Cibâli (Cebe Ali) Baba kıssası

müdavim

Üye Sorumlusu
Cibâli (Cebe Ali) Baba kıssası

Risâle–i Nur'dan bir iktibas:
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhûr ve mânidar Cibali Baba kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl–i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl (akıllı) görünürken, meczupturlar. ...Meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar.
( Mektubat, 26. Mektup, 9. Mesele, s. 328.)
İstanbul'un fethi,
bir meczup veliye takıldı
Henüz 21 yaşında iken Osmanlı tahtına geçen ve en büyük ideali İstanbul'u fethetmek olan Sultan II. Mehmet, son kuşatma hazırlıkları esnasında şunu ahdetmişti: "Ya ben İstanbul'u alırım, ya da İstanbul beni!"
Fetihten önceki son kuşatma harekâtına 1453'ün Nisan ayı başlarında başlandı. Kırk gün müddetle, gerekli her türlü hazırlık yapıldı, her türlü tedbir alındı. Havadan (havan topuyla), karadan, denizden (Marmara'dan, Haliç'ten) ve hatta tünellerin açıldığı sur altından yapılacak her türlü hurûç, hücûm ve taarruz harekâtı tasarlanıp plânlandı; plânlar yürürlüğe kondu.
Son olarak Bizans imparatoruna yapılan "şehrin kansız teslim edilmesi" teklifine red cevabı verilince de, kuşatma çemberi daraltılarak dört koldan hücûm ile umumî taarruz harekâtı başlatılmış oldu.
Taarruz günlerce, haftalarca devam ettiği halde, şehir bir türlü düşmüyor, İstanbul teslim alınamıyordu. Atılan top gülleleri adeta tesirsiz kalıyordu.
Bu vaziyet, Sultan Mehmed'i ziyadesiyle düşündürdü. Olup bitenleri sebepler, tedbirler zaviyesinden bakarak, tahlil üstüne tahliller yaptı. Ancak, yine de ortada bir maddî engel, bir tedbirsizlik, bir planlama eksikliği göremedi. Öngörülen bütün tedbirler tamam ve herşey yolunda görünüyordu.
Peki, o halde şehir neden düşmüyor, feth–i mübin niçin tahakkuk etmiyordu?
Sultan Mehmed, bu kez işin mânevî boyutunu düşündü. Acaba, hadisenin mânevî tarafından bir eksiklik, bir yanlışlık, yahut bir tedbirsizlik mi var diye, bu konuyu gidip hocası Akşemseddin Hazretlerine danıştı: "Muhterem hocam, siz de bir bakıverin. Ben üzerime düşen herşeyi yaptım. Bizans'ı almak için, maddî âlemde, yani sebepler tahtında lâzım olan tedbirlerin hepsini aldım. Bu cihetten bir mâni görünmüyor. Düşündüm ki, kutlu fethin önünde acaba bir mânevî engel mi var? Böyle bir mâni varse eğer, bunu görmek ve üstesinden gelmek elbet sizin işiniz hocam. Hele bir bakıver de, o cânipte acep neler görürsünüz."
Kalp gözü açık ve mânevî kemâlât sahibi Akşemseddin Hazretleri, talebesi olan genç padişahın sözlerini dinledikten sonra, o da ortada fethin önünde bir "mânevî düğüm"ün olabileceğine kanaat getirerek muhavereye daldı. O mânevî muhavere esnasında baktı ki, ne görsün...
Meğerse, Bizans tarafında bulunan bir meczup veli, sur içine doğru atılan koca top mermilerini bile "Aman gâvurcuklarıma birşey olmasın" diyerek, kerâmetinin kuvvetiyle tutup tesirsiz hâle getiriyor. Dolayısıyla da, şehrin düşmesini, Bizans'ın teslim olmasını ve müjdelenmiş olan o feth-i mübînin tahakkuk etmesini mânen engellemiş oluyor.
Durumun bu merkezde olduğunu keşfeden Akşemseddin, işe evvelâ kendi nefsinden başlıyor. Ciddî bir riyazete girerek, seyr-i sülûk-i ruhani ile nefsini terbiye etmeye koyuluyor. Mânevî terakki merdivenlerinde o meczup veliye yetiştiğine, hatta onu geçtiğine kanaat getirdikten sonra ise, ellerini dergâh-ı İlâhiye açarak şu niyazda bulunuyor: "Yâ İlâhî ve yâ Rabbî! Müjde-i Peygamberî'de (asm) yer alan şu feth-i mübin için lâzım gelen herşey yapıldı. Ortada aşılamayacak hiçbir mâni kalmadı; bir tek şu 'mübarek mecnun'dan başka... O da bilmeyerek şu mukaddes fethin önüne set çekiyor, engellemeye çalışıyor. İlâhî, bu vaziyetin devamına artık tahammülüm kalmadı. Teessürüm, elemim nihayetsizdir. Yâ Rab! Ya beni bu azaptan kurtararak canımı al, ya da o mecnun veli kulunun canını al ki, feth-i mübin müyesser ola."
Şu hâlis ve tesirli duâ âcilen kabul edilmiş olmalı ki, Haliç tarafından sur içine doğru atılan bir top güllesi—rivâyete göre—o mecnun veliye isabet etmiş ve hemen oracıkta teslim-i ruh eylemiş.
Rivâyetler muhtelif olmakla birlikte, en kuvvetli nakillere göre, o meczup velinin ismi "Cebe Ali"den bozma "Cibâli Baba"dır. Risâle-i Nur'da da bahsi geçen Cibâli Babanın kıssası, kısaca yukarıda anlatıldığı gibidir.
İşte bu Cibâli Baba, uzun süreden beri Bizans İstanbulu'nun Müslüman mahallesinde ikamet etmektedir. Asıl ismi Cebe Ali Hazretleridir. Üstüne giymiş olduğu elbisenin bir sürü cebi vardır. Bu ceplerini şeker doldurur, mahalle aralarında dolaşır ve bu şekerlerden Rum çocuklarına ikram ederek onları peşinden koştururmuş. Mürürû-u zamanla "Cibâli"ye dönüşen Cep Ali, yahut Cebe Ali lâkabı işte buradan gelmektedir.
Cibâli Baba, aynı zamanda ermiş ve kerâmet sahibi olmuş bir kişidir. Zaman içinde çocuklar gibi Rum ahalisi de onu sevmiş, benimsemiştir.
Karşılıklı olarak yaşanan bu sevgi ve kaynaşma, kuşatma ve harp esnasında da devam etmiştir. Sur dışından atılan ve gök gürlemesi gibi ses çıkaran top güllesinden korkan çocuklar ve bir kısım Rum halkı, çareyi Cibâli Babaya sığınmakta bulmuşlardır. Onun etrafından toplanmışlar ve kendilerine himmet etmelerini istemişlerdir. Çünkü, onun ermiş bir mü'min olduğuna inanmışlardır.
Rivâyet bu ya, Cibâli Baba da, aşırı şefkat ve merhametinden etrafına üşüşen Rum halkı ile çocuklarını himaye etmiş ve "Aman gâvurcuklarım zarar görmesin" diyerek, atılan top mermilerini havada yakalayıp onları tesirsiz kılma kerâmetini göstermiş.
Ne derece doğrudur bilinmez; ancak, Cibâli Babanın top mermilerini havada tutup denize attığı bile rivâyet ediliyor.
Şöyle, ya da böyle; ortada son derece acip ve garip bir hadisenin yaşandığı muhakkak. Bütün Müslümanlar, Hz. Peygamber'in müjdesine konu olan İstanbul'un fethi için vargücüyle çalıştıkları halde, bir mecnun veli şahsiyet çıkmış ve bu kudsî dâvânın tam aksi yönünde şaşırtıcı bir gayret ve faaliyet sergilemiştir.
Bu tarihî vakıaya bir eserinde (Mektûbât) atıfta bulunan Bediüzzaman Hazretleri, tarih seyri içinde ve bilhassa zamanımızda var olan, benzer ve hatta beter faaliyetlerde bulunan Cibâli Babaların mârifetine dikkat çekmektedir.
NOT: Bazı kaynaklarda İstanbul'un fethine iştirak eden bir başka Cibâli Babadan daha söz edilmektedir. Evliya Çelebi'nin bahsettiği bu şahıs, "Bursa sübaşısı" olup, ismi yukarıda kıssasını hülâsa ettiğimiz meşhûr Cibâli Baba ile yer yer karıştırılmaktadır. Oysa, bunlar birbirinden farklı şahsiyetlerdir.
haydar karakus
 
Üst