Bir başka Akdamar Adası hayali 30 Ekim 2010 Cumartesi 06:02 Akdamar Adası

harp

Well-known member
Bir başka Akdamar Adası hayali
30 Ekim 2010 Cumartesi 06:02
Akdamar Adası medyada her gündeme gelişinde Üstad Bediüzzaman’ın Akdamar adası ile ilgili hayali aklıma gelir.
Necmettin Şahiner’in kaleme aldığı “Bilinmeyen Yönleri İle Bediüzzaman Said Nursi” adlı Tarihçe-i Hayatın 265. sahifesinde Molla Hamid’e ait nakledilen hatıralar yer alıyor.
Erek dağında Zernabat suyu başında yanındaki beş talebesine, İstanbul’da Ayasofya camiinde vaazlar verirken caminin tıklım tıklım dolduğunu, o camaate verdiği ehemmiyeti şu an aynı derece verdiğini bahsediyor.
Sonra Van Gölü içindeki Akdamar adasını kastederek;
“Bu adada 10 yılda 50 talebe yetiştirsem, o talebelerle İslâmı Dünya’ya yayıp dünyayı fethedebilirim” diyor.
Hep merak etmişimdir…
Eğer Üstad hayalini gerçekleştirme fırsatı bulsaydı Akdamar adasında nasıl talebe yetiştirirdi?
Hangi sistemi hayata geçirirdi?
Hangi eğitim yöntemlerini,
Hangi müfredatı uygulardı?
Ana konu başlıklarında neler olurdu?
Din ilimlerinden ayet, hadis, tefsir, yorum nasıl olurdu?
Fen ilimlerinden matematik, fizik, kimya vb… alanlara ne kadar girilirdi?
Sosyal bilimler de mutlaka olacaktı ama ne kadar?
Psikoloji, felsefe, siyaset, iktisat, sanat, spora yer var olur muydu?
Muhteva ve derinlik ne olurdu?
Yapılacak talimin konulara ayrılan süre ve ağırlıkları, bugünkü deyimle hangi dersin kredi katsayı çarpan ağırlığı kaç olurdu?
Sonra, eğitimi tamamlayan talebenin profilini nasıl tarif edebiliriz?
Eğitimin çıktısı nasıl olurdu?
Sürecin çıktısı asıl merak ettiğim husustur..
Bu tedrisattan ve talimden geçen bir talebeyi merak eder dururum hep.
“İşte bu!... Falan genç!... Tam mânâsı ile bu zamanda aranan insan tipine haiz denilebilecek örnek insan tipi midir?
Genel ifade ile “Dört dörtlük bir insan” tabiri cevap sayılmaz.
Öte yandan Üstadın hayat süreci gereği bu Akdamar adası ile ilgili sözü söyledikten sonra telif ettiği Risale-i Nur eserleri ve öğretisinden çıkan sonuç olan “Risale-i Nur Talebesi.”
Bu 50 kişi her biri ferdi ferid mi?
Veya kuvvetli bir şahs-ı mâneviye mensup, bugünkü deyimle uyumlu, ahenkli güçlü bir takım mı?
Bunlar sosyal hayatın içinde mi dışında mı olacaklardı?
Bireysel donanım olarak hangi maddi meziyetlere sahip olacaklardı?
Sevgili dostlar aslında bu konu çok ciddi bir araştırma konusu…
Bediüzzaman’ın hayalini temenni bağlamında biliyoruz.
Bu hususta Bediüzzaman’ı ve eserlerini bilen milyonlarca insan var yer yüzünde.
Herkesin anladığı, bildiği, tanıdığı Bediüzzaman farklı olduğu gibi Akdamar hayali konusunda haliyle çok farklı tanımlar ortaya çıkacaktır.
Bu konuda bir çok kişi tezler hazırlayabilir.
Üstad Bediüzzaman’ın nasıl bir talebe yetiştirmek istediğinin şifrelerinin Risale-i Nur’un bütününden çıkarılması mümkündür.
Risale öğretisinden ders alanlar olaya bütüncül bakarak bir çıkarım yapabilir.
Mutlaka çok farklı yorumlar olacaktır. Farklı yorumları da hazmedebilecek olgunlukta, tahammül edebilenlerden oluşan halis niyetli bir heyetten çok güzel çalışmalar çıkabilir.
Hiç şüphe yok ki 21. yüzyılın aranan insan profilinde, “ilcaat-ı zaman, muktezay-ı hâle muvafık” zaman ve şartların gereğine göre bir tanım yapılmasına ihtiyaç vardır…
Risale-i Nur la intibaha gelip heyecanlı dönemleri ballandırarak anlatan bizim kuşak bir türlü hatıra limanından çıkamıyoruz. Çünkü limanlar güvenli ve rahat. Bir yabancı düşünürün “Gemiler limanda güvendedirler… Ancak gemilerin yapılış maksadı limanda beklemek değildir” sözündeki gerçekten hareketle hatıra limanından sefere çıkma vaktidir.
Veya tribünlerde oturup oyuncuları beğenmeyen, maç kritiği yapan eski ve yaşlı futbolcular durumunda olmak hizmet yapmak sayılmaz, sayılmamalı…
Akdamar adasında yetişmiş 50 kişinin profilini, vasıflarını, hasletlerini, kabiliyetlerini, meziyetlerini tanımlayan bir tez çalışmasına ihtiyaç vardır. İlgililere arz ve talep eder tepkilerinizi beklerim...
 

harp

Well-known member
Cevap: Bir başka Akdamar Adası hayali 30 Ekim 2010 Cumartesi 06:02 Akdamar

Başörtülülerden özür dileme zamanındayız
30 Ekim 2010 / 11:45
İnanç, "Şimdi bu gençlerimizden, çocuklarımızdan bir özür dilememiz gerektiğine inanıyorum" dedi.

Orhan Turan'ın haberi:
Liseyi dışarıdan bitiren Rukiye Işık, sınavda aldığı puanla Türkiye'nin en ünlü puanla üniversitelerine dahi girebilecekken, "Daha özgür olurum" düşüncesiyle henüz 2008'de kurulan Muş Alparslan Üniversitesi Eğitim Fakültesi'ni tercih etti.
Hikayesini öğrenen rektör Prof. Dr. Nihat İnanç, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın da katıldığı akademik açılış töreninde Işık'tan öğrenciler adına konuşmasını istedi. İnanç, Işık'ı "Kürsüye çık, özgürlüğün için istediğin gibi konuş" sözleriyle de cesaretlendirdi.
BAM TELİMİZE DOKUNDU
Rukiye'nin karşılaştığı zorlukları anlattığı konuşmasının kendisi için de sürpriz olduğunu ifade eden İnanç, Yeni Şafak'a yaptığı açıklamada, "Ona istediği gibi konuşmasını söyledim ve güvendim. O da özgürce konuştu ve tam bam telimize dokundu. Bir dönem çeşitli sıkıntılar içinde eğitiminden mahrum kalan Rukiye gibi öğrenciler artık özgürce eğitim alabiliyor. Bu nedenle geldiğimiz süreç geleceğimiz için de umut verici" diye konuştu.
DEVLET ARTIK KEŞFEDİYOR
İnan sözlerini şöyle sürdürdü: "İlk defa 28 Şubat etkisinin kırıldığını görüyorum. Kültürel yapısı, dini inancı, etnik yapısı ve sosyal duruşuyla devlet insanını keşfetmeye başladı. Ayrım yapmadan her bireyin toplumun vazgeçilmez parçası olduğu gerçeğini anlıyor. Bu anlayış sürerse, Türkiye'yi hiçbir güç engelleyemez."
GENÇLER BİR NEVİ SÜRGÜN
"Giyim kuşamdan tutun, siyasal, etnik, kültürel yapıya kadar, haksız biçimde eğitim ve öğretim hakkı elinden alınan binlerce genç bir nevi sürgüne gönderildi. Türkiye'de yasakçı zihniyet nedeniyle eğitim alamadığı için binlerce gencimiz yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Şimdi durup gençlerimizden, çocuklarımızdan bir özür dilememiz gerektiğine inanıyorum. Bizim çocuklarımız Avrupa'da gurbet türküleri dinleyerek eğitim almaya çalışıyor. Bir Başbakan'ın çocuğunun bile yurtdışında okumak zorunda kaldığı bir ülke daha fazla neyi tartışabilir ki."
GENELGEYE LÜZUM YOK
YÖK'ün "başörtülü öğrenci dersten atılmayacak" diye bir yazı yazmak zorunda kalmasını eleştiren "Bazı rektörlerin yasaktan yana tavır almasını anlayamıyorum. Biz böyle bir yazıya, genelgeye ihtiyaç duymuyoruz. Kanun gayet net ve açık... Bugüne kadar uygulanan yasak keyfi, kanunsuz ve ideolojiktir. Başörtüsü yasağını gerektirecek hukuki bir düzenleme yok. Yasağı sürdüren rektörlere sormak hazım hangi kanunda bunu gerektirecek bir madde var" diye konuştu.
Duygu dünyam allak bullak oldu
İnanç, üniversite sınavında Türkiye 497. olmasına rağmen daha özgür olacağına inandığı için Muş Üniversitesi'ni seçen Rukiye Işık'ın akademik açılış töreninde yaptığı konuşmayla herkese, "Yasaklara karşı vicdanınızda muhasebenizi yapın" diye seslendiğini söyledi. Konuşmanın kendisini çok duygulandırdığını anlatan İnanç, "Boğazım düğümlendi yutkundum. Duygu dünyam allak bullak oldu. İki nedenden dolayı Rukiye'nin seslenişi beni etkiledi. Birincisi, öğrencilerin umutlarını bizlere bağlaması hakikaten onur verici. İkincisi misyonumuz ve görevimizin ağırlığı noktasında kendimizi ciddi biçimde gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlattı. Mazlumların, mağdurların haklarını tüketme şansımızın, lüksümüzün olmadığını bir kez daha tartışmak durumunda kaldık. Sorumlulukları noktasında, özellikle kendimizi yeniden gözden geçirmemizi gerektirecek bir tablo oluştu" diye konuştu.
Rektörün açıklaması bir itiraf
İnanç, eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ün "başörtülüleri almayın" talimatını uygulayan bazı rektörlerin bugün özgürlükçü tavır takınmasını da eleştirdi.
İnanç şöyle konuştu:
"Bunun bir anlamı yok. Üniversitelerarası Kurul'un 28 Şubat dönemindeki başkanı Uludağ Üniversitesi Rektörü diyor ki, 'Biz bu öğrenciler hakkında soruşturma açmasaydık, bizimle ilgili soruşturma açılacaktı'. Ben, bırakın rektör olarak bir akademisyen olarak çok çirkin buluyorum bu değerlendirmeyi. Biz güya toplumu aydınlatan, onların ümidi olan insanlarız. Çünkü biz akademisyeniz. Ama bugün kalkmışsınız diyorsunuz ki, 'geçmişte bunu yapmasaydık, başımıza şunlar gelirdi.' Bu şunun itirafıdır: Biz binlerce öğrencimizi, eğitim haklarını, kanunsuz, hukuksuz, keyfi, ideolojik bir şekilde ellerinden aldık. En azından bu alanda kullanıldık."
Yeni Şafak
 

harp

Well-known member
Cevap: Bir başka Akdamar Adası hayali 30 Ekim 2010 Cumartesi 06:02 Akdamar

Bediüzzaman çocuklardan dua isterdi
30 Ekim 2010 / 05:53
Araba tanındığından elini öpmek için genç, ihtiyar ve çocuklar arabaya hücum ederlerdi...

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitler'den Mahmud Çalışkan anlatıyor:
Üstad Afyon-Bolvadin'den geçerken, araba tanındığından Üstadın elini öpmek için genç, ihtiyar ve çocuklar arabaya hücum ederlerdi. Üstad çocukları çok severdi.
Elini öpmek için gelen çocuklara, "Mâşaallah, mâşaallah" diyerek başlarını okşar, dualar eder, masumlardan dualar isterdi.
Kimin çocukları olduklarını sorardı. "Ben anneni, babanı duama dahil ettim" diyerek onlara iltifat ederdi.
(Son Şahitler, Necmeddin Şahiner)
 

harp

Well-known member
Cevap: Bir başka Akdamar Adası hayali 30 Ekim 2010 Cumartesi 06:02 Akdamar

Bediüzzaman, Çetin Altan ve Cumhuriyet Bayramı
30 Ekim 2010 Cumartesi 06:04
Müdür Bey,
Size teşekkür ederim ki, Kurtuluş Bayramı’nın bayrağını koğuşuma taktırdınız. Harekât-ı Milliye’de İstanbul’da, İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşirle, belki bir fırka asker kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki, Mustafa Kemal şifreyle iki defa beni Ankara’ya taltif için istedi. Hattâ de¬mişti: “Bu kahraman hoca bize lâzımdır.” Demek, benim bu bayramda bu bay¬rağı takmak hakkımdır.
Said Nursî

Bugün cumhuriyet bayramı… İçimde hem burukluk, hem sevinç var. Sevincimin sebebi malum; cumhuriyetin ilanı. Kederimin sebebiyse size meçhul, bana malum; yukarıdaki mektup ve bana hatırlattıkları… Evet, yanlış okumadınız. Yine aynı sendromla karşı karşıyayım: İrticacı (!) damarlarım depreşti yine. O yüzden birazcık kederleniyorum. Hem bu ülkede kederlenmek o kadar kolay ki, bayramlarda bile insan kendisine bir neden bulabiliyor. Hiç de zorlanmıyor. Azıcık maziyi karıştırmak yetiyor.
Türbandı, resepsiyondu derken bir bayram daha geldi, geçti, geçiyor. Bu yazıyı başladığım dakikalarda günün sonlanmasına birkaç saat kalmıştı. (Ne kadar zamanda biter, meçhul.) Hatta yalnızca iki saat. 30 Ekim’e yalnızca iki saatçik vardı klavye üzerinde parmaklarım sekerken. Bu arada, televizyondan izleyebildiğim kadarıyla, boğazdaki havai fişek gösterisi fena olmadı. Gerçi toplu taşıma ücretlerine yapılan zammın ardından belediye eliyle yapılmış böyle müsrif bir gösteriyi izlemek insana dokunuyor, ama olsun. Cumhuriyete değer. Sanırım bazı şeyleri değiştirmek elimizden gelmiyor. Devlet eliyle yapılan israf bunlardan birisi… Havai fişeklerin saçtığı ışığı izlerken bir an akbilimi de havada görür gibi oldum; ama yok canım, hayalmiş. Akbilimin ne işi var orada? Hem artık manyetik kartlar var, akbilin devri geçti.
Dedim ya, insan kederlenmek için kendisine sebepler bulabiliyor. Mesela yukarıdaki mektubun içeriğine bakıyorum, acayip. Durun, izah edeyim. Bediüzzaman Said Nursî’nin Şualar isimli eserinde yer alan bu mektup bir hapishane müdürüne yazılmış. Hangisine mi? Ne ehemmiyeti var? Bir hapishane müdürüne işte… Gerçi haklısınız, Bediüzzaman o kadar çok hapishaneye girmiş çıkmış ki, insan sormadan edemiyor. Hangisi bu? Eskişehir mi? Denizli mi? Isparta mı? Hangisi? Sürgünleri saymıyorum bile…
Bir tanesinden de ceza almış olsa, ama yok. Hepsinden tekrar tekrar beraat etmiş, ama serbest bırakılmamış. Neyse… Cumhuriyetin lezzetlerini tadamayan böyle çok evlatları var. Ama mektubun içeriğine bakar mısınız? Bizzat Mustafa Kemal tarafından “Kahraman Hoca” ismiyle anılmış birisi, sırf yazdığı için ve yazdığı eserlerde Allah’ı anlattığı için sürgün sürgün, hapis hapis süründürülüyor. Memleket memleket gezdiriliyor. Öyle ki, bayramları bile hapishane içerisinde, tecritte geçiriyor. Soğuk bir koğuşta, hem de pencereleri kırık bir koğuşta, hem de kış ortasında ölsün diye bırakılıyor. Ecel bu, ölmüyor. Mücadelesine devam ediyor. Bugün milyonlarca manevî evladı var, binlerce öğrencisi… Bu mektuptan evvelki mektupları da okumalısınız. Size anlatacakları çok şeyler var keder namına. Oradan cumhuriyetin gizli tarihini okuyabilirsiniz. Kendi evlatlarını yiyen devrimler tarihini…
Neyse, uzatmayayım. Bugün bir kitap okudum. Şöyle ince bir şey. 149 sayfa falan. Çetin Altan’a ait bir eser. “Komünizm Komünizm diye diye Globalleştik” isminde güzel bir kitaptı. Çetin Altan’ın çeşitli zamanlarda yazdığı benzer konulardaki yazılardan oluşmuş. Doksanlarda yazdığı yazılar ağırlıklı… Ama farklı tarihler de var. Ben, Çetin Altan’ı çok tanımam, ama bu kitabıyla onu sevdim diyebilirim. Hakikaten orijinal görüşleri var. Hepsine katılmasam da takdir ediyorum; güzel fikirleri var. Hatta bütün bunları boşverin, en azından bir davası var. Uğrunda geçmiş yılları var. Fakat ne yalan söyleyeyim; aynı talihsizlikleri onun hayatının izdüşümlerinde de gördüm. Düşünün ki, ilk gözaltıyı 24 yaşındayken Kore Harbi hakkında yazdığı bir yazı nedeniyle yaşamış. Hem de doğru bir yazı. Eğer bir yetkili mecliste onu doğrulayan bir konuşma yapmasa, belki ceza bile alacakmış. Ve bu tutuklanmalar devam etmiş. Kendisi kitabında bizzat 300’e yakın mahkemesi olduğunu söylüyor. Sadece o da değil, tanık olduğu başka felâketleri de naklediyor kitabında küçük küçük: Mesela, Sabahattin Ali’nin sobayla dövülerek öldürüldüğünü söylüyor. Nazım Hikmet’in hapsini anlatıyor, vs…
nursi_cetinaltan.jpg
Tam burada şunu sormak istiyorum sizlere, çünkü kendi içimde cevabı net bulamıyorum: İki farklı ucun insanı doğruları savundukları için böylesine eziliyorlarsa, aynı rejimin çarkları arasında, bunları kim eziyor?
Cevabı yine her iki müellifin eserlerindeki ifadeler ele veriyor sanki. Mesela Çetin Altan, ilginçtir cumhuriyet idaresi için “demokrasi” kelimesini değil, “oligarşiyi” kullanıyor. “Ankara oligarşisi” diyor mücadele ettiği sistemi anlatırken. Yani belli bir zümrenin hâkimiyeti bu, halkın değil. Yine Bediüzzaman da, Şualar isimli eserinin birçok yerinde şöyle sesleniyor yetkililere: “Bana karşı ehl-i dünyanın verdiği sıkıntı, siyaset için değil. Çünkü onlar da bilirler ki siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki, bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazip ediyorlar!” Yani arkada başka hesapların ve örgütlerin olduğunu ifade ediyor. Cumhuriyet adına değil, hakiki manada cumhuriyet istedikleri için eziliyor bu insanlar.
Şimdi susuyorum… Cumhuriyetin 87 yıllık yolculuğunda “cumhuriyet hakikat olsun, tam yaşasın ve tam olsun” diye hapis yatanlar adına susuyorum. Doğruyu söyledikleri için sürgün sürgün dolaştırılanlar, mahkemeye verilenler için susuyorum. Hangi kesimden, hangi fikirden olurlarsa olsunlar, demokrasi adına mücadele edenler için susuyorum. Onlar için susuyorum. Ve diyorum ki; asıl onların bayramı mübarek olsun. Pencerelerine bayrak asmayı en çok onlar hak ediyorlar. Yoksa cumhuriyeti kurup sonra devleti yirmi yedi yıl diktatörlükle yönetenler değil.
 
Üst