Konuya cevap cer

Cevap: Bediüzzaman Said Nursi’ye Göre Kur’ân'ın Mucizeliğini Açıklama Metod


İ’câzü’l-Kur’ân’a dair şüpheler 


                              Bediüzzaman, asrın mülhidlerinin Kur’ân-ı Kerim hakkında  uyandırdıkları şüpheleri görmezlikten gelmemiş, aksine, bunlara karşı son  derece uyanık davranmıştır. Kur’ân’ın kendi kendisini müdafaa ettiğini ve  hükmünü icra ettiğini önemle belirtmiştir.


                              Bediüzzaman sözkonusu şüphelerin en önemlilerini ele alır. Şöyle  ki:


                              Birincisi: Kur’ân’da müteşabihat ve müşkilat denilen, hakîkî  mânâları anlaşılmayan, bazı şeylerin bulunması, i’câzına münâfidir. Zira  Kur’ân’ın i’câzı, belağat üzerine müessestir. Belağat da ancak ifadenin zuhur  ve vüzûhuna mebnîdir.


İkincisi: Yaratılışa ait meseleler, mübhem ve mutlak  bırakılmıştır. Ve keza kâinata dair fünundan pek az bahsedilmiştir. Bu ise  talim ve irşad mesleğine münafidir.


                              Üçüncüsü: Kur’ân’ın bazı âyetleri zahiren aklî delillere  muhaliftir. Bundan o âyetlerin hilaf-ı vaki oldukları zihne geliyor. Bu ise,  Kur’ân’ın sıdkına muhaliftir.



                              Bediüzzaman bu şüphelere şöyle cevap verir: Kur’ân’ın  üsluplarında cumhûr-u nasın fehimleri müraat edilmiştir. Beşerin akıl seviyesine  tenezzülatta bulunulmuştur. Ta ki, avam onları idrak ve fehmedebilsin. Onun için  müteşabih gelmiştir.



                              "Gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti." (Bakara Sûresi, 29) 10 kaydını tefsir ederken aynı gerçeği şöyle te’yid etmektedir: “Pek  geniş olan Kur’ân-ı Hakîmin hitablarına, mânâlarına, işaretlerine dikkat  edilmekle bir amîden tut bir veliye kadar bütün tabakat-ı nâsa ve umum efkâr-ı  ammeye olan müraatları, okşamaları fevkalade hayrete, taaccübe mucibtir. Her bir  kısım insanlar, ("yedi gök" hakkında) istidatlarına göre feyz-i Kur’ân’dan  hisselerini almışlardır.”



                              Bediüzzaman’ın “İşkâl dedikleri şey, ya üslubun pek yüksek ve  muhtasar olmasiyle mânânın çok derin ve inceliğinden ileri gelir, Kur’ân’ın  müşkilatı bu kabildendir” sözünde ise bir îtham vardır. Çünkü, zorluk  anlayışlardan kaynaklanmaktadır, Kur’ân’ın kendisinden değil. Meselâ, müşkil  diye iddia ettikleri âyetlere bakın. Bu kimselerin, sözkonusu âyetlerin sayıları  ve neden müşkil sayıldıkları konusunda farklı görüşler ileri sürdüklerini  görürsünüz. Öyleyse, her işkâl, ilminin azlığından ve bu konudaki  yetersiliğinden dolayı sahibinin anlayışından kaynaklanmaktadır. Kur’ân, lafzını  muğlaklaştırmaktan ve ibaresini güçleştirmekten münezzehtir.



                              Bediüzzaman, ikinci şüpheye ise şöyle cevap vermektedir: Eğer  Kur’ân ta o zamanda kevnî ilimlerde tafsilata girseydi, cumhur-u nasın  zihinlerini teşviş ederdi. En iyisi insanlarla akıllarının derecesine göre  konuşmasıdır.



                              Üçüncü şüpeyi ise şöyle cevaplandırıyor: “Kur’ân’ın maksatları  dörttür. Kur’ân’da kâinatın bahsi, san’at-ı İlâhiyye ve nazm-ı nizam-ı bedi’  ile Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal etmek için ancak tebe’î ve istitradîdir.”



                              “Hülasa: Madem ki Kur’ân bütün zamanlardaki bütün insanlara  nâzil olmuştur, şu şüphe addettikleri umûr-u selase, Kur’ân’a nakîsa değil,  Kur’ân’ın yüksek i’câzına delillerdir. Evet Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı talim  eden Cenab-ı Hakka kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in basar ve basîreti,  hakîkatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celîldir, celîdir; veya  insanları kandırarak muğalatalara düşürtmekten, meslek-i alileri ganîdir,  alîdir, temizdir, tahirdir.”



                              Bediüzzaman, aynı şekilde Kur’ân’ın üslubu ile ilgili olarak da  bazı şüphelere yer veriyor ve bunları kesin cevaplarla çürütüyor:



                              Meselâ, “Allah, celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi  nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve cüz’î ve hakir şeylerden  nasıl bahseder? Azamatine yakışır mı?”


Bediüzzaman bu şüpheye şöyle cevap veriyor:


“Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti, kullî, umumî, muhît ve  şamildir. Cenab-ı Hakkın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsarıdır. Meselâ, şems  ziyasını bütün âleme neşrettiği bir sırada, pis mülevves bir zerre de onun  ziyasından istifade ettiği vakit, şemse karşı: ‘Ne için bu pis, bu mülevves  zerre ile meşgul oldu ve ne için ona ziyasını verdi?’ diye itiraz edilebilir mi?  (....) Hülasa: zerre gibi küçük şeyler veya âdî fiiller, Halık’ın halkıyla  vücûda geldikleri için, O’nun dâire-i ilminde dahil oldukları bedîhîdir. Bu  itibarla, onlardan bahsetmekte bilbedahe, müşahhat (münakaşa etmek) yoktur.  (....) Kur’ân’ın muhatabı beşer olduğuna göre, Kur’ân beşerin hissiyatiyle  memzuc olan üsluplarını giyer ve şivesiyle söyler ki, beşerin fehmi söylenilen  sözden tevahhuş edip ürkmesin. Evet yüksek bir insan bir çocukla konuştuğu  zaman, çocuğun şivesiyle konuşursa, çocuğun zihnini okşamış olur. (....)  Kur’ân’ı inzal etmekten maksat, cumhur-u nası irşad etmektir. Cumhur ise  avamdır. Avam-ı nas çıplak olan hakaikı göremez; ülfet peyda etmedikleri  akliyat-ı mahzayı ve mücerredâtı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak, lütuf  ve ihsaniyle hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile  göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler.”


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst