işledikleri cinayetler ortaya çıkacak. Çünkü Hakk'ın dışında dalâletten başka bir şey yoktur.”


Dil Faciası


“Mustafa Sabri Efendi feraset deyin, keramet deyin, görüş deyin İsmail Bey... 943 veya 44. Alman harbi bütün şiddetiyle devam ediyor. Rus orduları Macaristan'a girdiler. Macaristan'da Alman orduları müthiş harpler yapıyorlar. Alevler içinde kâinat. Hocaefendiye gittim. Akşam üzeri, akşamla yatsı arası. Şeyhülislam Türk radyosunu dinliyor. Nurettin Artanı konuşuyor. Selam verdim. Selamımı aldı dinledi. Dedi "Azizim, Almanya gidiyor." Hâlbuki biz de Almanya'nın galip gelmesini istiyoruz. "Fani teselliler sizinkiler" dedi. "Rus ordusu Macaristan'a gelmiş ayol. Bundan ne çıkar? Demek ki Ruslar Japonya hududundan emin olmuş. Japonya'nın vurmayacağından da emin olmuş, Japon hudutlarındaki askerlerini de getirmiş Rusya. Yalnız, adam üç kelime kullandı anlayamadım" dedi. Daha yeni çıkıyordu, "taşıt" gibi kelimeler... Dedi ki: "Azizim, gerçi siz de, 'bu hoca artık vehme kapıldı' diyeceksiniz ama keşke ben yanılmış olsam. Türk'ün başına gelen bu dil faciası nereye gidiyor biliyor musunuz? Bozula bozula dejenere olacak. On sene evvel yazılan kitaplar anlaşılmayacak. Nesil birbiriyle anlaşamaz olacak. En nihayet bir yıkıcı daha çıkacak, diyecek ki, "bununla ne telif, ne tercüme hiçbir şey olmuyor. Ne şiir yazabiliyorsun, ne kitap tercüme edebiliyorsun. İlim, edebiyat lisanından çıktı, artık, dillikten çıktı. Binaenaleyh dil vasfını kaybetti, medeni milletlerden birinin dilini almamız lazım" diyecek. O devirdeki hâkim dil neyse, ona gidiyor bu iş" dedi. "Türk'e yazık oluyor evladım" dedi.


Emin El Hüseyni'den Bir Hatıra


Allah rahmet eylesin 1975'te, Medine'ye Filistin Müftüsü Emin EI-Hüseyni gelmiş idi. Son asır İslam liderlerinin en temizlerinden, en samimilerinden, en fedakârlarından ve İslam düşmanlarının oyunlarını bilen basiretli bir zat idi. Otel'de ziyaretine gittim. Ömrü cihadla geçti. Ziyaretine Medine'de bulunan Filistinliler de geldiler. Ben de dinliyorum tabii. Vatanlarından olmuşlar, sürülmüşler. Kolay değil. Hazrete soruyorlar, cevap veriyor. Gayet halim, Selim, ölçülü, ağzından çıkanı kulağı duyar bir şekilde cevap veriyor. Filistinliler, İslam âlemindeki bilhassa Arap dünyasındaki liderlere hain, falan demeye başladılar. Müftü Efendi dedi ki: Hain demek kolay değil, düşman kuvvetli evladım. İngiltere de, Amerika da, Rusya da onunla. Bugün harb etmek için bu üçünden alacaksınız silahı. Üçü de onun dostu. Allah'tan başkasına dost olmayın. Ama Allah'a dost olacak yüzümüz de kalmadı dedi. Allah dosttur. Fakat kimin dostu? İman edenlerin dostu. Sahtekârların dostu olur mu? Hayran oldum insafına.”


Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu


“Amcam hakkında bir eser yazmak isterim. Bugünkü davaya hizmet etmek isteyenlere örnek olur. Bu memleketten kimler gelmiş, kimler geçmiş. Alimi rabbani kimmiş? Amcamın camisinde bulunan bir zat anlattı. İmam Hatip mektebi yapılmış amcamın gayretiyle. Demişler ki, "Hocam siz de bir ders verseniz." Sevinmiş.


"Oğlum ben bugün için doğdum. 5 ders okutacağım." diye karşılık vermiş. Aziziye Camiinin de imamı aynı zamanda, Derslere girip çıkarken mektep müdürü Hoca efendi "İnkılâplardan bahsetmiyor" diye Talim Terbiyeye rapor etmiş. Ondan da amcamın haberi olmuş. Bu müdür bir gün amcamı ziyarete gitmiş. Aziziye Camii'ne. Halk gelmiş ziyaretine oda dolu. Müdür geldi ama yer yok. Bulduğu bir yere oturdu. Amcam demiş ki "Müdür Bey müdürün yeri orası değil, orada da müdürsünüz, burada da." Müdüre olan bu iltifatı ben çok gördüm. Hepsi gittiler, ikimiz kaldık. Dedim ki "Hocam elini öpeyim. Bu adam değmez bu iltifata." Mehmet'im evladım, bilirim. Bunlar beni bu hizmetten men etmek isterler, ben ki yıllardan beri medreseleri kapatanların kapıları kapansın derim. Bugün mektep çıktı. Önüme 5 ders okutma fırsatı geldi. Okutmazsam dünyanın en namert insanı olurum. Ben adam yetiştirme bahçıvanıyım. Allah Teala benden bunu soracak. Ey kulum hani sen seneler boyu talebe olsa da okutsam diyordun, imkân verdim, müdüre küstün, müfettişe küstün. Peygamber Efendimizin yeminini edeyim sana, Nefsim yed'i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, bir talebenin yetişmesi uğrunda 1000 münafığın kahrını çekerim.


Şu beyti okumuş.


Yar için ağyare minnet ettiğim aybeyleme


Bağıban bir gül için bin hare hizmetkâr olur.


Ebul Hasan En Nedvi’nin Ali Ulvi Beye söyledikleri:


”Gençlerinize tarih şuurunu vermeyi ihmal etmeyiniz. Çünkü Cenab-ı Hak sizin tarihinize o kadar ihtişamlı bir zenginlik lütfetmiş ki, Sahabe-i Kiram’dan sonra hiçbir milletin tarihi sizin maziniz kadar şan ve şerefle dolup taşmamaktadır. Gençleriniz tarihin o şerefli sahifelerini mütalaa ederken, ruhlarına o büyük savaşlardan hamaset rüzgârlarının estiğini göreceklerdir. İslam’ın nur ve irfanını dünyanın en hücra köşelerine kadar yayan büyük atalarınızın fütuhatını gördükçe, onlardaki kudret ve cesaretin siyaset ve basiretin, merhamet ve adaletin asaletine hayran olacaklardır. Onlar gibi büyük insan olmaya hazırlanacaklardır. Zira büyük işleri, büyük insanların muvaffakiyete erdirmesi gibi, büyük hareketler de büyük ruhların eseridir.”


Hind Müslümanlarının Ecdadımıza bakışı


Mevlana Şibli Numani’nin baş tilmizi merhum Seyyid Süleyman Nedvi, Ali Ulvi Bey’e şunları söylemiş: “Çok büyük ecdadınız var. Hilafeti üzerine alarak tüm İslam âleminin sorumluluğunu üzerine almış. Çocuklarımıza sizin atalarınızın ismini koyuyoruz.”


Muhammed Gazali’nin enfes sözü


Son asrın âlimlerinden Mısırlı Muhammed Gazali ile ilgili Ali Ulvi Beyin bir anısı: “El Müslimûn adlı dergi kendisinden yazı istiyor. O şu cevabı veriyor: “Siz benden tatlı hayal istiyorsunuz, ben ise acı hakikatlerle doluyum. Razı iseniz yazayım.”


Eşref Edib Beyin Ağlaması


1955 te Eşref Edip Bey'i ziyaret etmiştim yazıhanesinde. Dosyadan bir kâğıt çıkarmış okuyor. Ağlıyor. "Hayırdır niye ağlıyorsun?"


"Buyurun okuyun da, siz de ağlayın" dedi. Şükrü Kaya olacak Allah-u âlem, dâhiliye vekili imzasıyla bir tamim gazetelere, dergilere geliyor. “Allah’tan, ahlak’tan bahis yasaktır.” “Ali Ulvi Bey,” dedi, “Allah'tan ahlak'tan bahis yasak olursa memleketin gençliğinin sonu ne olur yahu? Süleyman Çelebi "Her nefeste Allah adın de müdam" der, bu ömürde bir kere Allah deme diyor. Bir kazanda nasıl kaynatacağız bu işi?” O günler böyle günlerdi.”


İmam Hatipler


Amcam 49 ve 50'de Hacca geldi. İki sene üst üste orada baktım, "İmam-Hatip açacağız, talebe yetiştireceğiz" diye çırpınıyorlar. Ben tabiî memleketi eskisi gibi sanıyorum. Dedim ki, "Amca istikbali meçhul olan bir okula kim evladını gönderir? Herhangi bir solcu iktidarın bir hareketiyle kapanmaya mahkûm olan bir müesseseye hangi çocuk gelir amca? Dedi ki "Oğlum sen hafızsın" Allah, İslamı bütün dinlere olan hâkimiyetini gerçekleştirmeyecek mi? Bunu vaat etmiyor mu? Yani İslam'ın hak din olduğunu bütün insanlık kabul etmeyecek mi? Bunu söyleyen Allah dedi. Allah'tan daha doğru söyleyen kim vardır?


955'de Medinei Münevvere'den Konya'ya geldim, amcamı ziyaret ettim evinde. İlk sözü, Allah rahmet eylesin, şefaatine nail eylesin, koca mücahid, ilmin, İslam'ın aşıkı insan. Dedi ki: "Ne yaptın, İmam-Hatip mektebini ziyaret ettin mi?". Biz de sohbetler, falan gitmedik mektebe "Gidemedim amca." "Olmadı. Arafat'ta seninle, Mina'da çadırda ne dedik? Allahü Teala İslam'ı yeniden dünyaya hâkim kılacak, insanlığın ihtiyacı var. Ancak insanlığın bu ihtiyacını ilahî nur kurtaracak. Tatminsizliktendir bu kâinatın, insanlığın perişanlığı evladım. Muhammed Mustafa (s.a.v.)nın şahsiyeti bakidir, Allah tekaüde çıkmaz, din bakidir", falan. Amcamın bu ısrarı üzerine medreseye gittim, İmam-Hatip mektebine. Karşıladılar, görüştük orada. Sordum: "Müdür Bey, talebe adediniz kaç?" Allah sizi inandırsın, ben "yüz-ikiyüz" dese, uçacağım sevincimden. Çünkü aynı Konya'da baba evladını okutamıyordu Ahmet Bey. Felaket.


Dedi ki müdür: "Hocam ikibin altıyüz kayıtlı talebimiz var. Sekizyüz talebemiz de ağlayarak gitti" dedi. "Niye?" "Yer yok, hoca yok, sekizyüz talebeyi kaydedemedim." Ben hâlbuki amcama, "Amca, istikbali meçhul olan bir mektebe kim evladını gönderir? Herhangi bir solcu iktidarın bir işaretiyle kapanmaya mahkûm olan okula hangi çocuk gelir?" demiştim..


Ateşin İçinde, Ama Yanmıyorlar


Mısır'da, El-Ezher'de okuduğum yıllarda, uzun bir kış gecesi, derslerimi tamamladım, yatmak üzereyim. Er-Risale isimli dergide Muhammed Sadık er-Rafii adlı bir yazarın yazısı gözüme ilişti. Üstadın yazısını okuyayım da, onun şevki, zevk ve feyzi ile uyuyayım dedim. Makalenin başlığı " Alevler içinde, fakat yanmıyor" idi. Bu başlık, beni çok etkiledi.


Doğrusu, "Acaba bu madde nedir?" diye düşünerek ve merak ederek okudum. Şöyle anlatıyor er-Rafii: "Geçenlerde üniversite gençlerinden bir grup geldi. Çok mühim sorular soruyorlardı. İçimden bir feryad koptu; 'Allahım, bu çocuklara feyz verecek halde değilim. Ama beni bu çocuklara güzel göstermişsin, utandırma' diye dua ettim. Önemli bir ahlaki çöküşün tam ortasında yaşıyorlardı. Bunlara rağmen temiz kalmışlar. Allah'a şükrettim. ‘Allahım, sen öyle bir kudret sahibisin ki, alev alev yanan ateşler içinde Hz. İbrahim’i, balığın karnında Hz. Yunus’u, Firavun’un sarayında Hz. Musa’yı, mağarada Hz. Muhammed’i saklayan sen değil misin?.. Kudretine hayranım Yarabbi" dedim."


Bu makaleyi okuduktan sonra, abdest alıp namaz kıldım. Secdede ağlayarak; "Yarabbi, benim memleketim Türkiye'de de alevler içinde olduğu halde yanmayacak, aşkına, idealine, irfanına, imanına sahip çıkacak bir genç nesil yetişmeyecek mi ve ben de bu nesli görmeden mi öleceğim Allahım" diye dua ettim. 60 senedir aynı duayı ederim. Allah dualarımı kabul etti. Bugün, çok güzel bir gençlik var. Onlara diyorum ki; "Ey gençler, sizler benim kabul olan dualarımsınız, gerçekleşen rüyalarımsınız. Allah'tan sizi istedim, Allah da sizi lütfetti.


MANA ERLERİ İLE OLAN MÜNASEBETİ


Ali Ulvi Bey din-i mübine hizmet eden herkesi aziz bilmiş hakşinas bir insandı. Ulema ve meşayihe karşı gönlü sevgi saygı ve ihtiramla dolu idi. Bu konuda inşallah onu örnek almamız mümkün olur. Kısaca bu büyüklerle münasebetine de değinmek istiyoruz. İşte Ali Ulvi Beyin perspektifinden bazı büyük zevat-ı kiram;


*Bediüzzaman: Üstad’a karşı olan sevgisi için Tarihçe-i Hayat’a yazdığı önsöz yeter aslında. Biz kısaca hatıralarından bazı pasajlar nakledelim: “Kahire’deki talebelik yıllarımda gerek Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den, gerek Zahid El Kevseri’den, İhsan Efendi’den ve Türkiye’den gelen zevattan Bediüzzaman Said Nursi’nin ismini ve müstesna bir insan olduğunu işitirdim.”


“1946’da Medine’de bir gün Arif Hikmet Kütüphanesine Eğinli Hacı Hafız Efendi’yi ziyarete gittiğimde kütüphaneye Sirac-ün Nur isminde, Osmanlıca taş baskısı bir kitap gelmişti. Kütüphane listesine kaydettikten sonra, kitabı kuşbakışı denecek kadar kısa bir tetkikim oldu. Kitabın müstesna fikirlerle dolu, imana ve İslami anlayışa yepyeni bir canlılık katan bir eser olduğunu anladım.”


Bu eserleri yazan insan mutlaka ilahi teyide mazhar oluyordu ki, yazdıkları, yanan bir gönülden çıktığı için okuyan insanların da gönlünü yakıyordu.”


“Önsöz ulaşınca Üstadın davranışını şöyle anlatmışlardı: Kendi yazılarını bile bir defa okutur, dinler, bazı kelimelerini değiştirirdi. Yazdığınız önsözü üç defa okuttu, hiçbir kelimesine dokunmadan şöyle dedi; ”Bu bir iltifat-ı Muhammediyedir, aynen basılsın.”


Artık o günden beri Üstad benim için yılmayan bir iman, sönmeyen bir ışık, kararmayan bir tarih ve kısılmayan bir ses idi.”


Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi: “Altı seneden daha fazla kendisiyle beraber oldum. Bu süre zarfında hizmetinde bulunuyor, meclislerine katılıyor, bütün ilmi derslerine evinde devam ediyordum. Aynı zamanda kendisine en çok hayranlık duyan ve kitaplarını en çok okuyanlardan biriyim.”


“Onun, Allah'ın kaza ve kaderine olan müthiş imanı hep dikkatimi çekmiştir. Cesaret, tahammül ve sabrının sırrı burada gizli olsa gerek. Kendisi Türkiye'deyken gerek ilmî gerekse siyasî olarak ulaşılabilecek en üst noktalara ulaştığı gibi, üzücü ve sıkıntı verici hâdiseler de hiç başından eksik olmamıştır. Ailesinden ve vatanından kopup uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Bütün bunlara rağmen bir kere olsun şikâyette bulunduğunu ve söylendiğini görmedim; bilakis, onu sabreden ve yalnızca Allah'a sığınıp güvenen birisi olarak gördüm.


Aynı zamanda kendisinin çok ince ve muhabbet dolu bir rûha sahip olduğunu biliyorum, zira kendisi Allah'ın adı anıldığında çok defa göz yaşlarına hâkim olamaz ağlardı.”


“Mısırda mücahidlerin imamı, Allame Şeyhülislam


Mehmed Zahid El Kevseri: “Hadis ve fıkıh ilimlerinde kaynak sayılacak derecede âlim idi. Ne zaman ziyaretlerine gitsek, çeşitli milletlerden talebeleri yanında bulurduk. Onlardan her biri ilmi meselelerde hocadan cevap almak ve onu tezi veya hazırladığı mevzuda kaynak gösterebilmek için sabırla izahını beklerlerdi. Zira hocanın malumatının esasa dayanması hususunda hiç şüpheleri yoktu.


Suallerimizin cevabını sanki kitaptan okuyormuş gibi verirdi. O kadar geniş bir hafıza ve zengin bir zakire ufku vardı.”


Hasan el Benna: “Benna’nın gönül genişliğini, tevazuunu ve bütün varlığı ile çalıştığını görünce dedem, babam ve amcam gözümün önünde canlandılar.”


Gençliğe kendisini sevdiren, onların fikirlerine ışık tutan, sohbetleriyle ruhlarını doyuran, gayretlerini destekleyen ve ilim sahalarında daha başarılı olmalarını teşvik edendi.”


Çağlayanlar gibi sohbetlerinden tarifsiz heyecanlar yaşadığım Şeyh Hasan el Benna”


Ebu-l Hasan En Nedvi: “Bu zat geniş kültüre sahipti ve birçok yabancı lisanda kitap yazacak kadar kuvvetli dil kabiliyeti vardı. Dört başı mamur bir ilim adamı olan Ebu-l Hasan son derece mütevazı, ilmiyle amil ve abid bir insan idi”


Said Havva: “Said Havva beş sene Medine’de kaldı. Her gün bizim kütüphaneye gelir, kitap, yazma eserler mütalaa ederdi. Said Havva, hem kalemi kuvvetliydi, hem hitabeti kuvvetliydi. Aynı zamanda Said Havva’nın derin tarafları da vardı, âbid idi. Hem âlim, hem de âbid idi.”


Ramazanoğlu Sami Efendi: “Mısır’da tanımış olduğum gönül erbabı da bu Şeyh Efendinin hüsn-i sulûkundan nezih siretinden bahsederlerdi. 1949 yılı hac zamanında Mekke’de Harem-i Şerif’teydim. Ciyad kapısı tarafından bir zat dikkatimi çekti. Dedem geliyormuş gibi bir hal içinde kaldım. Gelen zat, narin, zarif, beyaz elbiseli,sanki dünyanın yükünü üzerinden atmış, zikrin aşkında ve fikrin şevkinde nur olmuş biriydi. Elini öpmek isteyince “musafaha kâfidir” dediler. Tam bir teslimiyet, kibarlık ve tevazu hali vardı.”


Mehmed Zahid Kotku: “Bir sevgi mektebi, ahlak abidesi, Türkiye münevverinin mürşidi”


“En çok gönlümü mest eyleyen tarafı tevazuu idi. En çok tesir eden hali sünnetleri ihya etmek, peygamber gibi yaşamak; yani hal ve hareketlerini ona uydurmasıydı”


Esad Coşan Hocaefendi: “Eskiler büyük âlimler için iki kanatlı anlamına gelen zü’l cenaheyn derlermiş. Bu tabir, onun hakkında yetersiz kalıyor. Ona da zü’l ecniha demek lazım” Esad Efendi’nin vefatında; “İçimiz yanıyor Coşkun bey yahu! Başımız sağ olsun. Cihan kıymet bir evladımızı kaybettik.”


HAKKINDA DENİLENLERDEN BİR DEMET


*Zübeyir Gündüzalp’in enfes bir tespiti: Halil Uslu Bey, Bediüzzaman’ın sır kâtibi Merhum Zübeyir Gündüzalp’in Ali Ulvi Bey hakkında şöyle dediğini naklediyorlar: Ali Ulvi Kurucu Ağabeyin Medine-i Münevvere’den doğum yeri olan Konya’ya yaz tatiline geldiğini, Konya’da olduğunu ve kendileriyle görüştüğümü söyledim. Buna karşılık dedi ki, “Ali Ulvi Kurucu Beyin, Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin Tarihçe-i Hayat’ına yazdığı Önsöz on kitaba bedeldir. Kendileri Türkiye’ye girdiğinde onu istihbarat teşkilâtı takip eder, onun için onu umumi sohbetlere davet ettiğinizde gelmeyebilir, sıkıntı vermeyin. Kendilerinden randevu alarak ziyaretine gidin.” Dönüşte Konya’daki hizmet erbabına aynısını aktardım, onlar da öyle yaptılar.


*Fethullah Gülen Hocaefendinin Taziyesi: Gittiği yerlere Ravza-i Tâhire'den soluklar taşıyan, şiiri ile Efendiler Efendisi'ne duyduğu aşkı terennüm etmekten dûr olmayan mümtaz insan Ali Ulvi Kurucu Beyefendi'nin huzur-u Rahman'a yürüdüğünü öğrenmiş olmanın inkisarını yaşıyorum. Merhumun ayrılığını kalbinde inkisar olarak hisseden tüm sevenlerine taziyetlerimi sunar, Cenab-ı Erhamurrahimin'den af ve mağfiret dilerim.


Hocaefendi bir sohbetinde Ali Ulvi Bey için şöyle diyor: “Benim de gıyabi, vicahi 35 senelik bir muarefem var. O beni hacda, tavafta görmüş. İlk hacca gittiğim zaman ki, zannediyorum 28 yaşındaydım. “Sizi ilk defa tanımıyordum, orda gördüm” demişti. Sonra görüştük. O günden bugüne hep bir ideal gençlik, inanmış gençlik hülyası ve rüyasıyla yaşamıştır.”


Hocaefendi'nin Ali Ulvi Kurucu'nun Vefatı Üzerine Söyledikleri:


Alâkalı olduğum ve alâka duyduğum bazı Allah dostlarının vefatı benim öyle yüreğime indi ki, bazı şeyleri aşamıyorum. Beni tesir altına alıyor çok yıpratıyor. Ali Ulvi Beyin ölümü, Evyap annenin (Hedise Evyap'ı kastediyor-Editör) vefatı, Hekimoğlu’nun hastalığı hepsi üst üste gelince ruhumu preslediler. Evvap anneyi anam gibi severdim, annem gibi gelirdi bana. Bundan sonra Ali Ulvisiz Medine benim için bir ızdırap. Artık ruhun tesellilerine sığınıyorum, Üstadın hayatına gidip O’nun iç mücadelelerindeki alıp vermelerine dayanıyorum. İş çok olunca gaileler de o kadar oluyor. Gaileler de insanın oturup güzel şeyler üretmesine mani oluyor..


* “Büyük tecrübe ve birikime sahip olmanın yanı sıra, Medine’deki konumu itibarıyla âlem–i İslam’dan pek çok kişiyle tanışmış ve görüşmüş olan bu yüce insanın sohbetleri mücevherlerle dolu bir sofra gibiydi. “Abdullah Aymaz


* İnanılmaz bir mahfuzatı vardı; Fuzuli'den Necip Fazıl’a, Şeyh Galib'den Yahya Kemal'e, Faruk Nafiz'e kadar yüzlerce şairden ezbere şiirler okuyabiliyordu. Hatta -belki inanmayanlar olacaktır- Safahat’ın tamamı ezberindeydi. Bu, hiç şüphesiz onun Akif'e ve şiirine duyduğu sevginin, hayranlığın büyüklüğünü, daha da önemlisi, duygu, düşünce ve iman dünyasıyla Safahat'taki dünyanın ne derece tetabuk ettiğini göstermektedir. Beşir Ayvazoğlu


*Kemal yüklenmiş bir insan..Osmanlı efendisi…İlmini irfanla bütünleştirmiş bir gönül ehli…Ahmed Taşgetiren


*Bize Osmanlı aydınının ne olduğunu, son defa tecessüm ettiren bir şahsiyet olarak hafızamızda yerini aldı Ali Ulvi Bey… Onu hatırladıkça, aynı zamanda nasıl zengin bir mirası teptiğimizi veya en azından yağmaladığımızı da hissetmek zorunda kalacağız.” Dr. Mehmed Doğan


*”O, müslümanın şuurlu, genç ve dinamik olanına karşı büyük hayranlık duyardı” Dr. Coşkun Yılmaz


* Ali Ulvi Kurucu, neslimizin emsaline pek aşina olamayacağı, sözle eylemi birleştiren bir üstad, zamanı inşa eden bir mimar, bir gönül imarcısı, ümit aşçısı, heyecan abidesi, gençlik sevdalısı, bir evvel zaman ustasıydı. Dr. Coşkun Yılmaz


* Ben, onu bir baba dostu olarak tanıdım. Kelimenin tam anlamıyla âlim olduğu kadar şairdi de. 1979'da ben kendisiyle mûlâkî olmak fırsatını elde ettiğim için hamdederim. Tanıdığım zaman aynı zamanda hâfız olduğunu da öğrendim. Buradaki hâfız kelimesini Kur-an'ı Kerim'i usûlüne uygun kıraat edebilen bir hafız anlamında kullanıyorum. Yani Osmanlı kültüründeki musikîyi en ince nüanslarına kadar bilen hafız ve aynı zamında icrakâr bir hafız olduğunu anlamıştım. Ki bu tarafı Ali Ulvi Bey'in bugünkü tarifiyle söyleyecek olursak musikişinaslığını ifade eder. Nitekim Medine'de Sabah Ezanı yazısında da Reisiyye'de okunan ezanları, nağmeler ve gösterilen perdeleri sırasıyla sayması onun musiki bilgisinin zenginliğini gösterir. Sonra yine hatta aşinalığını anladım. Hattan anlamak zevk almak belki hattat kadar yakınlığı gerektirir. Hocaefendi merhumda bu özellikler vardı. Yine onun bir başka yönü de gerek Mısır'da gerek Medine ve Türkiye'de bulunduğu yıllarda İslâm Âleminin önemli zevatını tanımış, onlarla sohbet etmiş, müşaverede bulunmuş olmasıdır. Ona bir İslam münevveri demek daha doğru olur kanaatindeyim.


Ayrıca her Türkiye'ye gelişinde mutlaka, sonra da arada bir uğurlarken bir celse yapmak âdetimiz olmuştu. Bu celselerde de özellikle şunu gördüm. Gençlere çok yakın ilgi gösteriyordu. Onların ilgi alanına giren hususları bir iki sualle çok güzel tespit ediyor, sonra her yaştan, her seviyeden insanların ilgi duyabileceği bir üslupla sohbet ediyordu. Ben onu insanları cezbedici ve kendinden verebileceği her şeyi bezleden bir hocaefendi olarak gördüm. Prof. Dr. Mustafa Uzun


*Medine'deki ihtiyaç sahibi bütün Türklerin neredeyse tek adresiydi. Hepsinin ihtiyacını karşılar, hiç kimseye hayır demezdi. Doğumdan ölüme Türklerin Medine'deki hâmisi oydu. Devlet dairelerinde işi olan onu bulur, mahkemede davası olan ona müracaat eder, evinde kavga eden ona derdini açar; o da büyük bir sabır ve tahammül ile hepsini dinler hepsinin işini görürdü. Bazen birileri gelir onun çok iyi bildiği konuyu ona anlatır, o da karşısındaki kırılmasın diye çok iyi bildiği o konuyu hiç bilmiyormuş gibi dinledikçe "Öyle mi?" diye mukabele eder, karşısındakini asla kırmazdı. Resul Tosun


* Hafız-ı kelam'dı. Hatim ile teravih kıldırırdı. Musikinin bütün makamlarına aşinaydı ve yeri geldikçe icra ederdi. Hele bir de musikiden anlayan birileri gelmişse bizim keyfimize diyecek yoktu. Biri bir makamda birkaç ayet okur, öteki alır başka bir makama geçer. Sonra ilahi faslı başlar. Değişik makamlarda ilahiler icra edilir. Sıra şiire gelir. Ali Ulvi Bey bir Türk şairidir ama aynı zamanda Arap ve Fars edebiyatına vakıf bir insandır. Arapça Farsça şiirler inşad ederdi. Gece serinliğinde Uhud dağı eteklerinde geçirdiğimiz o güzel muhabbetleri unutmak ne mümkün.. Resul Tosun


*Meclisinde bulunanlar bunu çok iyi bilirler. Onun meclisinde güzel bir hava meydana gelirdi. Ayet-i celîleler, hadisi şerifler ve bunlardan mülhem ulemanın güzel sözleri, kendilerinin de ayrıca onlardan anladığı şeyler, bunlar bir arada dinlenir, güzel bir hava kurulurdu. Herkes neşe içinde oradan dağılırken tekrarını da arzu ederdi. Biliyorsunuz dünyada iki merdiven var. Biri "Alâyı İlliyyin" e doğru, biri de "Esfeli Safilîn" e doğru. Merhum hocamız her adımında "Alayı İlliyyin" e doğru giden merdivende yürüdü. Onun için şehadet bu. Allah gani gani rahmet eylesin. Bu dünyada öyle insanlar var ki, o "Alâyi İlliyyin" e çıkan merdivenlere basarlar, onların yarını bu gününden iyidir. Öylesi de var ki "Esfeli Safilîn" e doğru giden merdivene basar. Onun da bu günü yarınından iyidir. Daima aşağıya doğru gidiyor. Her adım ve yürüyüşünde. Ali Ulvi Hocamız ulemayı amilîndendi. İlmiyle amel eden zâtlardandı. Allah Ali Ulvi Bey'den razı olsun. Bizi de onun yolundan götürsün. Enver Baytan


Onun sohbetinin tadını bilenler az değildir. Yıllardır dergi ve gazetelerde kendisiyle yapılmış röportajlar, hiç olmazsa bir kısmımızın hatırında olmalıdır. Hiçbir soru karşısında duraklamayan; ne söyleyeyim, nasıl söyleyeyim tedirginliğine asla kapılmayan ve öylesine kendiliğinden akıp duran bir konuşması ve sohbeti vardı. Hep gülen bir yüzle ve de dinleyenlerde hikmet tesiri bırakan "hakimane bir dil" ile konuşurdu. Onun sohbetini dinlemekten, kim olursa olsun haz duyar, asla bıkkınlık hissetmezlerdi. Onun konuşmalarındaki hikmetli edâ, yıllardır dikkatimi çekerdi. Türkiye'ye her gelişlerinde; kendilerini ziyaret edenlere yaptığı sohbetler, ne kadar sıcak ve ne kadar içten bir tesir bırakırdı. Şimdi düşünüyorum da, Türkiye'de din adına yazan ve konuşanlar arasında böyle bir tavır ve üslup örneğine hemen hemen tesadüf edemiyoruz desek yeridir. Ömer Rıza Belviranlı-


"Gümüş Tül ve Alevler okununca görülür ki onun şiirindeki ızdırap; Ahmet Haşim'deki gibi "yar'in dudağından getirilmiş bir alev"in yakıcılığı değil, tam tersine, maşerî İslâm vicdanından yansıyıp duran bitmez tükenmez tûfanlardan kuvvet alırdı. Bunun içindir ki, üstadımı yakından bilip tanıyanlar, onu hep "Akif-i Sânî" olarak kabul ederler. Leylâ'yı, Secde'yi, Bülbül'ü, Köse İmam'ı yazan Akif gibi, o da zamanımızın Akif'i idi.


Fakat bence bu yetmez: Onda biraz da masumâne bir edâ vardı. Yani dinî bir ideolojiye, kuru ve kaba bir zihnî muhakemeye indirgeyen çağdaş söylemin üstünde kalan bir taraf vardı Ali Ulvi Bey'de. Daha doğru bir ifadeyle de onun şiiri, dinî bir lirizm olarak hepimizin ızdırabını terennüm etmekteydi. Münacâatların ve na'atların asırlardır terennüm ettiği ve bugün neredeyse unutur gibi olduğumuz bir dinî lirizmdi bu. Ömer Rıza Belviranlı-


SÖZLERİNDEN SEÇMELER


***İnsan sadece şahsî hedef ve gayelerini ön planda tutarak yaşarsa vefatıyla hatıralardan silinir. Cemiyet, millet ve fikirleri uğruna yaşayanlar, ölseler de gönüllerde kalıcıdırlar. Gözler hep onları arar ve özler. Kim severek yaşarsa sevilerek ayrılır ve unutulmaz.


***Salâvat ümmetlik şuurunun ifadesidir.


***Adetlerin en güzeli bir alışkanlığın esiri olmamaktır.


***Hayatta muvaffakiyet şartlarından biri de irade sahibi olmaktır.


***Aslında insan, gönülden ibaret değil midir?


***Her eser güttüğü davadan alır kıymetini denildiği gibi, sohbetler de, gaye edindikleri hedef bakımından mana ve değer kazanırlar. Sohbet vardır: Bir ferdin derdini mevzu eder. Sohbet vardır bir ailenin hayati meselelerini görüşür. Sohbet vardır bir milletin dert ve davalarını da aşarak bütün bir insanlığın asırlarını ve nesillerini kaplayan büyük davaları gaye edinir.


*** Peygamber-i Zişan Efendimizin siret-i seniyyeleri ile bizzat O’nun nur ve irfan müesseselerinde yetişen Sahabilerin hayat safhalarını, sohbetlerimizin mihrak noktası kabul etmek, yapılacak hizmetlerin en faydalısı olacağına, bütün ruhumla inanmış bulunuyorum.”


***“Kitap yazmak üstüne ne kadar konuşulsa azdır. Eskiden vaaz her işi halleder sanıyorduk, olmadı. Kitap çok mühimdir, camiye gidemeyenleri camiye çekmek için kitap bir vasıta durumundadır."


***"Bizim arzu ve irademiz bütün dünyanın Müslümanlık şerefine yükselmesidir. Her insanı din kardeşi olmaya namzet görüp onu sevmeli, onunla ilgilenmelidir. Değil falan insan falan kavim; deniz dalgalarının kumların, ağaç yapraklarının bile Müslüman olmasını isteriz."


BAZI ŞİİRLERİ


Şiirleri arasında kendisini en çok etkiyen beyit:


“Çiçekler, laleler güller sana ilan-ı aşk eyler


Gönüllerde esen bad-ı sabâsın ya Resulullah”





“Genç adam; sen saracaksın kanayan her yarayı,


Boğacaksın; seni iğfal edecek yaygarayı...


Bir asîl at gibi şahlan, vurulan gemleri kır!.


Nerde hakkım diye, bir kerrecik olsun haykır!..


Yeter artık; sona ersin, şu asırlık uyku!..


"Akif'in marşını, şimşek gibi bir sesle oku!..


"Akif" olsaydı da, görseydi bu parlak gününü,


Ebediyyetlere yaymışdı eminim, ününü..”





“Her ismi güzel Rabbini, bin şevk ile an da,


Kalbindeki mihraba, büyük cazibe insin!..


Gözden boşanan sel gibi yaşlarla yıkan da,


Güllerden uçan rayiha, her zerrene sinsin!.”


“Çoğaldı cürm ü isyânım benim pek yâ Rasûlâllah
Kati müşkil huzûr-i Hak’ka gelmek yâ Rasûlâllah!.

Erişmezse bana lûtfun efendim rûz-i mahşerde
Mekânım nâr-ı dûzeh ola bî-şek yâ Rasûlâllah!.

Bırakma bendeni ol gün açılır çün Livâ-ül-hamd.
Beni de ol livânın tahtına çek yâ Rasûlâllah!.

Ümîdim var, yine mağfûr ü mesrûr olurum ol gün
Girince destime pây-i mübârek yâ Rasûlâllah!.

Bihâkkı Hazret-i Zehrâ bihakkı Hazret-i Sıbteyn
Sana geldi kulun Ulvi, dahîlek yâ Rasûlâllah!.”

“Ta arşa kadar yükseliyorken şu ezanlar,

Bir anda gelir his ve huşu alemi vecde...

İnsan bu huşu ufkuna yükseldiği anlar:

Mi' rac olur Allah'a, gönüllerdeki secde”

“Allah’a dayan, gayene tevfikini versin.

Kur’an’a sarılmazsan eğer yes’e düşersin”

“Nasıl gafil yaşar insan meleklerden muazzezken

Ne hüsrandır bu Allahım, hayalim ürperir cidden”



“Ey ömrünü bir gayeye vakfeyleyen insan,
Göğsündeki imanına mazi bile hayran!..

Tebrik ediyor, bak seni, mabedler ezanlar,

Ey Hak yolunun yolcusu: Kurban sana canlar!..

Oldukça o yüksek idealler sana hâkim,

Sarsılmayan imanına zincir vuracak kim!

Alkışlıyor iclalini göklerde melekler,

Atide nesiller, senin irşadını bekler!..

İnsanlığa örnek ideal ufkuna yüksel;

Kopsun seni artık, can evinden vuracak el!..”


“Şiir andırmalı, bir taze çiçek bahçesini

Okuyan duymalı gülşendeki bülbülün sesini”



“Yetişirken de yetiştirmeyi din borcu bilen,

Dini ihya edecek hizmete candan eğilen,

Genç nesiller olacak, ye’si ümitlerle silen…

Bu büyük nesli yetiştirmenin ulvi emeli,

Müslüman cephede, bir marş olarak gürlemeli”



“Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh en geniş âlemlere, yerden...

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden

Geçmiş gibi, Cennet’teki gül bahçelerinden”


ESERLERİ


A-Telif


1-Gecelerin Gündüzü(Makale ve röportajlar)


2-Gümüş Tül Ve Alevler


B-Tercümeler


1-İslam Şairi Muhammed İkbal-Ebul Hasan en Nedvi’den.


2-Parlayan Nur-İbrahim b. İdris Es Senusi’den.


3-Zulmeti Yıkan Nur- İbrahim b. İdris Es Senusi’den-basılmamış-


4-Yirminci Asır Mütefekkirlerinin Hakkı arayışı-Abbas Mahmud Akkad-basılmamış-


C- Hatırat


Bir Ömürden Sayfalar-Haz: Sare Kurucu


Not: Tüm eserleri Marifet Yayınlarınca basılmaktadır.


KAYNAKLAR

1-Gecelerin Gündüzü-Ali Ulvi Kurucu-Marifet Yayınları-İst–2004

2-Bir Ömürden Sayfalar- Sare Kurucu- Marifet Yayınları-İst–2002

3-Ali Ulvi Kurucunun Ardından-A. Ulvi Arıkan- Marifet Yayınları-İst–2002

7-Aksiyon- Sayı:118
8-Altınoluk Dergileri-Sayı:11,43,44

9-Özgür ve Bilge Dergisi-Sayı–2

10-Zaman- 05.02.2002

11-Zaman- 16 Şubat 2002

12-Yeni Asya:05.02.200

13-Yeni Asya: 04.02.2006

14-Yeni Şafak-10.02.2002

15-Fasıldan Fasıla–1-M. Fethullah Gülen-Nil Yayınları-İzmir–1997

16-Emirdağ Lahikası-Sözler Yayınevi-İst–1993

17-Feyizli Sözler-Rafet Küllüoğlu- Cihan Yayınları-İst-

18-Altınoluk- Mart-2002

Salih OKUR

Kaynak : Cevaplar.Org
 
Üst