Biraz düşünelim: Türkiye acaba dünyada hangi konularda önde gidiyor?
Ama artık göğsümüzü kabartacak bir dünya ikinciliğimiz var, Hayır hayır, halterde veya güreşte değil. Yüzyılın son milli gururunu yaşamak için şu tabloya bir bakıverin:
Ortalama günlük TV seyretme süresi;
ABD 4 saat
TÜRKİYE 3,5 saat
İngiltere 3 saat 20 dakika
Japonya 3 saat 15 dakika
Avustralya 3 saat
Almanya 2 saat 55 dakika
Fransa 2 saat 50 dakika
Peru 2 saat 40 dakika
İsveç 2,5 saat
Evet, yanlış okumadınız! Türkiye nihayet uygar ülkeler düzeyine ulaşarak, televizyon karşısında çakılıp kalmada ikinciliği yakaladı. Almanya’ya bakın siz. Nasıl da nal topluyor. Fransa ve İngiltere de öyle. Yani, yedi düvele fark atmışız çoktan. ABD hâlâ önde ama gayret edersek onları da geçeceğimize şüphe yok. Aynen trafik kazalarında olduğu gibi, uygarlığın bu alanında da dünya efendisi olmamız şart.
Neredeyse bir Türk vatandaşı gününün üçbuçuk saatini bizim o muhteşem yayınlarla dolu TV kanallarımızı seyrederek geçiriyor. Yani belki 7-8 saat uyuyor, 8 saat çalışıyor ama, televizyonu da ihmal etmiyor. Üçbuçuk saat, neredeyse yarım gün eğitim yapan bir okulda bir günde alacağımız eğitimin süresine eşit. Üçbuçuk saatte neler yapılmaz ki?
Ama biz yine de ne yapacağımızı biliyoruz: Uykudan uyanma ve uyuma saatlerimizi TV’ye göre ayarlıyoruz. Elimizde uzaktan kumanda, dünyaya hükmediyoruz. O sihirli alet ile haber haber geziyoruz, rezalet zaplaması yapıyoruz, bir kanala küfredip, diğerinin kucağına düşüyoruz. Olup biteni öğrenmek için açtığımız haber programı denilen şeyin içinde bile her şey var: Kedi, köpek, maymun, uzun adam, cüce adam, deha adam, ahmak adam, komplo, cinayet, adam kaçırma, adam dövme, adliye arbedeleri, ahlâksızlıkla şarkıcı olanlar, şarkıcılıkla ahlâksız olanlar...
Beşikten Mezara Televizyon!
Sabah kalktığımızda, elimizi yüzümüzü yıkamadan o günkü gazete haberlerini veren programları açıyoruz ilk önce. Kahvaltı etmeden önce çizgi film seyretmek isteyen çocuklarımızla bu konuda tartışıyoruz. Allah’tan biz işe giderken onlar da okullarına gidiyorlar. Tabii biz işte, onlar da okulda arkadaşlarımızla televizyonda gördüklerimizden, kaçırdıklarımızdan bahsederek günü geçiriyoruz
Hanımlar erkeklerden neredeyse sadece televizyon konusunda şanslılar. Günboyu televizyon açık duruyor. Mübarek aleti kapatsak bir daha açılmayacak sanki. Zaten kapalı olsa da akşam evin beyi geldiğinde açacak. Bu arada, televizyondaki muhteşem programları izlerken, ders soran çocuğunu hafifçe tersleyecek, karısının anlattıklarına “he, he” deyip gözünü ona bile çevirmeyecek, ihtiyacını giderme saatlerini bile televizyona göre ayarlayacak. Yatsı namazından sonra haberleri, sabah namazından önce filmleri bitirmeyi bekleyecek.
Böylece mükemmel bir baba, bir anne, bir çocuk, bir aile, bir toplum olarak yaşayıp gideceğiz. Hayatımızda değişen tek şey, elevizyonda değişen diziler olacak. İlim televizyonda gördüğümüz tartışmalarla haberlerdeki garip olaylar, eğitim de Çarkıfelek’te bulmaya çalıştığımız şarkı sözleri olarak kalacak.
Bayramlarda açık televizyona bakarak büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öpüyoruz. Misafirliklerde birbirimizle değil, televizyonu aracı kılarak konuşuyoruz. Bir dükkana bir şey almaya gittiğimizde, tezgahın arkasında duran televizyona dikkatle bakıyoruz, esnafın bize ne verdiğine değil.
Hayatımıza bu denli egemen olan şey bu televizyon denen alet değil de, mesela başka bir insan olsaydı acaba ona dayanabilir miydik? Bir yanlışını gördüğümüzde kızmaz mıydık?
Günde üçbuçuk saat kiminle sohbet ediyoruz, görüşüyoruz? Üçbuçuk saati bırakın, üç dakika neyin kapağını açıp bakıyoruz? Üçbuçuk saat bir yana, çocuğumuzla ve ailemizle oturup, yarım saat Allah’tan ve örnek insanlardan bahsedebiliyor muyuz? Çocuğumuzun üç sorusuna yardım edebiliyor muyuz?
Hepimiz biliyoruz: Üçbuçuk saat içinde bir kitabı yarılayabiliriz. Okumayla aramız yoksa (ki elbette yoktur!) ailecek bir dostu ziyarete gidebiliriz. Çocuğumuzun elinden tutup, vakit namazına camiye gidebiliriz. Onlara Kur’an alfabesini öğretebiliriz. Biz bilmiyorsak öğrenebiliriz. Her gün bırakın üçbuçuk saati, yarım saat versek öte dünyada sorulacak amellerimiz için şart olan ilmihal bilgilerini bir ay içinde sular-seller gibi öğrenebiliriz. Bunların hiçbirisini yapamıyorsak bile, mutlaka yararlı ve bizi koltuğa bağlamayan başka şeyler yapabiliriz. Öyle değil mi?
-alinit-
Ama artık göğsümüzü kabartacak bir dünya ikinciliğimiz var, Hayır hayır, halterde veya güreşte değil. Yüzyılın son milli gururunu yaşamak için şu tabloya bir bakıverin:
Ortalama günlük TV seyretme süresi;
ABD 4 saat
TÜRKİYE 3,5 saat
İngiltere 3 saat 20 dakika
Japonya 3 saat 15 dakika
Avustralya 3 saat
Almanya 2 saat 55 dakika
Fransa 2 saat 50 dakika
Peru 2 saat 40 dakika
İsveç 2,5 saat
Evet, yanlış okumadınız! Türkiye nihayet uygar ülkeler düzeyine ulaşarak, televizyon karşısında çakılıp kalmada ikinciliği yakaladı. Almanya’ya bakın siz. Nasıl da nal topluyor. Fransa ve İngiltere de öyle. Yani, yedi düvele fark atmışız çoktan. ABD hâlâ önde ama gayret edersek onları da geçeceğimize şüphe yok. Aynen trafik kazalarında olduğu gibi, uygarlığın bu alanında da dünya efendisi olmamız şart.
Neredeyse bir Türk vatandaşı gününün üçbuçuk saatini bizim o muhteşem yayınlarla dolu TV kanallarımızı seyrederek geçiriyor. Yani belki 7-8 saat uyuyor, 8 saat çalışıyor ama, televizyonu da ihmal etmiyor. Üçbuçuk saat, neredeyse yarım gün eğitim yapan bir okulda bir günde alacağımız eğitimin süresine eşit. Üçbuçuk saatte neler yapılmaz ki?
Ama biz yine de ne yapacağımızı biliyoruz: Uykudan uyanma ve uyuma saatlerimizi TV’ye göre ayarlıyoruz. Elimizde uzaktan kumanda, dünyaya hükmediyoruz. O sihirli alet ile haber haber geziyoruz, rezalet zaplaması yapıyoruz, bir kanala küfredip, diğerinin kucağına düşüyoruz. Olup biteni öğrenmek için açtığımız haber programı denilen şeyin içinde bile her şey var: Kedi, köpek, maymun, uzun adam, cüce adam, deha adam, ahmak adam, komplo, cinayet, adam kaçırma, adam dövme, adliye arbedeleri, ahlâksızlıkla şarkıcı olanlar, şarkıcılıkla ahlâksız olanlar...
Beşikten Mezara Televizyon!
Sabah kalktığımızda, elimizi yüzümüzü yıkamadan o günkü gazete haberlerini veren programları açıyoruz ilk önce. Kahvaltı etmeden önce çizgi film seyretmek isteyen çocuklarımızla bu konuda tartışıyoruz. Allah’tan biz işe giderken onlar da okullarına gidiyorlar. Tabii biz işte, onlar da okulda arkadaşlarımızla televizyonda gördüklerimizden, kaçırdıklarımızdan bahsederek günü geçiriyoruz
Hanımlar erkeklerden neredeyse sadece televizyon konusunda şanslılar. Günboyu televizyon açık duruyor. Mübarek aleti kapatsak bir daha açılmayacak sanki. Zaten kapalı olsa da akşam evin beyi geldiğinde açacak. Bu arada, televizyondaki muhteşem programları izlerken, ders soran çocuğunu hafifçe tersleyecek, karısının anlattıklarına “he, he” deyip gözünü ona bile çevirmeyecek, ihtiyacını giderme saatlerini bile televizyona göre ayarlayacak. Yatsı namazından sonra haberleri, sabah namazından önce filmleri bitirmeyi bekleyecek.
Böylece mükemmel bir baba, bir anne, bir çocuk, bir aile, bir toplum olarak yaşayıp gideceğiz. Hayatımızda değişen tek şey, elevizyonda değişen diziler olacak. İlim televizyonda gördüğümüz tartışmalarla haberlerdeki garip olaylar, eğitim de Çarkıfelek’te bulmaya çalıştığımız şarkı sözleri olarak kalacak.
Bayramlarda açık televizyona bakarak büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öpüyoruz. Misafirliklerde birbirimizle değil, televizyonu aracı kılarak konuşuyoruz. Bir dükkana bir şey almaya gittiğimizde, tezgahın arkasında duran televizyona dikkatle bakıyoruz, esnafın bize ne verdiğine değil.
Hayatımıza bu denli egemen olan şey bu televizyon denen alet değil de, mesela başka bir insan olsaydı acaba ona dayanabilir miydik? Bir yanlışını gördüğümüzde kızmaz mıydık?
Günde üçbuçuk saat kiminle sohbet ediyoruz, görüşüyoruz? Üçbuçuk saati bırakın, üç dakika neyin kapağını açıp bakıyoruz? Üçbuçuk saat bir yana, çocuğumuzla ve ailemizle oturup, yarım saat Allah’tan ve örnek insanlardan bahsedebiliyor muyuz? Çocuğumuzun üç sorusuna yardım edebiliyor muyuz?
Hepimiz biliyoruz: Üçbuçuk saat içinde bir kitabı yarılayabiliriz. Okumayla aramız yoksa (ki elbette yoktur!) ailecek bir dostu ziyarete gidebiliriz. Çocuğumuzun elinden tutup, vakit namazına camiye gidebiliriz. Onlara Kur’an alfabesini öğretebiliriz. Biz bilmiyorsak öğrenebiliriz. Her gün bırakın üçbuçuk saati, yarım saat versek öte dünyada sorulacak amellerimiz için şart olan ilmihal bilgilerini bir ay içinde sular-seller gibi öğrenebiliriz. Bunların hiçbirisini yapamıyorsak bile, mutlaka yararlı ve bizi koltuğa bağlamayan başka şeyler yapabiliriz. Öyle değil mi?
-alinit-