"CENAB-I HAKK’IN atâ, kaza ve kader namında üç kanunu var. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar."(1)
Atâ, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Atâ denilince, O Rahîm-i Kerîm’in ve Gafûru’r-Rahîm’in af ve ihsanı anlaşılır.
Bir padişahın umumî kanunları yanında, bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve atâ kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu atâ kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur.
Meselâ, bir şakînin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Atâ kanunuyla bu cezanın afvedilmesi hâlinde artık ceza infaz edilmez ve atâ, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır.
İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk’ın atâ kanunuyla, yâni O’nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece atâ kanunu, kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.
Diğer taraftan, atâ, kaza kanununun şümûlünden ihraçtır, denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza küllî bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllîdir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi hâlinde, günahının affedilmesi ile kaza kanununun şümûlünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununun külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu noktada şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî’nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, atâ kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler Levh-i Mahv ve isbat’ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve atâ kanunu ile affedilmekte, Levh-i Mahv ve isbat’tan silinmekte ve kaza edilmemektedir.
Nitekim bu husus bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfûz vardır.” (Ra’d Suresi, 13/39)
Zaman, başlangıcı ve sonu olan ve eşyanın bir tertip ve düzen ile oluştuğu bir mahluktur. Mesela bir çocuk zaman içinde büyür, gelişir ve olgunlaşır. Bu süreç ise sıra ve tertip ile olur. Yani öncesi, şimdisi ve sonrası olan bir durumdur. Önce olmadan, şimdi olamaz, şimdi olmadan da sonra olmaz. Gelecekteki hal ancak yaşanarak kavranır ve anlaşılır.
Zamanın içinde olan her şey (insan da dahil) gelecekteki olayları yaşanmadıkça, idrak edip anlayamaz. Ben bugün Kurtuluş Savaşını olduğu için biliyorum, ama yarın ne olacağını bilemiyorum, zira sırası gelip gerçekleşmedi. Ama zamanın bu kayıtlarından kurtulmak ve üstüne çıkmak imkanı olsa idi, zamanın şeridini, yani öncesi, şimdisi ve sonrası ile görebilse idim, ihata edebilse idim, o zaman olayların olmasını beklemeden bilebilirdim.
"İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadisin tabiriyle, manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar herşey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhakemâtımız onun haricinde olamaz ki, mazi mesafesinde bir âyine tarzında olsun."(2)
Ezel ise başı ve sonu olmayan, zamandan ve mekandan münezzeh olan, hiçbir kayıt ve kaide ile bağlı olmayan Allah’ın bir sıfatıdır. Zamanın içindeki bütün kayıt ve kaideler burada cari değildir. Yani Allah ezeli ilmi ile her şeyi kuşattığı ve ihata ettiği için onun ilminde geçmiş, şimdiki an ve gelecek kavramları yoktur. O her şeyi şimdiki hal gibi bir görür. Üstad'ın ayna misali burayı izah eder.
Mesela, büyük bir ayna yere yaklaştıkça tuttuğu alan daralır, yukarı çıktıkça tuttuğu alan genişlenir. Ne kadar yükseğe çıkarılsa, tuttuğu alan da o kadar genişler. Burada yer zamandır, ayna ise Allah’ın ezeli ilmidir. Allah’ın ilmi zamanın üstünde onu ihata edecek bir mevkide olmasından, yani zamandan münezzeh olmasından zamanın bütününü tutar ve ihata eder. Onun için Allah her şeyi olmadan önce de bilir ve görür.
Buradaki ezeliyet kavramının manasını doğru anlamak çok önemlidir. Ezeli, zamanın üç halinden, maziyi temsil eder, şeklinde anlamak doğru değildir. Böyle bir ezel anlayışı ile, eşya vücuda geldikçe, maziye (ezele) akar, ondan sonra Allah duruma vakıf olur, şeklinde yanlış bir sonuca varırız. Bu demektir ki, insanın başına gelecek olaylar bize göre daha vuku bulmadığı için, yani maziye ve ezele akmadığı için, Allah bizim geleceğimizi bilemez -haşa-.
Halbuki ezel zamanın içinde değildir, aksine zaman ezeliyetin içindedir. Böyle olunca zamanın her şeyi, yani üç boyutu olan geçmiş, şimdiki hali ve geleceği Allah’ın ezeli ilminin içindedir. Yani insan da onun düşünce ve seçimleri de kaderin dairesi içindedir. İnsanın kalıbının kaderin içinde olup da muhakemesinin dışında olması kabil değildir.
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.
(2) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.