ben üzerine

kasif1

Well-known member
Ben!.. Sadece ve yalnız “ben”!

Her şey ona göre ve her şey onun kölesi... Davranış ve hareketler hep onun direktifleriyle... Ötesinde hiçbir şey yok... Öyle mi?!..

Bence hastalık bu... Belki de asrın en korkunç ve tehlikeli hastalığı... Üstelik gizli ve sinsi... Hem de bulaşıcı...

Asrın Beyin Yapıcısının “ben” ile ilgili tesbit ve tavsiyesini buraya almadan geçemeyeceğim:

“Hakikaten, insanda en tehlikeli damar, benliktir. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Şu asırda ehl-i dalâlet eneye bin­miş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye beni terk etmekle hakka hizmet edebilir. ‘Ben’ demeyiniz, ‘biz’ deyiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyedir.”

Evet, “ben”i olması gereken istikamete yönelten bu ışık düstura gönülden alkış tutarak diyoruz ki, insanın onca noksanı diz boyu olmuşken ve ruhunda da bir o kadar yama var­ken, “ben” diye tutturması pek garip ve gü­lünç doğrusu... Ama bizler kendi kendimizin yalancı şahidi olmuşsak, bu pek âlâ mümkündür de...

“Ben”imiz kafestir bizim için. Kendi prangamızı, kendi zincirimizi kendimiz takarız. Sonra, gel de kurtulabilirsen kurtul bu esaret­ten!

Ben yaptım... Ben çattım... Ben bul­dum... Ben yazdım... Ben çizdim... Ben olmasaydım..!

Ben, ben, ben...

Aşılmaz bir duvardır artık; onulmaz bir yara, silinmesi güç bir kara... Evet, kara ben...

Niye, “ben kusurluyum, ben hatalıyım, gerçek suçlu benim, bu yolun günahkâr bendesi ben!” eksenli “ben” olmayız, bilmem ki?!

Gerçekte bu “ben”in, yani kendimizin bi­le sahibi değilken, onun adına âlemi sahiplenmek ne garip!?

Sadece söylemeyi becerebiliyoruz işte! Yoksa, başkaca gücümüz yok. Ne elimiz, ne gözümüz, ne de aklımız bizimdir! Bilmekte, fakat zaman zaman gafletle unutmaktayız ki, bunlar bize, belli fonksiyonları yerine getirebilmek için verilmiş birer emanetten başka bir şey değildirler...

Kendimizi bildik bileli “ben” diyoruz. “Ben” diyebilmek, yani insan olmak gibi essiz bir zenginliğe sahip olduğumuz halde, gerçek­te acaba kendimizi hakkıyla tanıyabilmekte miyiz?! O halde, peki ne diye ve ne hakla hâlâ ben!?

Bizim olmadığı açık seçik ortada...Ema­neten verilmiş bir ölçü, bir mikyas bu ben... Meçhulleri keşfetmek, denklemleri çözmek için ve sırlan açmak için bir şifre...

Hep düşünmek, fikretmek gerek!.

Ve düşünüyorum... Buncacık gücüm, bilgim ve sanatımla ancak bu kadarını yapabiliyo­rum... Oysa ki, arkada öyle muazzam eserler var ki, benim yaptıklarım onların yanında ço­cuk oyuncağı bile değil..

Peki ya ötesi ?
Ya diğer göz kamaştırıcı sanat harikaları ?

Evet, basit bir taştan menekşeye, kelebeğe ve insana uzanan çizgide sonsuz sayıda ve güzellikte sanat eserleri...

Görüldüğü gibi, bu muhteşem sergide “ben” de bir sanat. Onun diğerlerinden tek farkı ise, bazı şeyleri düşünecek, akledecek ve yapacak kadar şuur ve kabiliyete sahip olma­sı... Yani onun yapabildikleri de, kendi Sahibi’ nin eseri.

Şu halde, yapılacak en önemli iş sahiplenmek değil, kendimizin ve de her şeyin gerçek Sahibi’ni tanımak...

“Ben-kondu”yu yıkıp “biz” çatısını çat­mak.. “Ben” buz tanelerini “biz” havuzunda eritmek...

Elhâsıl; sahte benlik davasını bırakarak, “ben” kafesinden kurtulup hürriyete kavuşmak... Ve bu emanetin, en büyük gerçeği tanı­yıp bulma yolunda insana verilmiş mukaddes bir armağan olduğunu unutmayarak...
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst