Konuya cevap cer

Evet insanların içine bu sevgiyi koyan Allahtır. Ancak her duygunun  nerede ve nasıl kullanılacağını da bize bildirmiştir. 


Bu duyguları asıl sahibi olan Allaha verdikten sonra o zaman  Allah  adına Onun mahlukatını sevmek de ibadet olur. Bize verilen duyguları  yanlış yerde kullanmak doğru değildir. Ancak bazen mahlukata aşık  olanların, zamanla gerçek aşkı bulup Allah'a ulaştıkları sonra da her  şeyi Allah adına sevdikleri olmuştur. 


Aşk, fart-ı muhabbet demektir. Muhabbet, bilmenin ve tanımanın veyahut  mutlak kemale muttali olmanın; karşı tarafta da kemal, cemal -mecazi aşk  açısından- melahet, müşakele gibi hususların bulunmasıyla bazen meydana  gelen insandaki fıtrî bir haldir.


İnsan, tanımadığını ve bilmediğini sevmez; sevebileceğini tanıyıp  bilirse sever. Kafirlerin Allah’ı sevmemesi ve Rasulü Ekrem’e karşı  saygısız olmaları tanımama ve bilmemeden kaynaklanmaktadır. 


Muhabbetin ifrat derecesine aşk denir. Normal muhabbette olmasa da aşkta  bazen muvazenesizce tavırlar görülebilir. Bir diğer manada aşk,  mahbubundaki kusurları görmemezlik, gözüne ondan başka hayalin girmemesi  ve onu her şeyin ve herkesin üstünde kabul etme halidir.


Mesela  kişinin, güneşin güzelliğini mahbubunun güzelliği yanında sönük görmesi,  “Mahbubum benim yanımda olursa cennetin hurilerini istemem” demesi veya  “Cennet başkalarının olsun. Bana mahbubum yeter..” gibi iddialar, aşık  mırıltıları ve mecazi aşk açısından da akıl ve mantıkla telif  edilemeyecek pervâsızca iddialardır. İşte bu aşktır ki, Mecnun’u sahraya  salmış ve Ferhat’ı da koca dağı delme macerasına itmiştir. 


Allah’tan başkasına -ne olursa olsun- gönül vermek, onu sevmek, aşık ve  müptela olmak mecazi aşktır. Mesela Mecnun’un, Ferhat’ın ve Zeliha’nın  muhabbeti, birer mecazi muhabbettir. Bir de fart-ı muhabbetin fıtri  garazsız, ivazsız olanı vardır ki, buna da anne ve babada bulunan  şefkati misal verebiliriz. Esasen şefkat, Allah’ın Rahman ve Rahim  isimlerinden gelmektedir. Allah’ın insanlara ve mahlukata karşı olan  mukaddes ve münezzeh sevgisinin, değişik malûl yanlarıyla insanlarda  olanına şefkat denir. 


Evet, Mabud-u Mutlak’tan gayrıya gönlün kaptırılması, sevilip aşk u  alaka gösterilmesi mecazi aşktır. Hakiki aşk ise gönlün Allah’a  verilmesi ve Allah’ın deli gibi sevilmesidir. Burada hemen şunu da ifade  etmeliyim ki, Allah’ı sevmek, bir pâye meselesidir. Müminler, Rasulü  Ekrem’i severlerse, müminlik mertebesinde, daha doğrusu müminlikteki  muhabbet mertebesinde önemli bir noktaya ulaşmışlar demektir. Fakat bu,  en kamil mertebe değildir. Mesela Rasulü Ekrem’i andığınız zaman  kararınız kalmayabilir; ama bu zirvenin ötesinde bir de şâhika vardır.  Rasulü Ekrem’i, O’na ait hatıraları ve Ashab-ı Kiram’ı sevme mertebesi,  muhabbetin ilk mertebelerindendir. Çünkü bunlar beşerî kıstaslarla  anlaşılan, duyulan, takdir edilen ve ölçülen şeylerdendir. Demek ki,  sizin kabınız hissedilen şeyleri ölçüp değerlendirerek size bir fikir  verebiliyor. Siz bu fikirle o mahbubu gönülden seviyorsunuz. Onun  halkasına tam girip ve onun gözüyle ötelere, ötelerin de ötesine  bakınca, aşk u muhabbetinizde daha derin lâhûti bir buuda ulaşıyorsunuz.  


Allah’ı sevmek, her türlü alakanın ötesindedir. Bu sevgiyi vicdanında  biraz olsun hisseden neler neler duyar. Cenab-ı Hakk’ı sevmenin  başladığı andan itibaren her sevgi dolaylılık rengine bürünür. Ayrıca  Allah’ı sevdiğiniz nispette mâsivâya karşı aşk u alakanız yavaş yavaş  küsuf tutmaya yönelir. Siz artık her şeyi O’ndan dolayı sevmeye  başlarsınız. Mesela Hz. Ali’yi, damad-ı Rasulullah, O’nun Haydar-ı  Kerrarı, Şah-ı Merdanı, muharebe meydanlarının kükreyen aslanı olduğu  için seversiniz. Allah’ı sevme zirvesine ve şâhikasına yükseldiğiniz  zaman Rasulü Ekrem’i Allah’ın elçisi olduğu için seversiniz. O’nun  karşısında yeri, konumu ve risaletini daha iyi görüp okudukça bu  derinlikten ötürü sevgi bir hayranlığa dönüşür. Bu bir zevk ve hal  meselesidir. Bunu tadan bilir; tatmayan bilmez. (Eski Erzurum müftüsünün  ifadesiyle “men lem tadmaz lem bilmez.” O, “Men lem yezuk lem ya’rif -  Tatmayan bilmez” sözünü yarı Arapça yarı Türkçe bu şekilde ifade  ederdi.) 


İnsanın Allah’ı sevmesi iyi bir şeydir. Hususiyle insan, vicdan  sistemiyle Allah’ı tam bilebiliyorsa O’nu delice sever. Çünkü sevginin  biricik mahalli vicdandır. Vicdanın rükünlerinden biri olan zihin  bildirir, latife-i Rabbaniye gösterir, irade O’nun muradına yönlendirir,  akıl, sevgi esbabı üzerinde muhakeme eder, yürek ona önemli derinlikler  kazandırır. 


Bir insan, bütün bütün mecazi aşkla meşbu ve aşk-ı hakikiden mahrumsa  mutlak bir şeyler yapılarak onun yüzü hakiki aşka döndürülmelidir. Bu,  fani mahbubların fena ve zevalini göstermek suretiyle, onların içlerinde  Baki-i Hakiki ve beka arzusu uyararak.. iman ve marifet hususunda  derinleştirerek.. sözü-sohbeti hep evirip çevirip O’nunla  irtibatlandırarak.. kalbin kiri-pası sayılan günahlardan, hatalardan  uzak durarak Hak’la alaka kurabilir; alakasını güçlendirerek her şeyden  elini eteğini çekip “Lâ uhibbu’l-âfilin - Ben, batıp gidenleri sevmem.”  (En’am, 6/76) “Baki bir yâr isterim” deyip O’na yönelebilir. Hz. İbrahim  (aleyhissalatu vesselam) gibi yıldız, ay, güneş hepsini tulû’, gurub ve  mahiyetleriyle okur, bunların zeval bulup gitmelerini, bir doğup bir  batmalarını ve batıp giden bu şeylerin kalbin alakasına değmediğini  haykırır, herkese duyurur. Zaten bunlar, câmid ve cansız nesnelerdir; ne  insanı duyar ne dinler ne de ihtiyaçlarına cevap verebilirler. Oysaki  insan, öyle birine yönelmeli ki, her zaman O’nu görsün, duysun, dinlesin  ve isteklerine cevap versin. Hatırat-ı kalbimi bilsin, dualarıma icabet  etsin.. dünyevi-uhrevi taleplerimi yerine getirsin.. yalnızlığımı  giderip bana enis olsun.. ebed arzularıma cevab-ı savap verip gönlümü  şad etsin.. benim gibi bütün dost, ahbab, yârân ve yakınlarımı da âbâd  etsin.. Evet, bana işte böyle bir Mabud, Sevgili, Yâr-ı vefâdâr ve her  halime nigehban bir Dost lazım. Öyleyse bana aşk u alaka kurmak gerekir.  


Molla Cami, bu hususu anlatırken, “Sadece biri sev, başkaları sevmeye  değmez. Çünkü görünmüyorlar. Biri iste, başkaları istemeye değmez. Çünkü  derde derman olamıyorlar. Biri söyle, başkalarını söylemek fuzulidir.  Çünkü senin işine yaramaz.” demek suretiyle hakiki aşkın Allah’a karşı  olan aşk olduğunu, insan Allah’tan gayri neye gönlünü verirse versin,  bunların içinde bir burkuntu ve üzüntü bırakıp gideceğini vurgular ki,  bu, herkesin meşk edip tekrarlaması icap eden bir husustur. 


Hülâsa-i kelam, fâni ve zâil şeyler, gelip gidişi ile kalbin alakasına  değmediğini göstermekte ve hakiki mahbub arıyan gönle “Allah  sevilmelidir” ihtarını yapmaktadır.            



Sorularla  İslamiyet 



Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst