ANNECİĞİM
Adının önüne yakışacak kelime bulamadım. Bütün güzel kelimeleri kullansam da seni ifade etmeye yetmez, biliyorum. Sen benim annemsin. Dupduru imanınla, sıcacık duygularınla tohumlarımı filizlendiren toprağımsın. Ömür ağacım senin toprağında meyveye durdu; dualı nefesin ve çileli gözyaşlarınla olgunlaştı. Dualarınla örülen merdivenlerle aşabildim hayatın yokuşlarını, korkunç uçurumlarını.
Senin gözyaşların gül tomurcuklarına benzer. Seherin en sakin köşesinde herkes uyurken dökülür duaya kalkmış yumuşak avuçlarına. Gözlerinden dökülen billur katreler, benim hayatımda çiçeklenir birer birer. Karanlıklarım dualarınla aydınlanır. Ümidim odur ki; yollarımın çamuru, kirlerim, hatalarım, dualarınla arınır. Sen ki; gönül ayağım kaymaya meylettiğinde kilometrelerce öteden bunu hissedersin. Çünkü senin gönlün hakiki muhabbete açıktır. Şefkat pınarlarını yollarımdan çekersen ne olur hâlim?!..
Anneciğim;
Seni nasıl özlediğimi; karşılıksız, katıksız sevgine nasıl ihtiyacım olduğunu bir bilsen! Âh çocukluğum! Avuçlarımın arasından su gibi akıp giden çocukluğum... Binlerce yitiğimin arasında en paha biçilmez olan, yitip giden çocukluğum...
Ve sen anneciğim... Yemeyip yediren, giymeyip giydiren.. benim için saçını süpürge edenim, kokusu güzelim, çilelim...
Bazen çocukluğumu ve seni hatırlarım. Böyle zamanlarda içim bir tuhaf olur. Hem tazelenirim, hem insan olmanın ağırlığı altında ezilirim. Ne kadar güzeldi senli günlerim! Kaygısız, tasasız... Sen de, çocukluğum da ne kadar uzaktasınız!
Yıllar geçse, ben büyüsem de, her uyandığımda uyanık olurdun. Güneş sen uyandıktan sonra doğardı dâima. Dua ve niyazla ‘Hoş geldin!’ derdin yeni güne. Gündüzlere anahtar olan duanı bitirince, usulca parmaklarının ucuna basarak başucuma gelirdin. Beni uyandırmamak için kapıyı bile kapatmazdın. Menekşe kokulu nefesinde tuttuğun ilâhî güzellikleri yavaş yavaş üzerime üfürürdün. Nefesin dertlerime derman olurdu. ‘Bahtın gündüzler kadar ak, imanın pınarlar kadar duru olsun, ilim ve hilm başına tâc, edep ve haya ömrüne ilâç olsun!’ diye dua ederdin. Sonra, sıcacık bir bûse kondururdun yanağıma. Sanki her bûsende âb-ı hayat gizliydi ve onunla yeşilliği korunurdu yanağımdaki bahçenin.
Anneciğim;
Sen güldüğün zaman, yüzündeki bütün çizgiler tebessüm ederdi. Sen şefkat ve sevginle, hayatına hiçbir sahteliğin girmesine izin vermemiştin.
Mektep-medrese görmemiştin ama, her söylediğin, her endişen gerçekleşirdi. Yaradan hislerine nasıl bir güç vermişti ki, bunun karşısında şaşkına dönerdim. Senin küçük dünyanın merkezinde evin, seccaden ve tesbihin vardı. Ben bu dünyada ne ekmeğin tükendiğini gördüm, ne de sevginin.
Çetin geçen yıllar pembe yüzüne nurdan bir çerçeve çizmiştir. Bize yanık sesinle söylediğin ilâhiler, ahenkli Rumeli türküleri hâlâ gönül kubbemde yankılanır durur. İş yaparken söylediğin Rumeli türkülerinde, ‘Kırmızı gülün alı var’ derdin. Çocuk aklımla sorardım: ‘Kırmızıyla al aynı değil mi?’ Sen de, ‘gül var gülden içerü’ derdin. Küçük aklımla bir şey anlamadan, ‘Hani şu söylediğin Süleyman ilâhisi gibi değil mi?’ derdim. Başını hafifçe eğer, tasdik ederdin.
Sabrı beline bir kuşak gibi dolamış benim cefakâr anam. Senin ninnilerin ve masallarınla büyüdük. Sevinç ve elemlerin iç içe geçtiği dağdağalı, fırtınalı bu dünya hayatına senin rehberliğinle hazırlandık; bunu şimdi daha iyi anlıyorum. İnan ki benim nur anam, ruhumu kavrayan sesine ne kadar hasretim! Şimdi burada olsan, buz tutmuş hayatımı sıcacık bakışlarınla ve dualarınla eritsen! Kalabalıklardan, kem bakışlardan o kadar incindim ki!
Ağla! Benim için ve bütün çocuklar için ağla! Çünkü, ağlarsan sen ağlarsın, gerisi yalan ağlar. Saçlarının beyaza döndüğü şu demde beni buralarda bırakıp dönüşü olmayan seferlere çıkma ne olur! Gül yüzündeki ışığın serinliğiyle, göğsündeki şefkat pınarlarıyla, uykulara küsmüş gözlerinle seherlere bizden selâm söyle!
‘Anne yüreği’ Yaradan’ın hediyesidir sana, anne!
NURGÜL ÖZCAN