zafer karlý
Member
BİRİNCİ ŞULE, ÜÇÜNCÜ ŞUA, BİRİNCİ CİLVE, ÜÇÜNCÜ ŞAVK
Din, Arapça’da "deyn," yani borçlanmak kökünden gelmektedir ve üç anlamı vardır: ilki, "prensip, kanun"; ikincisi, "hak ile bâtılın birbirinden ayrılması"; üçüncüsü ise, "borçlanma." Bu borçlanma "muhtaç olma" anlamındadır. Mesela, tohum ağaç olmaya borçludur, yani muhtaçtır. Tohumun toprağa atıldıktan sonra ağaç olmaktan başka seçeneği yoktur.
İnsan da bir fıtrat üzere yaratılmıştır, ve bu fıtrat aslını bulmak için "din"e muhtaçtır. Tabii ki, bu din Hak Din olmalıdır. Peki hak dini nasıl buluruz?
Hak olanı anlamamız için bize Hakikatler verilmiştir. Biz bu hakikatler vasıtasıyla "Cenab-ı Hakkı" ve "hakkı" bulur ve tanırız. Hakikatlere lâyıkıyla muhatap olmak için ise kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, ruhun terakkiyatı ve aklın tekellümü gerekmektedir.
"Tasfiye", safv kökünden gelir ve temizlenme, arındırma anlamındadır. Tasfiye-i kalb, kalbin saflaşması, arınması ve sadece muhabbetullâh ile dolmasıdır.
"Tezkiye" ise arıtma anlamındadır. Bu iki kavram benzer gibi görünseler de, aralarında önemli bir fark vardır.
Arındırma iki saf maddenin birbirinden ayrılmasıdır. Su ve kum gibi. Kumlu suyu süzerek kumu ve suyu birbirinden ayırırsınız. Arındırmada asıl, meselâ örnekte "su" hep temizdir. Sadece üzerine dökülen kum suyu kirli göstermektedir.
Arıtma ise pislik bulaşmış şeylerin ayrıştırılması işlemidir. Bu ise içine mürekkep damlamış su gibidir. Mürekkep suya karışıp suyu kirletir ve bu su basit bir işlemle ayrıştırılamaz. Çünkü asıl artık kirlenmiş, bozulmuştur.
"Tezkiye-i kalb" ifadesi doğru olmaz, çünkü kalb zaten temizdir. Ancak günahlar içinde yüzen nefsin bu günahlardan temizlenmesi için arıtılması, tezkiyesi gerekmektedir.
Daha sonraki aşamalar ise ruhun terakkiyatı ve aklın tekellümüdür. Dikkat edilirse ruhun tekemmülünden bahsedilmiyor. Ruhun terakkiyatı deniyor. [Bu iki ifadenin de, kalb ve nefis için kullanılanlar gibi, nüanslarını çözmek gerekiyor.]
Bu saydığımız safhalardan geçilmeden kabul edilen bir hakikat çok sağlam olamaz, çünkü bunlardan biri dahi olmadıkça sorular, şüpheler, yanlışlara geri dönüşler yaşanır.
Her bir sual, her bir şüphe kalbde birer gölgedir. O sualler cevaplanmadıkça gölgeler kalbde leke olarak kalır ve kalb sâfileşemez; her cevap bulamayan soruyla da daha çok kararır.
Ancak gaybın hakikatlerini, ahval-i uhreviyeyi ve berzahiyeyi bilmek insan aklının kârı değildir ve bu noktada imdada Kur’ân yetişir. Kur’ân bize bilmediğimiz bu hakikatleri gösterir, ispat eder. Bize de "Sadakte (doğrudur)" deyip "Bârekallâh (Allah ne güzel yaratmış)" demek kalır. Öyle ki bir âyette Hz. Muhammed (a.s.m.)’e hitaben "Biz bunları sana bildirmezden önce iman nedir, kitab nedir, bilmezdin" deniliyor. Burada Rasulallah (a.s.m)’a—hâşâ—inanmıyor olma hali izafe edilmiyor; bilakis, imanın ve kitabın hakiki keyfiyetini bilmeye aklın yetmeyeceği, bunun ancak vahyin irşadıyla yakînen bilineceği ifade ediliyor. Vahyin kritik önemi ve önceliği bildiriliyor.
Din, Arapça’da "deyn," yani borçlanmak kökünden gelmektedir ve üç anlamı vardır: ilki, "prensip, kanun"; ikincisi, "hak ile bâtılın birbirinden ayrılması"; üçüncüsü ise, "borçlanma." Bu borçlanma "muhtaç olma" anlamındadır. Mesela, tohum ağaç olmaya borçludur, yani muhtaçtır. Tohumun toprağa atıldıktan sonra ağaç olmaktan başka seçeneği yoktur.
İnsan da bir fıtrat üzere yaratılmıştır, ve bu fıtrat aslını bulmak için "din"e muhtaçtır. Tabii ki, bu din Hak Din olmalıdır. Peki hak dini nasıl buluruz?
Hak olanı anlamamız için bize Hakikatler verilmiştir. Biz bu hakikatler vasıtasıyla "Cenab-ı Hakkı" ve "hakkı" bulur ve tanırız. Hakikatlere lâyıkıyla muhatap olmak için ise kalbin tasfiyesi, nefsin tezkiyesi, ruhun terakkiyatı ve aklın tekellümü gerekmektedir.
"Tasfiye", safv kökünden gelir ve temizlenme, arındırma anlamındadır. Tasfiye-i kalb, kalbin saflaşması, arınması ve sadece muhabbetullâh ile dolmasıdır.
"Tezkiye" ise arıtma anlamındadır. Bu iki kavram benzer gibi görünseler de, aralarında önemli bir fark vardır.
Arındırma iki saf maddenin birbirinden ayrılmasıdır. Su ve kum gibi. Kumlu suyu süzerek kumu ve suyu birbirinden ayırırsınız. Arındırmada asıl, meselâ örnekte "su" hep temizdir. Sadece üzerine dökülen kum suyu kirli göstermektedir.
Arıtma ise pislik bulaşmış şeylerin ayrıştırılması işlemidir. Bu ise içine mürekkep damlamış su gibidir. Mürekkep suya karışıp suyu kirletir ve bu su basit bir işlemle ayrıştırılamaz. Çünkü asıl artık kirlenmiş, bozulmuştur.
"Tezkiye-i kalb" ifadesi doğru olmaz, çünkü kalb zaten temizdir. Ancak günahlar içinde yüzen nefsin bu günahlardan temizlenmesi için arıtılması, tezkiyesi gerekmektedir.
Daha sonraki aşamalar ise ruhun terakkiyatı ve aklın tekellümüdür. Dikkat edilirse ruhun tekemmülünden bahsedilmiyor. Ruhun terakkiyatı deniyor. [Bu iki ifadenin de, kalb ve nefis için kullanılanlar gibi, nüanslarını çözmek gerekiyor.]
Bu saydığımız safhalardan geçilmeden kabul edilen bir hakikat çok sağlam olamaz, çünkü bunlardan biri dahi olmadıkça sorular, şüpheler, yanlışlara geri dönüşler yaşanır.
Her bir sual, her bir şüphe kalbde birer gölgedir. O sualler cevaplanmadıkça gölgeler kalbde leke olarak kalır ve kalb sâfileşemez; her cevap bulamayan soruyla da daha çok kararır.
Ancak gaybın hakikatlerini, ahval-i uhreviyeyi ve berzahiyeyi bilmek insan aklının kârı değildir ve bu noktada imdada Kur’ân yetişir. Kur’ân bize bilmediğimiz bu hakikatleri gösterir, ispat eder. Bize de "Sadakte (doğrudur)" deyip "Bârekallâh (Allah ne güzel yaratmış)" demek kalır. Öyle ki bir âyette Hz. Muhammed (a.s.m.)’e hitaben "Biz bunları sana bildirmezden önce iman nedir, kitab nedir, bilmezdin" deniliyor. Burada Rasulallah (a.s.m)’a—hâşâ—inanmıyor olma hali izafe edilmiyor; bilakis, imanın ve kitabın hakiki keyfiyetini bilmeye aklın yetmeyeceği, bunun ancak vahyin irşadıyla yakînen bilineceği ifade ediliyor. Vahyin kritik önemi ve önceliği bildiriliyor.