Allaha teslim olmak ne demektir. Ibadet edenle kulluk eden arasindaki fark

realist30

New member
ALLAHA ULAŞMAK KULLUK EDENLE İBADET EDEN ARASINDAKİ FARK


KULLUK EDENLE– İBADET EDENLER ARASINDAKİ FARK- TAKLİDİ İMANLA TAHKİKİ İMAN -Allah’a sonsuz hamd ve şükrederiz ki bir zikir sohbetinde gene birlikteyiz. Konumuz: Allah bizleri niçin yarattı? Bu sualin cevabı, Zariyat Suresinin 56. âyet-i kerimesinde ifade edilmektedir. Allahû Tealâ buyuruyor ki:51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).Ve Ben, insanları ve cinleri Bana kul olsunlar diye yarattım.“Biz insanları ve cinleri başka bir şey için değil bize kul olsunlar diye yarattık.”Biz insanlar, Allah’a kul olalım diye yaratılmışız. Allah’a kul olmak! Allah’a kul olmak “mutluluk” demektir sevgili kardeşlerim. Bir insan Allah’a kul olmadıkça mutluluğu yaşayamaz. Allah’ın kulu olmak şerefine eremeyen insanların hepsi tagutun yani insan ve cin şeytanların kullarıdır. İnsan ve cin şeytanlara yani taguta kul olmaktan kurtulabilmek ancak Allah’a ulaşmayı dilemek suretiyle gerçekleşir. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!“Onlar ki (o sahâbe ki) şeytana kul olmaktan içtinab ettiler. İnsan ve cin şeytanlara (taguta) kul olmaktan kaçındılar, kendilerini kurtardılar. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilediler. Allah’a ruhlarını mülâki kılmaya, ruhlarını Allah’a lika etmeye karar vererek bunu gerçekleştirdiler. Ruhlarını Allah’a ulaştırmayı dilediler. Onlara müjdeler vardır, kullarımı müjdele.”Öyleyse Allah’a kul olmanın başlangıç noktası, Allah’a ulaşmayı dilemektir. İşte Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesinde bütün sahâbenin Allah’a kul olmayı diledikleri ve diledikleri için de şeytana kul olmaktan kesin olarak kurtuldukları açıklık kazanmaktadır. Allah kul olmak, Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse için mümkün değildir.Allah’a kul olmakla (abd), kulluk etmek (abid; ibadet eden) aynı anlama gelmiyor. Genel anlatım standartlarında eğer bir insan namaz kılıyorsa, oruç tutuyorsa, zekât veriyorsa, hacca gidiyorsa, kelime-i şahadet getiriyorsa, bu kişi Allah’a kulluk ediyordur. Yani buradaki kulluk müessesesi; ibadet ediyor, ibadetlerini yerine getiriyor anlamındadır.İbadet kelimesi de abd kelimesi de abid kelimesi de hepsi aynı kökten gelir; ayn, be, dal. Abd, kul demektir. Aynı kökten gelen “abid” kelimesi ibadet eden demektir. İşte Türkçemizde Allah’a kulluk etmek olarak kazandırılan müessese, Allah’a ibadet etmektir. İslâm’ın 5 şartını kim yerine getiriyorsa o kişi abid olarak kabul edilirse de aslında Allah’ın ölçülerine göre kabul edilmez. O kişinin abid olmak için zikir de yapması lâzımdır. Abid denilen kişiler, sünnetleri bir kenara bıraktık ama farzları mutlaka yerine getirenlerdir. Farzların muhtevasına baktığımız zaman farzların arasında Allah’a ulaşmayı dilemek de zikir yapmak da artık ne yazık ki mevcut değildir.Sevgili kardeşlerim, şeytan öyle bir tuzak örmüş ki; Eğer Allahû Tealâ bize Kur’ân’ı öğretmeseydi ve hidayeti öğretmeseydi biz de herkes gibi Allah’a kul olmayacaktık. Sadece ibadet eden birisi olacaktık. Abd olmayacaktık, abid olacaktık. İşte insanlar bugün İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorlar ve de Allah’a bu suretle İslâm’ın 5 şartıyla ibadet ediyorlar. Bugünkü dîn anlayışı onları abid standartlarına sokuyor. Ama bize göre, bu eksik bir ibadet türüdür. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilemeyi ve zikri ihtiva etmiyor ki ikisi de farzdır. Hele birincisi Allah’a ulaşmayı dilemek, kişiyi abid olmaktan çıkarıp abd olmak hüviyetine sokan bir şeydir. Hadi bunu devre dışı bırakalım ama zikir, abid olmanın temel faktörüdür; olmazsa olmaz şartıdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salatı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salat (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.“Habibim! Onlara (sahâbeye) sana vahyettiğimiz Kur’ân’ı oku ve anlat, açıkla, tilâvet et ve namaz kıl. Çünkü namaz münkerden ve fuhuştan men eder.”Neden? Kişi namaz kıldığı sırada namazla meşguldür. Namazla meşgulse, o noktada hiç kimseye kötülük edemez. Ne münkeri hayatına karıştırır ne de fuhuşu. O sırada kişi namaz adı verilen bir ibadetle meşguldür. O ibadetle meşgul olduğu sürece, o kişi münkerle ve fuhuşla uğraşmak imkânının sahibi değildir. Öyleyse gerçekten namaz, namaz kılınan süre içersinde münkerden ve fuhuştan men eder. Ama âyet-i kerime şöyle bitiyor: “Ve le zikrullâhi ekber: Ama Allah’ı zikretmek en büyüktür.”Allah’ı zikretmek en büyüktür. Bu âyet-i kerimede üç tane zikir geçmektedir:Birincisi; Kur’ân-ı Kerim tilâveti. Kur’ân-ı Kerim tilâveti bir zikirdir, kıraati de bir zikirdir.İkincisi; namaz kılmak. Namaz kılmak da bir zikirdir.Üçüncüsü; Allah’ın adını “Allah, Allah, Allah, Allah, Allah…” diye anmak; o da bir zikirdir.İşte zikrullah, Allah’ın adını “Allah, Allah, Allah…” diye anarak Allah’ın adını (ismini) zikretmektir. İşte bu zikrullahtır. Üç şekilde gerçekleşir:1. Ya kişi sesle zikreder; “Allah, Allah, Allah…” diye.2. Ya da sessiz zikreder; gene dudaklarını kımıldatarak “Allah, Allah, Allah…” diye.3. Bir üçüncüsü ise dilini de kımıldatmadan, ses de çıkarmadan kişinin “Allah” kelimesini kalbindeki ritme uygun olarak kalpten tekrar etmesidir. Dilini de kımıldatmayacak, ses de çıkarmayacak ama kalbinin her çift atışında “Allah” kelimesini “Allah, Allah, Allah…” diye dilini kımıldatmadan, kalbinden tekrar edecek.İşte o bu tarzlı bir tekrar; onun adı zikrullahtır sevgili kardeşlerim. Üçü de zikrullahtır fakat bir insanı tasavvuf yolundaki ya da Kur’ân yolundaki nihai hedefe yani irşad makamının sahibi olmaya götüren, üçüncü tarz zikirdir; kalbî zikirdir. Zikrin kalp tarafından söylenmesidir, dil tarafından değil; kalbin zikir yapmasıdır. İşte sevgili kardeşlerim, hepiniz Allah içinsiniz, Allah için yaşıyorsunuz. Böyle bir statüde hepimiz için söz konusu olan şey, gerçekten Allah için olmaktır. Böyle bir husus içinse zikri kalbe indirmeniz temeldir.Öyleyse Allah’a kul olmak, Allah’a ulaşmayı dilemeden hiç kimse için başlayamaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insan, şeytanın kuludur; Allah’ın kulu değildir. İster insan şeytanlar olsun, ister cin şeytanlar olsun ama şeytanın kuludur. Oysaki Allahû Tealâ O’na kul olmamızı istiyor. İşte Allahû Tealâ’nın dizaynında bütün insanlar için söz konusu olan şey, Allah’ın ismini “Allah, Allah, Allah…” diye zikretmektir. Allah’a gerçek anlamda kul olabilmek ancak zikirle mümkündür.Kulluğun başlangıç noktası, Allah’a ulaşmayı dilemenin noktasıdır. Bu, kulluğun başlangıcıdır. Bu başlangıcı aştıktan sonra ikinci kesime ulaşılır. Mürşide tâbiiyet, kul olmanın ikinci safhasıdır. Tâbiiyetle beraber vücudunuzdan ayrılan ruhunuzun Allah’a doğru seyr-i sülûk isimli bir yolculuk yapması söz konusudur. Neticede de Allah’a, Allah’ın Zat’ına ulaşması söz konusudur. Böyle bir noktada Allah’ın Zat’ına ulaştığı noktada, kişi 3. kulluğa ulaşır. Allah’a kul olmak! Söz konusu olan budur.Öyleyse Allahû Tealâ’nın bizi neden yarattığının sırrı açıkça ortadadır. Allahû Tealâ ezelde hepimizi biraraya getiriyor. Nasıl? Allahû Tealâ Âdem (A.S)’ın sırtından onun çocuklarını (1200 yıllık hayatından ne kadar çocuğu olmuşsa hepsini), onların herbirinin sırtından kendi çocuklarını, onların herbirinin çocuklarını, o çocuklardan da onların vücuda getirdiği çocukları ortaya koyarak, ezelde daha onlar dünyaya gelmeden kim bilir kaç bin yıl önce, bütün Âdemoğullarını biraraya getiriyor ve diyor ki:7/A'RÂF-172: Ve iz ehaze rabbuke min benî âdeme min zuhûrihim zurriyyetehum ve eşhedehum alâ enfusihim, e lestu birabbikum, kâlû belâ, şehidnâ, en tekûlû yevmel kıyâmeti innâ kunnâ an hâzâ gâfilîn(gâfilîne).Ve kıyâmet günü, gerçekten biz bundan gâfildik (gâfilleriz) dersiniz diye (dememeniz için), senin Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından onların zürriyetlerini aldığı zaman onları, nefsleri üzerine şahit tuttu. (Allahû Tealâ şöyle buyurdu): “Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?” Dediler ki: “Evet, (Sen, bizim Rabbimizsin), biz şahit olduk.”“e lestu birabbikum: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?kâlû: Dediler ki;belâ: Evet.”Hepimiz oradaydık ve hepimiz Allahû Tealâ’ya “Evet.” dedik. Bunun hiç istisnası yok, ezeldeki elest bezminde herkes oradaydı ve Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sualine herkes cevap verdi. “Evet, Sen bizim Rabbimizsin.” Onun üzerine Allahû Tealâ buyurdu ki: “Ben sizin Rabbiniz olduğuma göre ey nefsler! Ben sizlerden yemin istiyorum, Bana teslim olacağınıza dair. Yani nefsinizdeki bütün afetleri yok edeceğinize dair, tasfiye olacağınıza dair. Ey fizik vücutlar! Sizlerden ahd istiyorum; Bana teslim olacağınıza, teslim olarak Benim kulum olacağınıza dair. Ey ruhlar! Sizlerden de misak istiyorum; Bana fizik vücudunuz hayattayken geri dönüp Benim Zat’ımda yok olmanız için, ifna olmanız için.”İşte böyle bir dizaynla Allahû Tealâ bizim üç vücudumuza da sesleniyor ve diyor ki: “Sözlerimi işittiniz mi?” Hepimiz elest bezminde Allahû Tealâ’ya, “İşittik.” diyoruz. Allahû Tealâ da buyuruyor ki: “Öyleyse itaat edin.”5/MÂİDE-7: Vezkurû ni’metellâhi aleykum ve mîsâkahullezî vâsekakum bihî iz kultum semi’nâ ve ata’nâ vettekûllâh(vettekûllâhe) innallâhe alîmun bizâtis sudûr(sudûri).Allah’ın, sizin üzerinizdeki ni’metini ve “işittik ve itaat ettik” dediğiniz zaman, onunla sizi bağladığı misakinizi hatırlayın. Allah’a karşı takva sahibi olun. Çünkü; O, göğüslerde (sinelerde) olanı bilir.Yani ruhlar, nefsler ve vechler Allah’a verdikleri yemin misak ve ahdi gerçekleştirmekle vazifeliler. Bu bapta onların üzerlerine aldıkları yemini gerçekleştirmeleri söz konusudur.İşte sevgili kardeşlerim, can dostlarım, gönül dostlarım, böyle bir olayda Allahû Tealâ’nın iradesi de devreye giriyor ve bizim irademizden onun da Allahû Tealâ’ya teslim olması konusunda misak alıyor. Bu, Allah’ın ahdidir. İrademizin Allah’a teslimi, Allah’ın ahdidir. Bizim mutlaka gerçekleştirmemiz lâzımgelen bir husustur. Şimdi biz diyoruz ki: “Allahû Tealâ bizi Allah’a kul olalım diye yaratmış ve Allahû Tealâ bunu açıkça üzerimize farz kılmıştır.”Yasin Suresinin 60 ve 61. âyetlerinde buyuruyor ki:36/YÂSÎN-60: E lem a’had ileykum yâ benî âdeme en lâ ta’budûş şeytân(şeytâne), innehu lekum aduvvun mubîn(mubinun).Ey Âdemoğulları! Ben, sizlerden şeytana kul olmayacağınıza dair ahd almadım mı? Muhakkak ki; o (şeytan), size apaçık bir düşmandır.36/YÂSÎN-61: Ve eni’budûnî, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun).Ve Ben, sizden Bana kul olmanıza (dair ahd almadım mı?) Bu da Sıratı Mustakîm (üzerinde bulunmak)tır.“Ey Âdemoğulları! Ben sizlerden ahd almadım mı? Şeytana kul olmayacaksınız diye. Çünkü şeytan size apaçık bir düşmandır. Ve Ben sizlerden Bana kul olacağınıza dair ahd almadım mı? Bu da Sıratı Mustakîm’dir. Sıratı Mustakîm üzerinde bulunmaktır.”İşte Allahû Tealâ’nın bizi yaratmasının arkasında aslî faktör olarak bu emir vardır; Allah’a kul olma emri, şeytanın hegemonyasından kurtulmak, şeytanın hâkimiyetinden kurtulmak ve Allah’a kul olmak. Bu hedefe dayalı olarak yaratılmışız. Allahû Tealâ sadece bu hedefe yönelenleri sever ve Allah onların dostu olur ama bu hedefe yönelmeyenleri sevmez. Onlar, tagutun NEFSİNİN YA DA İNSAN ŞEYTANLARININ VEYA CİN VE ŞAYTANLARIN KULU kulu olurlarFatiha Suresine baktığımız zaman Allah’ın bizi gerçekten kul olarak yaratmak istemesi çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Çünkü Fatiha Suresinde diyoruz ki (Fatiha Suresi bizim Allah’a müracaatımızdır, Allah’a yakarmamızdır.):1/FÂTİHA-1: Bismillâhir rahmânir rahîm.Bismillâhirrahmânirrahîm.1/FÂTİHA-2: El hamdu lillâhi rabbil âlemîn(âlemîne).Hamd; âlemlerin Rabbi olan Allah’adir.1/FÂTİHA-3: Er rahmânir rahîm(rahîmi).Rahmân’dır, Rahîm’dir.Rahmân esması herkes içindir. Rahîm esması ise sadece Allah’a ulaşmayı dileyenleri kapsar. Allahû Tealâ onun ötesine tesir sahası oluşturmamıştır.1/FÂTİHA-4: Mâliki yevmid dîn(dîne).Dîn gününün MALİK’idir.Dîn günü, ruhun Allah’a ulaştığı gündür. Dünya hayatını yaşarken kim Allah’a ulaşmayı dilerse, ruhu o kişinin vücudundan ayrılır; seyr-i sülûk isimli bir yolculukla Allah’a ulaşır. Ulaştığı gün dîn günüdür. Ama aynı zamanda dîn gününü Allahû Tealâ kıyâmet günü için de kullanıyor. Aynı zamanda dîn gününü mürşide tâbî olduğumuz gün için de kullanıyor. Öyleyse Allahû Tealâ’nın kullandığı bu muhtevada kişinin dîn gününün sahibi olması, Allah’a kul olmasıyla paralel bir olgudur.Yedi tane kulluk söz konusudur. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler, Allah’a kul olabilirler. Diğerleri olamazlar sevgili kardeşlerim. Öyleyse Allahû Tealâ’ya bundan sonra ne diyoruz?1/FÂTİHA-5: İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).(Allah’ım!) Yalnız Sana kul oluruz ve yalnız Senden İSTİANE (mürşidimizi) isteriz.“Yalnız Sana kul oluruz.”Öyleyse bütün insanlar bir hedefe dayalı olarak yaratılmışlardır: Allah’a kul olmak. Bunun için yaratıldık; Allah kul olmak için. Ve Kur’ân-ı Kerim’de sadece Allah’a kul olmamız emredilmektedir. İşte onunla iftihar ederiz, onunla büyük mutluluk duyarız ki; biz Allah’ın kuluyuz. Hamd ederiz, şükrederiz ki Allahû Tealâ bizi yarattı ve kulluğuna kabul buyurdu. Biz Allah’ın kulu olduk. Öyleyse Allah’a kul olmanın muhtevasında Allah’ın bize sevgi duyması, bizim de Allah’a karşı sevgi duymamız söz konusudur. Bakara Suresinin 257. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:2/BAKARA-257: Allâhu velîyyullezîne âmenû, yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr(nûri), vellezîne keferû evliyâuhumut tâgûtu yuhricûnehum minen nûri ilâz zulumât(zulumâti), ulâike ashâbun nâr(nâri), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur, onları (onların nefslerinin kalplerini) zulmetten nura çıkarır. Ve kâfirlerin dostları taguttur (onlar, şeytanı dost edinirler, şeytan kimseye dost olmaz), onları (onların nefslerinin kalplerini) nurdan zulmete çıkarırlar. İşte onlar, ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacak olanlardır.Allahû Tealâ: “Allah, âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) dostudur.” diyor.Âmenû olmak sadece Allah’a ulaşmayı dilersek gerçekleşen bir olgudur. Allah’a inanan bir insan Allah’a inanıyor diye Allah’ın kulu olamaz; o mü’mindir. Ama hak mü’min olmamıştır. Hak mü’minler, Allah’a ulaşmayı dileyen mü’minlerdir. Allah’a inananlardan Allah’a ulaşmayı dileyenler! İşte onlar hak mü’minlerdir. Cennete gidecek olan mü’minler hak mü’minlerdir. Allah’a inanmak, bir insanı cennete ulaştırmak için yeterli sebep değildir..Allah, Allah’a ulaşmayı dileyenleri seviyor. Dilemeyen insan Allah’ın sevgisine muhatap olamıyor, lâyık olamıyor.Allah âmenû olanların dostudur. Onları zulmetten nura çıkarır. Çünkü âmenû olan kişi mutlaka 14. basamakta gören, işiten ve idrak eden bir kişi sıfatıyla mürşidine ulaşacaktır. Ve mürşidinin önünde tâbiiyeti gerçekleştirecektir. O zaman kalbin içine îmân yazılacaktır. Kişi îmânı artan bir mü’min olacaktır. Ama Allah’a ulaşmayı dilemeyen Allah’a inananlar, hak mü’minler değillerdir; mü’minlerdir. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için sadece inancın sahipleridirler ve Allah’a kul olmayan bir insan Allah’ın cennetine giremez.Allah’a ulaşmayı dilemeden hiç kimse Allah’a kul olamaz. Yaratılış sebebimiz Allah’a kul olmaktır.İşte görüyoruz ki sadece Allah’a ulaşmayı dileyenlerin vücuda getirdiği bir olay söz konusudur. Bu olay (Allah’a ulaşmayı dilemek), bütün insanlar için bir mutluluk kaynağıdır. Çünkü Allahû Tealâ böyle insanları seviyor, hak mü’minleri seviyor, Allah’a ulaşmayı dileyenleri seviyor. Âmenû olan mü’minleri seviyor ve bu kişi kısa bir süre sonra mürşidine ulaşacaktır, tâbîiyetini gerçekleştirecektir. Tâbiiyeti sırasında ruhu vücudundan ayrılacaktır, Allah’a doğru yola çıkacaktır. Neticede de Allah, o kişinin ruhunu mutlaka Kendisine ulaştıracaktır.İşte o kişinin ruhu Allah’a ulaştı, seyr-i sülûk tamamlandı. Bu kişi Allahû Tealâ tarafından 3. kat cennetin sahibi kılındı. Peki, bu hedefe ulaşma işlemini kim yaptı? Biz yapmadık. Allah yaptı sevgili kardeşlerim. Allah bütün insanlardan Allah’a ulaşmayı dileyenleri (sadece onları) Kendisine ulaştırır. Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri dalâlette bırakır. Ama dileyenleri mutlaka Kendisine ulaştırır. İşte dilemeyenler dalâlette olanlardır. Allah’ın kulu olmayanlar dalâlettedir. Rad Suresinin 27. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ bunu söylüyor:13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”, dalâlette olanlardan her kim Allah’a ulaşmayı dilerse Allah, onları Kendisine ulaştırır. öncelikle maddeden sıyrılmak lazımdır. Allaha tam teslim olan bir mü'min, yarınları dert etmez, endişe etmez, kuruntuya vesveseye kapılmaz, hatta kanser ve verem olsa dahi, hastalığı hastalığı oluşturan mikropları allahın yarattığını ve kendi vücudunda mikropların hareketini de allahın sağladığını, ve allahın kaderde hastalığı takdir ettiği ve bunu da adaletiyle yaptığını bilir ve teslim olur. rıza gösterir. ve hiç hayıflanmaz, aç kalacağım, kazanamayacağım diye bir endişesi olmaz, olumsuz olarak görülen şeylerde de hikmetler arar. PARA BİRİKTİRMEK, ÇEVRE BİRİKTİRMEK, Böbürlenmek, övünmek gibi huylarını tamamen bırakır. Nefsini allaha teslim eder. YERYÜZÜNDE GÖZÜMÜZLE GÖRDÜĞÜMÜZ TÜM MADDELER HEPSİ ALLAHIN YARATTIĞI ESERLERDİR. TÜM DÜNYANIN İNSANLARI BİR ARAYA TOPLANSA. BİR KİBRİT ÇÖPÜNÜ YARATAMAZLAR. Yani evimizde gördüğümüz tüm eşyalara bir ibret nazarıyla bakalım onlarında bir yaratılış eseri yani yoktan varediliş olduğununu anlayacağız. ”KADERE TESLİMİYET VE TEVEKKÜLDEKİ SIRLAR
Tevekkül, sadece güçlü bir imana sahip, Allah'ın gücünü takdir edebilen ve O'na yakın olan müminlere ait bir özelliktir. Kavrayabilenler için tevekkülde önemli sırlar ve büyük nimetler vardır. Tevekkül, Allah'a ve yarattığı kadere kesin bir teslimiyet ve güvendir. Allah, insanlar da dahil olmak üzere, canlı cansız tüm varlıkları bir kaderle yaratmıştır. Örneğin güneşin, ayın, denizlerin, göllerin, ağaçların, çiçeklerin, küçük bir karıncanın, daldan düşen tek bir yaprağın, masanızın üzerindeki tek bir toz zerresinin, yolda yürürken ayağınıza takılan bir taşın, on sene önce satın aldığınız elbisenizin, buzdolabınızdaki şeftalinin, annenizin, babanızın, akrabalarınızın, ilkokul arkadaşlarınızın, sizin, kısacası herkesin ve herşeyin Allah Katında, milyonlarca yıl önce belirlenmiş bir kaderi vardır. Ve her varlığın kaderi, Allah'ın Katında Levh-i Mahfuz isimli bir kitapta yazılıdır. Kimin ne zaman öleceği, hangi yaprağın ne zaman hangi hızla yere düşeceği, buzdolabınızdaki şeftalinin ne zaman, hangi noktasından çürümeye başlayacağı, taşın ayağınıza takılana kadar geçireceği aşamalar, kısacası küçük büyük her olay bu kitapta kayıtlıdır.
Müminler kadere iman ederler ve Allah'ın yarattığı kaderin en hayırlısı ve en güzeli olduğunu bilirler. Bundan dolayı da hayatlarının her anında tevekküllüdürler. Yani olayları Allah'ın belli bir hikmetle yarattığını ve şahit oldukları olay ne olursa olsun, Allah'ın bunda bir hayır dilediğini bilirler. Örneğin, ölümcül bir hastalığa yakalanmak, çok çetin ve acımasız bir düşman ordusu ile karşılaşmak, masum olmasına rağmen iftiralara uğramak veya insanın aklına gelebilecek en ürkütücü olaylar dahi, müminleri telaşa veya korkuya kaptırmaz. Onlar Allah'ın kendileri için yarattığını sabır ve metanetle beklerler. İman etmeyen bir insanın dehşete ve ümitsizliğe kapılacağı olaylar karşısında onlar büyük bir zevk alırlar. Çünkü en ürkütücü görüntü ve konuşma dahi, Allah Katında önceden planlanmış ve insanın imtihanı için yaratılmıştır. Bunlara sabır ve tevekkülle karşılık verenler, Allah'a ve O'nun yarattığı kadere teslim olup güvenenler Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanacaklar, karşılığında sonsuza dek cennette yaşayacaklardır. Dolayısıyla, müminler hayatları boyunca tevekkülün konforunu ve imani neşesini yaşarlar. Bu, Allah'ın müminlere verdiği bir sır ve güzelliktir ve Allah Kuran'da tevekkül edenleri sevdiğini bildirir. (Al-i İmran Suresi, 159)
Tevekkül hakkında Kuran'da bildirilen bir başka konu ise, tedbirdir. Kuran'ın birçok ayetinde, müminlerin çeşitli konumlarda alabilecekleri tedbirler bildirilmektedir. Bununla birlikte Allah, tedbirlerin kendi takdirini değiştirmeyeceğini ancak bunların bir ibadet olarak kabul edileceğini de farklı ayetlerinde insanlara bir sır olarak verir. Hz. Yakup'un oğullarına şehre girerken tavsiye ettiği tedbirler ve bunun ardından tevekkülü hatırlatıcı olması bunun bir örneğidir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:

Ve dedi ki: "Ey çocuklarım, tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi, 67)

Hz. Yakup'un sözlerinde de görüldüğü gibi, müminler mutlaka her konuda önlem alırlar. Ancak, Allah'ın kaderlerinde kendileri için dilediklerini değiştiremeyeceklerini bilirler. Örneğin,bir insan trafik kurallarına çok dikkat etmeli, arabasını tehlikeli bir şekilde sürmemelidir. Bu, kendisinin ve diğer insanların hayatı için önemli bir tedbir ve ibadettir. Ancak, eğer Allah bu insan için bir trafik kazasında ölmeyi yazmışsa, alacağı hiçbir tedbir onun ölümünü engelleyemez. Bazen bir insanın aldığı önlem veya yaptığı bir hareket onu ölümden döndürmüş gibi görünebilir. Veya bir insan, hayatında ani bir karar alarak, hayatının akışını tamamen değiştirebilir, bir başkası ölümcül bir hastalığa yakalanmışken, güç ve irade göstererek hastalığını yenmiş olabilir. Ancak bütün bunlar o kişilerin kaderlerinde olduğu için böyledir. Bazı insanlar bu tür olayları "kaderini yendi", "kaderini değiştirdi" gibi son derece mantıksız ve yanlış bir şekilde yorumlarlar. Oysa hiçbir insan, en güçlü ve azimli görüneni bile, Allah'ın kendisi ve başkaları için yazdığı kaderi değiştiremez. Hiçbir insan böyle bir güce sahip değildir. Aksine her varlık, Allah'ın yarattığı kader karşısında acizdir ve aslında doğal olarak kaderine teslimdir. Sadece birçoğu bunu kabul etmek istemez. Kaderin varlığını inkar etmek de onun kaderindedir aslında. Dolayısıyla, hastalıktan veya ölümden kurtulan, ya da hayatının akışı tamamen değişen insanlar, hepsi kaderlerinde olduğu için bunları yaşarlar. Allah, bu durumu ayetlerinde şöyle bildirir:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız. Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Hadid Suresi, 22-23)

Allah'ın ayetinde de bildirdiği gibi, insanın karşılaştığı her olay Allah Katındaki bir kitapta önceden tespit edilerek yazılmıştır. Ve Allah, bu nedenle insanın elinden çıkana üzülmemesi gerektiğini söyler. Örneğin büyük bir yangında veya girdiği ticaret hayatında tüm malını mülkünü kaybeden bir insan, bunu kaderinde olduğu için yaşar. Bunu engellemesi veya önüne geçmesi mümkün değildir. O zaman bunun için üzülmesi de anlamsız olacaktır. Allah, insanları kaderlerinde belirlediği birçok olayla dener. Bu olaylara tevekkül edenler, Allah'ın hoşnutluğunu ve sevgisini kazanırlar. Tevekkülsüz davrananlar ise, hem dünyada sıkıntı, huzursuzluk ve mutsuzluk yaşarlar, hem de ahirette sonsuz bir azapla karşılık görürler. Tevekkülün insan için hem dünyada hem de ahirette büyük bir kazanç ve kolaylık olduğu çok açık bir gerçektir. Allah, tevekkülle ilgili sırları müminlere vererek onların üzerinden zorlukları almış ve onlar için dünya hayatındaki imtihanı kolay hale getirmiştir
 
Üst