zafer karlý
Member
CEVŞEN VE FAZİLETİ
Râbian: "Yirminci Lem'a-i İhlas"ta bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet'in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahibdir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.
Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.
Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a'malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. (Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir.) dedim. O vesvese edip şübhelere düşen adam, lillahilhamd kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faidesi var diye size de gönderdim. Umumunuza binler selâm.”[4]
“Dokuzuncu Asıl: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur.”[5]
“Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor." Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: "Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim." Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem ism-i a'zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a'zam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.”[6]
Okuyacak kişiye verilecek ilahi sonsuz rahmet,Ğına,Cud ve Seha, Kerem,İhsan ve İkram sahibinin yanında hiç mesabesindedir.”Deryadan bir damla” bile değildir.Zira biri yani verilenler her yönüyle sınırlı iken,Diğeri yani Cenab-ı Hak taraf ve canibinden bakıldığı düşünüldüğünde had ve hududa gelmeyip ebedi ve sonsuzdur. Sonsuzdan kaçı çıkarırsanız çıkarın,yine sonsuz kalır. Aksa takdirde sonlanmış ve sonlu olmuş olur. Oysa O’nun hazinesinde hiçbir şey eksilmez ve tükenmez. Hem O’nu biz niye düşünüyoruz ki;yaratan biz olmadığımız gibi,verecek olan da biz değiliz,O’dur. O halde konuşan bilir,bilen yapar.
Evine misafir davet eden,misafirin ihtiyaçlarını bilir. Kali ve hali lisanından ihtiyaçlarını anlar ve ona göre cevap verir.
Bizlerde bu alemde Cenab-ı Hakkın birer misafirleriyiz. Ev sahibi,her şeyin sahibi olan Allah,bizi bizden daha iyi bilir ve düşünür. Ne gam...
O halde bunca varlıkların yüklerini yüklenmeye ne mahal var. İşi ona bırakıp tevekkülane cefayı değil,sefayı çekmeli. Kadere teslim olup,kederlerden emin olmalı. Bize düşen iman ve ibadete devam etmeli...
Netice olarak,her şeyin temel ve esasında Ma’rifetullah yani O’nu bilip,O’na inanmak olduğu gibi,bu konuda da O’nu bilmeli,O’na inanmalı ve O’na güvenilmelidir. O her şeye kadirdir. O her şeye hakimdir.
“Çünkü ancak O’nun kudretiyle,iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve O’nun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh,necat ve halas ancakAllah’a iltica ile olur.”[7]
“Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?
Elcevab: Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilakis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zînetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, her bir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumî Cennet'ten beş yüz sene genişliğinde birer hususî Cennet'i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet'e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zaika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. “[8]
“Bir siyasî memurun iğfali ve "İmhası için yukarıdan emir aldık" demesine aldanan bir bekçi başı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: "Cevşenül-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir" derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.”[9]
“Al-i Beytin gayet mühim bir mirası ve bir madeni feyzi olan Cevşen-ül Kebiri kendine üstad eden”[10]üstad,talebelerine de bunu tavsiye etmiştir.
Dipnotlar:
[1] Şualar.B.Said Nursi.570.
[2] Saffat.165.
[3] Yazar daha bunun senedinin ve konularının daha uzun olduğunu,ancak bu kadarla yetindiğini söyler. Mecma-ul Ahzab-dan tercüme edilmiştir. Muhyiddin-i Arabi cildi.sh.231, Cevşen-in bazı parçaları Hakim-in Müstedrek-in de vardır. Cevşen hakkında,Bak.Risale-i Nurun Kudsi kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 340-342,241,739, Prizma.Fethullah Gülen. 1 / 147-151,İslam Ansiklopedisi. TDV. 7 / 462-464.
[4] Denizli ve Emirdağ Lahikaları. B.Said nursi. 1 / 160
[5] Sözler.B.Said Nursi.320.
[6] Age.323.
[7]Age. 108,231, M. Nuriye.age.58,Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.211.
[8] Lem’alar.B.Said Nursi.146.
[9] Tarihçe-i Hayat.B.Said Nursi.375.
[10] Bak.Zaman gazt.2-4-Ağustos-1996.
Râbian: "Yirminci Lem'a-i İhlas"ta bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet'in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahibdir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.
Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.
Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a'malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. (Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir.) dedim. O vesvese edip şübhelere düşen adam, lillahilhamd kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faidesi var diye size de gönderdim. Umumunuza binler selâm.”[4]
“Dokuzuncu Asıl: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur.”[5]
“Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: "Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor." Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: "Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim." Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.
İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü'minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun'un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in'ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü'minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur'an kadar faide verebilir. Hem ism-i a'zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a'zam zılline mazhar bir mü'min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.”[6]
Okuyacak kişiye verilecek ilahi sonsuz rahmet,Ğına,Cud ve Seha, Kerem,İhsan ve İkram sahibinin yanında hiç mesabesindedir.”Deryadan bir damla” bile değildir.Zira biri yani verilenler her yönüyle sınırlı iken,Diğeri yani Cenab-ı Hak taraf ve canibinden bakıldığı düşünüldüğünde had ve hududa gelmeyip ebedi ve sonsuzdur. Sonsuzdan kaçı çıkarırsanız çıkarın,yine sonsuz kalır. Aksa takdirde sonlanmış ve sonlu olmuş olur. Oysa O’nun hazinesinde hiçbir şey eksilmez ve tükenmez. Hem O’nu biz niye düşünüyoruz ki;yaratan biz olmadığımız gibi,verecek olan da biz değiliz,O’dur. O halde konuşan bilir,bilen yapar.
Evine misafir davet eden,misafirin ihtiyaçlarını bilir. Kali ve hali lisanından ihtiyaçlarını anlar ve ona göre cevap verir.
Bizlerde bu alemde Cenab-ı Hakkın birer misafirleriyiz. Ev sahibi,her şeyin sahibi olan Allah,bizi bizden daha iyi bilir ve düşünür. Ne gam...
O halde bunca varlıkların yüklerini yüklenmeye ne mahal var. İşi ona bırakıp tevekkülane cefayı değil,sefayı çekmeli. Kadere teslim olup,kederlerden emin olmalı. Bize düşen iman ve ibadete devam etmeli...
Netice olarak,her şeyin temel ve esasında Ma’rifetullah yani O’nu bilip,O’na inanmak olduğu gibi,bu konuda da O’nu bilmeli,O’na inanmalı ve O’na güvenilmelidir. O her şeye kadirdir. O her şeye hakimdir.
“Çünkü ancak O’nun kudretiyle,iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve O’nun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh,necat ve halas ancakAllah’a iltica ile olur.”[7]
“Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet'te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?
Elcevab: Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilakis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zînetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, her bir mü'min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumî Cennet'ten beş yüz sene genişliğinde birer hususî Cennet'i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet'e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zaika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. “[8]
“Bir siyasî memurun iğfali ve "İmhası için yukarıdan emir aldık" demesine aldanan bir bekçi başı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: "Cevşenül-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir" derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.”[9]
“Al-i Beytin gayet mühim bir mirası ve bir madeni feyzi olan Cevşen-ül Kebiri kendine üstad eden”[10]üstad,talebelerine de bunu tavsiye etmiştir.
Dipnotlar:
[1] Şualar.B.Said Nursi.570.
[2] Saffat.165.
[3] Yazar daha bunun senedinin ve konularının daha uzun olduğunu,ancak bu kadarla yetindiğini söyler. Mecma-ul Ahzab-dan tercüme edilmiştir. Muhyiddin-i Arabi cildi.sh.231, Cevşen-in bazı parçaları Hakim-in Müstedrek-in de vardır. Cevşen hakkında,Bak.Risale-i Nurun Kudsi kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 340-342,241,739, Prizma.Fethullah Gülen. 1 / 147-151,İslam Ansiklopedisi. TDV. 7 / 462-464.
[4] Denizli ve Emirdağ Lahikaları. B.Said nursi. 1 / 160
[5] Sözler.B.Said Nursi.320.
[6] Age.323.
[7]Age. 108,231, M. Nuriye.age.58,Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.211.
[8] Lem’alar.B.Said Nursi.146.
[9] Tarihçe-i Hayat.B.Said Nursi.375.
[10] Bak.Zaman gazt.2-4-Ağustos-1996.