Ali ulvi kurucu bey

mihrimah

Well-known member
O’nu anlatmak için “Medine-i Münevvere’de büyük bir âlim” “Akif-i Sâni” “Osmanlı irfan hayatının son yadigârlarından biri”Aruzun son temsilcisi” vs. bir çok tanımlamalar yapılmıştır ve hepsi de çok doğru, hepsi de çok uygun, hepsi de çok güzeldir.


Ama bunların verâsında, onu âli ve ulvi kılan şey şu mısraında gizli gibime gelir;


Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..
Evet, Efendiler Efendisinin bağrı yanık bir bülbülü olabilmek, her bezmi onun kudümüne vesile saymak, bir ömrü onun şahsiyeti etrafında örgülemek, bu şerefe, bu nimete nail olmak bahtiyarlığın en büyüğüdür. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi buna işaret sadedinde, Fasıldan Fasıla adlı şaheserinde şöyle diyor: “Mücrimim, gerçi Muhammed Mustafa hayranıyım” diyen, bunu hakikaten yürekten söyleyebiliyorsa, bu onun kurtuluşuna yeter kanaatindeyim.”


Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.”



O, hep komşusu olduğu Nebiler Şahı(SAV)’nın misk-ü amber kokusunu tüttürdü sözlerinde, sohbetlerinde, şiirlerinde ve de hallerinde.. Hani bir aşk beyti vardır ya; ‘Ez sohbeti gariban. Bûy-i Muhammed Ahmed”(Biz öyle garipleriz ki, bizim sohbetimizde ancak Ahmed, Muhammed kokuları tüter.)


Bu aşk çağlayanını en evvel- Birçok risale okuyucusu gibi-Tarihçe-i Hayatın önsözünde samimiyet kokan tahlilleri ile tanımış ve pek sevmiştim. Şifahi olarak da İstanbul’da, kendisinin adaşı ve kendisi gibi hafız olan bir hizmet kahramanının adıyla serfiraz müessesenin salonunda, gözyaşları dolu bir gecede dinlemek “sizler benim kabul olmuş dualarımsınız” sözleri ile coşmak ve de –biraz cahil cesareti sonucu- takkesini hediye almak şerefi nasip olmuştu..


Kendisinin bir yerde buyurduğu gibi; “bir büyüğün hayatını yazmak kolay olmasa gerek! İnsan hangi meziyetinden ve hangi faziletinden başlayacağını bilemiyor.”


Ruhaniyetinden özür dileyerek…


NEŞ’ET ETTİĞİ ÇEVRE


Ali Ulvi Kurucu İstiklal Harbi’nin zafere doğru ilerlediği günlerde, 1922 senesinde, Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi olan Konya şehrinde dünyaya geldi. Sülalesi Hocazadeler olarak bilinen maruf bir ailedir. Bu aile âlimler yetiştiren bir ailedir.


Dedesi Hacı Veyis Efendi(1860–1935) “sadece bir alim değil, güzel meziyetlerin hepsine sahip mühim bir şahsiyet, rahmetin damla halinde inmesi gibi vakur ve heybetiyle beraber sevimli bir insandır. Ali Ulvi Bey ilk ruhi ilhamlarını bu muhterem zattan almıştır denebilir. Bir yerde ondan; “Zühd-ü takvada benzerine rastlamadığım” diye bahseder. Bir Radyo programında hatıralarını anlatırken dedesini şöylece tarif eder; “Dedem hayatım boyunca gördüğüm alimlerin en muttakisi, en dindarı, en irfanlı ve faziletlisi bir zat idi


Diğer bir feyiz kaynağı da “Konya’nın ikinci Mevlanası” olarak bilinen, her yönüyle kemalatın zirvelerinde gezinen ve Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin ifadesiyle “Konya’nın bir daha kendisi gibi bir âlim göremeyeceği” Üveyszade Hacı Mustafa Efendidir.


Babası İbrahim Efendi aynı zamanda hocasıdır. Ve Ali Ulvi Bey bu üç insan için; “Üçü de yakın tarihlerde emsali nadir görülen kimselerdendi” demektedir.


Annesi Sare Hanım, Ali Ulvi Bey dört yaşında iken bu gam yurdundan sürur âlemine intikal eder. Annesininin ailesi, hocazadelerle yakın akrabalık şerefini kesmemek için kardeşi Aliye hanım’ı da İbrahim Efendiye nikâhlarlar. Aliye hanım idaresi, şefkati ve yakınlığı ile anne yokluğunu hissettirmez. Hem annesi hem teyzesi olur..


“Konya’nın en mütedeyyin ve en muhafazakâr hanelerinden biri” olan bu kutlu hane sanki bir akademi hüviyetindedir; “Dedem, amcam, babam oturduklarında, evde konuştuklarında tuhaf gelir size, herkesin konuştuklarını konuşmazlardı. Evimiz sanki bir medrese idi bir akademi idi. Ya ilim konuşurlar, ya hadis, ya ayet konuşurlar, ya dedemin, amcamın, babamın mütalaaları esnasında zorlarına, tuhaflarına, ızdıraplarına giden bir meseleyi görüşürlerdi.”


Her büyük insan gibi Ali Ulvi Efendi de sevgi halesi içinde yeşerir: “Henüz dört yaşımda iken anneden öksüz kalmamla, gerek baba tarafından, gerek anne tarafından candan alaka görüyordum. Özellikle anneannemin göz bebeği idim. Sevgi ve rahmet duyguları ile birlikte yetişmem için son derece titizlik gösteriliyordu.”


İLK EĞİTİMİ


Okul çağına girdiğinde ilkokula gider, fakat dedesinin torununu okulda ziyaret edip, ortamı görmesi üzerine okulu dışarıdan bitirmesine karar verilir ve yedi yaşında hafızlığa başlar. Bu sırada babasının imamlık vazifesinin Göçü köyüne nakli ile köye taşınılır. Burada Murat hoca adlı iyi bir hoca sayesinde hafızlığı güzel ilerler. Hıfzını babasında ikmal eder: “Bu emekler sayesinde on yaşımda, camilerde, diğer hafızlarla mukabele okuyan “Hafız Ali” oldum. Küçük yaştan itibaren güzel sesle Kur’an-ı Kerim, kaside ve naat okuyanlara aşinalığım vardır.”


Bir başka yerde hafızlığı hakkında şunları dile getirmekte: “ Allah’ın izni, dedemin duası, babamın himmeti, Murat hocamın gayreti ile hafızlığım kuvvetli oldu..


Babası oğlunun okumasının daha güzelleşmesi için onu Kur’an mektebine kaydettirir. Amcası ve babasından sarf, nahiv okumuş, bir başka hocadan da Kifaye kitabını bitirmiştir. Bu sırada ilkokul ve ortaokulu dışarıdan tamamlamıştır.


Genç yaşlarında babasının bakkaliye dükkânında çalışmaya başlar. Dedesi onu bakkalda çalışır görünce; üzüntülü bir halde “Biz Ali’yi ilimle ilgilensin isterdik” demesi pederi İbrahim Efendiyi derinden etkiler ne pahasına olursa olsun Ali Ulvi’yi okutma kararı verdirir.


O SENELER


Küçük Ali Ulvi’nin gençliğe adım attığı o yıllar İslam’ın İslam diyarlarındaki gurbet seneleridir. Er olanın yağ gibi eriyip gittiği, şirin erlerin toprağın altına yattığı, sümbüller yerine zehirli dikenlerin bittiği, peteklerde balların kalmadığı seneler… Bayburtlu Zihni’nin deyişi ile


Vardım ki yurdunu ayak göçürmüş,


Canan göçmüş ıssız kalmış otağı;


Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş,


Sâkiler meclisten kesmiş ayağı.”


O günleri yaşayan her iman sahibinin sesi soluğu bu şekilde tüter. Onlardan bir dertli, karşısında gördüğü bahar hediyelerine şöyle demekten kendini alamaz; “O bakımdan siz çok bahtiyarsınız. Bilmem ki bu bahar yamaçlarında, bahar yamaçlarının gülünün kıymetini bilebilecek misiniz? Kış görmeden bilmem ki baharı takdir edebilecek misiniz? Bir kaç şeyine bile bizim neslimiz ve bizden evvelkiler sağda solda dolaştı, ona destan kestiler. Acaba aralanan şu karın, şu buzun arasından bize tebessüm eden bir kaç şeyi görebilir miyiz?” dediler…


HİCRET


Ortamın değil çocuk okutmak, bir mümin için nefes bile alamayacak hale gelmesi üzerine babası İbrahim Efendi kutsal topraklara hicret etme kararı verir. Ali Ulvi Bey bir sohbetinde o elemli günleri şöyle anlatmakta; “Yıl 1938. Babamla birlikte Konya’da bir kunduracı dükkanına gitmiştik. Yaşlı kunduracı içeri girdiğimizde gözlerinden sicim gibi gözyaşı akıtarak bir gazete makalesi okuyordu. Selam verip içeri girdiğimizde, başını kaldırıp selamımızı aldı. Babam kunduracıya sordu; “Hayrola niye ağlarsın böyle?” Kunduracı yaşlı gözlerle, Falih Rıfkı Atay’ın yazmış olduğu bir makaleyi okuduğunu, ona ağladığını söylüyordu. Ve babama; “ben okudum, buyurun siz de okuyun” diyerek gazeteyi uzattı. Babam, kunduracıya yapılacak işleri tarif ettikten sonra kunduracıdan ayrıldık. Babam eve kadar dayanamadı, kunduracının gösterdiği makaleyi yolda giderken okumaya başladı. O da ağlamaya başladı. Ben şaşırmıştım. “Kunduracıyı ağlatan, seni ağlatan şey nedir?” diye babama sordum. Babam; “Yavrum Falih Rıfkı Atay nasıl bir makale yazmış, biz sizi nasıl yetiştireceğiz böyle?” Makalenin başlığı şöyle idi; “10.Yılda ezanın susturulduğu, Mabetlerinin her gün ahıra çevrildiği bir şehir yarattık” diyordu Ankara için. Bu, babamı ve bütün inananları ciddi şekilde üzmüştü. Eve vardığımızda aile büyüklerimiz bir araya gelerek karar aldılar, Medine’ye hicret etmek için. Amcam Hacı Veyiszade Konya’da çok sevilen alim bir zattı. Bu kararda onun etkisi büyük oldu.” Gün günden beter gelmektedir sanki: “Bir gün polis geldi, bizi ve pederi götürdü. Peder dedi ki; “Oğlum benim aşkım sizi okutmak, seni ben Mısır’a göndereceğim, El Ezher’e.”


Babasını bu kararından caydırmak için Konya ileri gelenleri çok uğraşır ama nafile..Bir kere de meşhur alim Hülasat-ül Beyan adlı mübarek tefsirin sahibi Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’nin huzurunda bu istek tekrarlanınca, İbrahim Efendi heyecanları dorukta şöyle haykırır: “Hacı Mehmed ağa! Yurdumda garip oldum yahu! Oğlumu okutamıyorum. Bütün melanet serbest, polisin işi yok, gücü yok, beni takip ediyor. Hapse götürüyor. Bir tarlam vardı, onu sattım. Ailemin ziynetini sattım. Onlar bitinceye kadar bunları okutacağım. Biterse sakalık(su satıcılığı) yapacağım. Hüccaca (Hacılara) su taşıyacağım, hamallık yapacağım.” Vehbi Efendi bunu duyunca; “Hacı Mehmed ağa, bu hale gelmiş imana aşk derler, aşk. Bunun önünde durulmaz. Bırakın gitsin de, yavrularını okutsun. Benim iki oğlum var. İkisi de cahil kaldı. Birisi tüccar oldu, birisi hukuk mezunu oldu. Kitaplarım hangi mezatta satılacak, onun gamını çekiyorum” demiş.


SEVGİLİNİN DİYARINA DOĞRU


1939 senesi Kurucu ailesi için hicret senesidir. Arkada gözü yaşlı yâr ve yâranlarını bırakarak, trenle İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Burada Arabistan’a giriş vizesini ve Mısır’da okuması için Türk öğrencilerin kaldığı, Revak’ul Etrak Yurdunda kalma izni aldıktan sonra 23 Şubat 1939 senesi bir gemiyle İstanbul’dan ayrılırlar. Yorucu ve zahmetli bir seyahatin ardından bu güzide aile Cidde şehrine varır. Beş ay kadar Mekke’de kaldıktan sonra görüşmeler neticesi Medine’ye yerleşmeye karar verirler. Çünkü hadisi şerifin ferman ettiği gibi; “iman Medine’ye yılanın deliğe çöreklendiği gibi çöreklenmiştir” ve “iman Medine’ye iltica etmiştir.”


GURBET İÇRE GURBET


Kurucu ailesinin diğer fertleri Medine’ye doğru karayoluyla giderken, genç ilim taliplisi Ali Ulvi de Cidde’den gemiye binerek Mısır’ın yolunu tutar. Önünde büyük ufuklar vardır ve Mısır hayatı Ali Ulvi Beyin inşa edildiği yıllardır.


O sırada Mısır, irfan hayatı bakımından çok velud dimağların bulunduğu bir kültür hazinesidir. Osmanlı çınarının yıkılırken eteğine döktüğü enfes meyvelerden bazıları Mısır’dadır; Son Osmanlı Şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi-ki kanaatimizce Ali Ulvi beyi Mısır’da en çok etkileyen kişidir- Düzceli allame Zahid el Kevseri, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı Yozgatlı İhsan Efendi, Mustafa Sabri Efendinin kıymetli oğlu İbrahim Sabri bey gibi..


Ali Ulvi Bey o günlerin Kahire’sinin fikri zenginliği hatıralarında şöyle yâd eder; “O zamanın Kahiresi, fikir yönünden son derece canlı idi. Doyurucu makaleler yazanlardan, yepyeni düşünceler ortaya koyan fikir adamlarından, herkesin okuyup tartıştığı yazılardan ve kitap bakımından zengin idi. Dini görüşlerin tartışılması da apayrı bir yer tutmakta idi. Benim için, istifade edebileceğim, bildiğini iyi bilen, bilmediği konuda söz söylemeyen, çilelerin içinden gelmiş, görmüş ve geçirmiş şahsiyetler de hep orada idi.”


Ali Ulvi Bey’in bir yandan derslerinde başarıları devam ederken öte yandan Yozgatlı İhsan Efendinin kendisindeki şiire kabiliyeti keşfi ile bu vadide de ilerlemeye başlar: “Benim şiir kabiliyetim onun ve İbrahim Sabri beyin elinde kendini göstermeye başladı. Her fırsatta şiirden bahisler geçerken kuvvetli bir cazibeyle bu güzel sanata hayranlığım ilmi şekilde çerçeveleniyordu.”


Hocası her konuda ona yol göstermektedir; “İlk aylarda Arapça kompozisyon yazabilmek için, Ürdün’de doğmuş ve okumuş Dağıstanlı Burhaneddin Efendi’ye gitmemi tavsiye etti. Yazımın ilerlemesi için de hattat Akil’den Rik’a dersleri alırdım. Böylelikle hem edebiyatımı, hem de yazımı ilerlettim.


Ali Ulvi beyin hattı o kadar ilerlemiştir ki, Mustafa Sabri Efendi’nin bir eserini formalar halinde tekrar yazıp matbaaya götürdüğünde matbaadakiler şöyle demekten kendilerini alamamıştır; “Bu kadar güzel yazı ile matbaaya kitap gelmemiştir.”


İhsan Efendi’nin; “Eski usulde okuyun, Fatih, Bayezid medreselerindeki gibi, ben öyle yetiştim” şeklindeki tavsiyesi doğrultusunda Ezher’in Kısm’ül-âm bölümüne kayıt yaptırır. Okulun ilk merhale olan “Ehliye” imtihanını kazanmış, yüksek diploma sayılan “Alemiye” imtihanına hazırlanırken babası İbrahim Efendi’nin ansızın 1945’de vefatı üzerine tahsilini tamamlayamadan aile riyasetini üzerine almak üzere Mısır’dan ayrılarak Medine’nin yolunu tutar.


MEDİNE GÜNLERİ


Güzel bir tefavuk olarak, kendisinden “sohbetlerinden hayran kaldığım, çok şeyler öğrendiğim ve birbirinden güzel ortak hatıralarımız olan” diye bahsettiği merhum Hasan El Benna ile birlikte Hicaz topraklarına yolculuk eder. Ve artık Resulullah’ın mücaviri olarak geçireği kutlu günler başlamak üzeredir; “Kervan Medine’ye yaklaştıkça içimde bir ferahlık, huzur ve huşu hissediyordum. Artık bu şehir benim için yeni bir vatan olacak ve gelecek hayatım bu topraklar üzerinde gelişecekti. Rabbime sonsuz hamd ve şükürler ederek Peygamber Efendimizin değerini bilenlerden olmamı niyaz ettim.”


Hani bir söz vardır ya; “hamdım, piştim, yandım” diye. İşte altı senelik Mısır hayatında en güzide mana aşçılarının elinde pişen Ali Ulvi Bey için Medine günleri sonsuz Allah aşkı ve Resul sevgisiyle yandığı, o nispette de çevresindekilerde yangınlar tutuşturduğu zamanın altın dilimleri olmuştur: “1946 senesinin Hac mevsiminde geldiğim Medine’de geçirdiğim günler ömrümün en güzel, en verimli, en feyizli ve en faydalı günleri idi. Fikir ve görüşlerinden istifade edebileceğim çok çeşitli şahsiyetlerle görüşme fırsatı buldum.” “En verimli şiir hayatım Medine’de başladı. Bu şehrin vakte ve ömre kazandırdığı bereketten benim de istifade imkânım oldu. Resulullah’a yakın olmak benim için nur üstüne nur oldu; hele kendilerini rüyalarımda görüşümle elde ettiğim feyiz ve hazzı ifade edemezdim; zira bu haller yaşanarak tadılır ve tattıkça yaşanır.”


1947 senesinde kendileri gibi muhacir, Konyalı baba dostu İbrahim Efendi’nin kızı Fatımahanım ile evlenir. Bu evlilikten birisi kız üç evladı olur.


Medine’ye döndüğünde kendisini karşılayan tabloyu şu şekilde anlatır; “Yeni ilklim ve şartlara intibak etmem gerekiyordu. Karşımda aşılması zor merhaleler vardı. Genç yaşta dul kalmış annem ve yetim iki kardeşim karşılarında ancak beni buluyorlardı.”


Aile geçimini sağlamak için bir süre mendil çizimi ve basımı işle uğraşır, maarif okullarında hocalık yapar, Sonra Evkaf Dairesinin mahtutat ve arşiv dairelerinde çalışır. Daha sonra 1953 senesinden emekli olduğu 1985 yılına kadar çeşitli kütüphanelerde müdürlük yapar. Bu sırada bir çok eski eserin tasnif ve incelemesi ile uğraşır, ilim ve kültürünü artırdıkça artırır.


ÖMÜR AĞACININ SON GÜNLERİ


Emekli olduktan sonra Türkiye’ye gelmelerini sıklaştırır. Her gelişi büyük fütuhatlara vesile ve gönül ülkelerini serinleten bir sağanak yağmur gibidir. 1994 Ramazan ayında ağır bir felç geçirmesine rağmen faaliyetlerine ara vermez. Ömrünün son yıllarında altı ay kaldığı ve her tarafını karış karış gezdiği Anadolu’da yeni yetişen gençliği göz yaşları ile selamlar;


Ne gelen var, ne giden var; ne gülümser bir yüz.


Yolcu yorgun, yük ağır, menzil uzaklarda henüz.


diye milletçe ümitsizliğe düşmüştük dün,


Uyanış fecri ufuklarda belirmekte bugün”


Genç nesilden bize hep müjdeci sesler geliyor


Uyanış fecrini marşlarla bütün besteliyor


Taşı toprakları yurdun dile gelmişçesine


Uyuyorlar koro halinde İlahi sesine”


Son aylarında sıhhat problemleri iyice artar ve 3 Şubat 2002’de ircii emrine münkad olarak Medine’de şeb-i arusuna erer. Allah Rahmet eylesin. Başta ülkemiz olarak geniş bir çevrede yankı uyandıran vefatı dolayısı ile bir çok yerde gıyabi cenaze namazı kılınan Ali Ulvi Efendi Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilir..


ŞAHSİYET VE AHLAK-I HAMİDESİ


Onu “tam bir insan-ı kâmildi” diyerek özetleyebiliriz aslında. Sünnete ittibası çok yüksek olduğundan Peygamber’in ahlakının bir yansıması vardı onda. Muhterem hocamız Hayreddin Karaman Beyefendi onu şu güzel ifadelerle anlatıyor: “Yüzünde Muhammedî nurun izleri vardı; mütebbessim, mevzun (ölçülü), nurlu bir yüz. Onunla bir mekanı ve zamanı paylaştığınızda, o zaman ve mekan, sizin hayatınızda, mutluluk, heyecan ve kemal yolculuğunda ileri doğru atılmış bir adımın anıtı olurdu. Oradan mutlaka güzel duygular ve faydalı bilgilerle ayrılmış olurdunuz.”


Mustafa Özcan bey de şunları ifade ediyor; “Ali Ulvi Bey arif meşrep kişiliğiyle adeta bir pamuk dedeyi çağrıştırıyordu. Fikrin katılığının yerine, gönlün yumuşaklığı vardı onda. Mücessem bir hamiyet timsali idi. Cakarta’dan Tanca’ya; İslâm dünyasının dertleriyle hemdert olurdu.”


Dr. Coşkun Yılmaz beyefendi de şu bilgileri veriyor bize: “Arif, abid, zahid, nezahet ve nezaket sahibi, zarif, latif, sevimli, tertipli, mütevazıydı.Tatlı dilli, güler yüzlü, güzel giysili idi.”


MÜMTAZ VASIFLARI


A-Peygamber Sevgisi


Ali Ulvi Bey denince akla hemen İnsanlığın İftihar Tablosuna karşı duyduğu derin sevgi ve bağlılık gelir. Bu konuda ne hisli terennümleri vardır;


Çiçekler, lâleler, güller sana ilân-ı aşk eyler


Gönüllerde esen bâd-ı sabâsın Yâ Resulullah


Burada bunların en meşhur üç tanesini kaydetmeden geçemeyeceğiz:


RÛHUM SANA ÂŞIK


Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân’dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman’dır Efendim.

Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkını Kur’an’dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim.

Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ
Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim.

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın
Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim.

Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından,
Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.






DERDİMENDİM


Derdimendim yâ Rasûlallah, devâ ol derdime,
Destgir ol, yâ Habiballah, bu asî mücrime!..
Sen şefâat kânı varken, yalvarayım ben kime?..
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Bûy-i vaslındır, muattar eyleyen sünbülleri,
Nur cemâlinden eserdir, bağ-ı aşkın gülleri,
Gül cemâlindir Habîbim, mesteden bülbülleri,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım

Cânını cânâne kurban eyliyor pervâneler,
Bezm-i vaslın neş'esinden, gaşyolur mestâneler,
Aşıkın gözyaşlarından, doldu hep peymâneler,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım..

Ermek istersen, O şâh'ın himmet-ü imdâdına,
Cânü dilden âşık ol sen; "İsm-i zât" evrâdına,
Ses verir (Ulvî); melekler âteşin feryâdına,
Ben Rasûl-i Kibriyânın, bülbül-ü nâlânıyım.
Mücrimim gerçi, cemâl-i Mustafâ hayrânıyım





DOĞMAZDI KALBE İMAN


Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur'an,
Meçhul olurdu esmâ, Levlâke yâ Muhammed!
( Sensiz cânım Muhammed)

Mâtem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler,
Mahzûndur Arş-i alâ, levlâke yâ Muhammed!

Feyzinle güldü âlem, gufrâna erdi âdem,
Ağlardı belki hâla, Levlâke yâ Muhammed!...

Sayende erdi insan Tevhîde, yoksa putlar,
Mâbûd olurdu -hâşâ- Levlâke yâ Muhammed!..

Şefkatli annesinden öksüz kalan yetîme,
Benzerdi sanki eşyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Gün görmeden baharlar, sislerle örtülürdü,
Zindan olurdu dünyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

İnler dururdu sesler, her nağme hıçkırıkdı;
Tutmuştu Arşı şevkâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Dünyâda tek hakîkat uğrunda can verenler,
Bulmazdı derde kimyâ, Levlâke yâ Muhammed!..

Al kan, figan içinde te'yîd ederdi zulmû;
Binlerle kanlı sehpâ, Levlâke yâ Muhammed!.





Bu bahse kendisinin gördüğü bir rüya ve üç müşahede ile son verelim; “Mehmed Zahid Efendi(1895-1980), Hacca gittiklerinde bir keresinde Ali Ulvi Bey’in müdürlük yaptığı kütüphanede kalmak, gece burada istirahat buyurmak ister. Ali Ulvi Bey; “şeref duyarım” cevabını verir ve şu rüyasını anlatır: “Geçen senelerin birinde, şu kanepede Peygamber Efendimizi yatar buldum. Peygamber-i Zişan kanepede yatıyor. Hz. Osman nöbet bekliyor başında. Ben de kapıda bekliyorum. Yukarıda hafif bir tıkırtı oldu. Peygamber Efendimiz derhal uyandılar.. Uyanması ile Hz. Osman’ın bir çırpınışları var; “Ya Resulullah rahatsız mı oldunuz? Rahat ettiremedim mi sizi” diye. Peygamber Efendimiz gül bahçesi gibi, mehtap gibi, avizeler gibi, nurlar içinde parlayan simasıyla; “çok rahat etmişim Osman” dediler…


Tabii bu rüyayı dinleyen Mehmed Zahid Kotku hazretlerinin o gece gözlerine edeben bir saniye bile uyku giremez..


Müşahedeler de şöyle; Dr. Coşkun Yılmaz Beyefendi anlatıyorlar; “1997 Haccında Esad Coşan Hocaefendi ile gidenler o yıl Arafat’ta Hocaefendinin yaptığı bir duadan söz etmişlerdi. Bu duayı, Berlin sokaklarında araba teybinden dinlemek nasip olduğunda,orada olmamakla birlikte, çok derinden etkilendiğim bir niyaz, bir yakarıştı. Bu duya şahitlik edenler arasında Ali Ulvi Bey yok. Ali Ulvi Bey daha sonra Esad Coşan Hocaefendiyi ziyaret gelir. Sohbet sırasında hocaefendiye şöyle der; “Efendi Hazretleri, siz Arafat’ta dua ederken Peygamber Efendimiz de “Amin” diyordu


Diğer bir müşahedesi de şöyle; Zaman Gazetesi eski müfettişlerinden Mehdi Yönet Bey anlatıyorlar: “1995 yılında Ankara’da yapmış olduğumuz Ebedi Risalet Sempozyumuna çok büyük katılım olmuş, salon tıklım tıklım dolmuştu. Cuma günü Şanlıurfa’da, Pazar günü ise Ankara’da yapılmıştı. Sempozyum bitimi İstanbul’a dönmek için Esenboğa Havaalanına giderken, Mustafa Yazgan hocamız da arabada bizimle birlikte idi. Mustafa Yazgan hocam Ali Ulvi Kurucu Hocam’a şöyle bir soru sordu; “Urfa’da yapmış olduğumuz sempozyumda kelimeler adeta kendiliğinden ağzımdan çıkıyordu. Ankara’da bunun tam tersi oldu. Kelimeler adeta boğazımda düğümleniyordu. Çok zorlanarak konuştum. Bunun sebebi nedir?” Ali Ulvi Kurucu hocam, elindeki asâsını yere 3 sefer vurarak; “Mustafa Bey, Mustafa Bey! Sen Ankara’da kimin huzurunda konuştuğunun farkında mıydın? Sabah saat 9’da sempozyum başlarken Fahr-i Kainat Efendimiz salonu teşrif ettiler. Sempozyum bitinceye kadar oradan ayrılmadılar. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun? O Güzeller Güzelinin huzurunda konuşmanın ne büyük şeref olduğunu biliyor musun?” diyordu…


Yine Mehdi Yönet beyin bir hatırası; Kayseri’de bir ziyaretlerinde bir ev kendilerine tahsis edilir ama Mehdi beyi bir türlü uyku tutmaz; “O gece bir türlü uyku tutmuyordu. İki de bir kalkıp abdest alıp namaz kılıyorduk. Gecenin bir saatinde kalktığımda Ali Ulvi Kurucu hocamla karşılaştım. “Ne o Mehdi yavrum, uyuyamıyorsun değil mi?” diye sordu. Ben de “uyuyamıyorum” dediğim de; “Mehdi yavrum, nasıl uyuyacaksın? Fahr-i Kainat Efendimiz burada. Onun olduğu yerde uyunur mu yavrum” diyordu. O geceyi sabaha kadar uykusuz geçirdik..


Salih Okur


Kaynak : Cevaplar.Org
 
Üst