memluk
Hatim Sorumlusu
İmam-ı A'zam Hazretleri'nin bir numaralı talebesi olan Ebû Yusuf'u Hanefi fıkhının yegâne yayıcısı olarak görmek mübalâğalı değildir.
Zira Ebû Yusuf, üç halifenin zamanında Başkadılık etmiş. sahip olduğu bu imkânı da Hanefi fıkhının yazılıp okunması yolunda kullanmıştır.
Bu bakımdan, ilâhi hükümleri Âyet ve Hadis'ten alarak açıklığa kavuşturmakla hizmetini tamamlayan Ebû Hanife, kitap yazarak bu hükümleri sabitleştirmeye muktedir olamamışsa da, sağ kolu sayılan Ebû Yusuf, çıktığı makamın imkânlarını bu hükümlerin tesbit ve tamimi yolunda azamî derecede kullanmış, böylece İslâm hukukuna en büyük hizmeti yapmıştır.
Ebû Yusuf, hicri 113'te doğmuş. (M. 731). altmış dokuz senelik fevkalâde verimli bir ömürden sonra, 182'de Bağdad'da vefat etmiştir.
Halifelerden Mehdi, oğlu Hâdî, sonra da. Hârun Reşid'in zamanında olmak üzere, tam 3 tane halifeye Başkadılık yapmış, bu müddet zarfında hukuktaki eşsiz liyakat ve istidadını da icraatıyla bizzat ortaya koymuştur.
Ebû Yusuf un zamanına kadar ilmiye sınıfının giyimi ayrılmamışken, o, ulemâya ayrı bir giyim tarzı getirmiş; böylece ilmiye sınıfının kıyafetini değiştirerek onlara ayrı bir resmiyet ve ciddiyet kazandırmıştır.
Gariptir ki, kıyamete kadar isminden bahsettirecek bir itibar ve makama kavuşan Ebû Yusuf, başlangıçta hiç de böyle bir itibar ve hürmete lâyık halde değildi. Mahrumiyetler ve hayatın musibetleri, küçük yaşta onun belini bükmüş, babası o henüz çocukken vefat etmesi üzerine bu mahrumiyet had safhaya çıkmıştı.
Hatta annesi hayatta kimsesiz kalınca, onu bir çamaşırcının yanına hizmetçi vererek, oradan kazandığı gündelikle geçinmek zorunda bile kalmışlardı.
Ebû Yusuf ise, çalışmak üzere gittiği çamaşırcının yanından kaçıp Ebû Hanîfe'nin Kûfe Mescidindeki meclisine gelir, orada okunan hadîsleri, onlardan çıkarılan hükümleri dinler, burada âdeta kendinden geçer, hatta sık sık annesi gelip de kulağından tutup kaldırıncaya kadar da kimseden haberi olmazdı.
Kendisi bu devresini şöyle anlatır:
"Ben sık sık kaçıyor, Ebû Hanife'nin ilim meclisine katılıyordum. Annem de gelip beni yakalayarak çamaşırcının yanına götürüyordu. Bir gün yine gelip de beni derste yakalayınca, Ebû Hanîfe'ye çıkıştı: "Senin ekmeğin pişmiş, aşın hazırlanmış. Halbuki biz, bir dânik kazanmak için çalışıyoruz ki, karnımızı doyuralım" dedi.
Ebû Hanife ise şu karşılığı verdi:
-Sen bu çocuğa dokunma! O, şu anda fıstık yağıyla kavrulmuş pelte yemeyi öğreniyor!
Annem bu söze fena halde kızdı:
-İhtiyar, sen iyice şaşırmışsın, bizimle alay mı ediyorsun? Neresinde bunun fıstık yağıyla kavrulmuş pelte? Baksana bu çocuk çamaşırcının yanında bir dânik (o günkü paranın adı) kazanmak için gündelikçi olarak çalışıyor... dedi.
Bundan sonra Ebû Hanîfe bana sık sık para yardımında bulundu, çamaşırcının yanında çalışmak ihtiyacından kurtardı. Ne zaman ki Hârun Reşid'in sarayında Başkadı iken sofraya oturdum, işte o zaman Ebû Hanife'nin anneme söylediği sözü aynen zuhur etti. Sofraya buyur eden Halife, şöyle diyordu:
-Yâ Yâkub, bugünkü yemeğimiz biraz farklıcadır. Ben:
-Bu farklı yemek nedir yâ Emîre'l-Mü'minîn? dedim. O şöyle cevap verdi.
-Bu yemek, fıstık yağıyla kavrulmuş peltedir....
Bu cevap beni düşündürünce, Halife tefekkürümün sebebini sordu. Ben de Ebû Hanife'nin vaktiyle anneme verdiği cevabı söyleyince, Hârun Reşîd şöyle dedi:
-Allah'a yemin ederim ki, ilim hem dini, hem de dünyayı imar eder. Ebû Hanife baş gözüyle göremediği hususları akıl gözüyle görmüş, gördüğünü de aynen ifade etmiştir. İşte;onun haber verdiği yemek budur..."
İmam-ı A'zam'ın oğlu Hammad, babasının ilim meclisinden bahsederken Ebû Yûsuf'la Züfer'in durumunu şöyle anlatır:
"Bir gün Mescidin ders yerinde oturuyorlardı. Babam kendisine mahsus yerde, Ebû Yusuf sağında, Züfer de solundaydı. Diğerleri dersi biraz gerilerden takip etmekteydiler. Ebû Yûsuf bir mes'eleyi izah ediyor, Züfer eksiğini buluyordu. Züfer izah ediyor, Ebû Yûsuf eksiğini çıkarıyordu. Derken, öğle ezanı okundu, mes'elenin son şekli ise Ebû Yusuf'un dediği gibi karara bağlandı. Bu sırada elini Züfer'in dizlerine koyan babam, tebessüm ederek dedi ki:
-Sakın Ebû Yûsuf'un kadılık ettiği beldede bir makama talip olmayasın."
Hammad sözünü şöyle bağlar:
"Gerçi Züfer, Ebû Yûsuf'a yetişemiyordu. ama Ebû Yûsuf'tan gayrı hiçbir kimse de Zûfer'i geçemiyordu."
Ebû Yûsufta zekâ, mantık had safhadaydı. Çoğu zaman mantığını işletir; akli delille mes'elenin nakildeki hükmünü bulurdu. Bununla beraber etrafına saygılıydı.
Yalnız kendinin değil, başkalarının da konuşmasını isterdi.
Bir gün meclisinde hep susan bir adama iltifat etti:
-Hep biz konuşuyoruz, sen susuyorsun. buyur sen de konuş. Adam sanki fırsat bekliyormuş gibi hemen sualini sordu:
-Oruçlu insan ne zaman orucunu açar?
-Akşam güneş batınca...
Adam bu defa da sualini şöyle tekrarladı:
-Ya o güneş batmazsa?
Sualin saçmalığı meydandaydı. Ebû Yûsuf adama ne kızdı, ne de öfkelendi. Sadece gülerek şu cevabı verdi:
-Birader, sen konuşmamakta isabet etmişsin, ben ise seni konuşturmakta hata etmişim!.. Sen yine susmaya devam et...
Ebû Yûsuf mektup yazıyordu.
Biri de yazdığına göz ucuyla bakıyordu. Mektubu bitirdikten sonra, göz hırsızlığı yapan adama sordu:
-Yazıda bir hatam oldu mu?
-Hayır, ne bir hata ne de bir harf eksik olmadı.
Adamın hâlâ utanmadığını görünce, oradan kalkıp giderken şöyle söylendi:
-Adam sanki fena ahlâk mektebinden mezun olmuş. Hiç de renk vermiyor. Mektubumu kontrol ediyor, yine de utanmıyor?
İbn-i Hallikan, Ebû Yûsuf için şunları kaydeder:
-"Ebû Yûsuf. Ebû Hanife'den sonra ilmin nihayeti, fıkhın sonudur. Asrında ondan ilerde kimse yoktur.
Hanefi mezhebi üzerine usulü fıkhı ilk defa yazan O'dur.
Ebû Hanife'nin ilmini yeryüzüne yayan de Ebû Yûsuf tur."
Bunu İmam-ı A'zam Hazretleri de ifade buyurmuştur.
Hastalığı yüzünden derslere bir ara gelemeyen Ebû Yûsuf u ziyarete giden Ebû Hanife. ziyaret çıkışında. eşikte iken şöyle konuşmuştur:
-Bu genç vefat ederse, bilin ki yeryüzünün en âlimi vefat etmiştir.
Ebû Yûsuf bu kadar ilmi nasıl elde etmiştir acaba? Sadece yaratılışındaki farklı zekâ ve kabiliyetiyle mi, yoksa kendi gayret ve cehdinin de bir neticesi midir bu? Bunu anlamak pek zor değildir.
Bakın şu söz Ebû Yûsuf'a aittir. Diyor ki:
"İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendinin tümünü vermezsen o sana yarısını bile vermez! Sen ilme gayretinin tamamını vereceksin ki o da sana yarısını versin."
Demek, Ebû Yûsuf tamamını vermiş ki, ilmin bu kadarını alabilmiş. Sadece yaradılıştaki kabiliyet ve istidatla işi bitirmemiş. Anlâşılan bu ölçüyü de hocasından almış...
ondan razı olsun
selam ve dua ile...
Zira Ebû Yusuf, üç halifenin zamanında Başkadılık etmiş. sahip olduğu bu imkânı da Hanefi fıkhının yazılıp okunması yolunda kullanmıştır.
Bu bakımdan, ilâhi hükümleri Âyet ve Hadis'ten alarak açıklığa kavuşturmakla hizmetini tamamlayan Ebû Hanife, kitap yazarak bu hükümleri sabitleştirmeye muktedir olamamışsa da, sağ kolu sayılan Ebû Yusuf, çıktığı makamın imkânlarını bu hükümlerin tesbit ve tamimi yolunda azamî derecede kullanmış, böylece İslâm hukukuna en büyük hizmeti yapmıştır.
Ebû Yusuf, hicri 113'te doğmuş. (M. 731). altmış dokuz senelik fevkalâde verimli bir ömürden sonra, 182'de Bağdad'da vefat etmiştir.
Halifelerden Mehdi, oğlu Hâdî, sonra da. Hârun Reşid'in zamanında olmak üzere, tam 3 tane halifeye Başkadılık yapmış, bu müddet zarfında hukuktaki eşsiz liyakat ve istidadını da icraatıyla bizzat ortaya koymuştur.
Ebû Yusuf un zamanına kadar ilmiye sınıfının giyimi ayrılmamışken, o, ulemâya ayrı bir giyim tarzı getirmiş; böylece ilmiye sınıfının kıyafetini değiştirerek onlara ayrı bir resmiyet ve ciddiyet kazandırmıştır.
Gariptir ki, kıyamete kadar isminden bahsettirecek bir itibar ve makama kavuşan Ebû Yusuf, başlangıçta hiç de böyle bir itibar ve hürmete lâyık halde değildi. Mahrumiyetler ve hayatın musibetleri, küçük yaşta onun belini bükmüş, babası o henüz çocukken vefat etmesi üzerine bu mahrumiyet had safhaya çıkmıştı.
Hatta annesi hayatta kimsesiz kalınca, onu bir çamaşırcının yanına hizmetçi vererek, oradan kazandığı gündelikle geçinmek zorunda bile kalmışlardı.
Ebû Yusuf ise, çalışmak üzere gittiği çamaşırcının yanından kaçıp Ebû Hanîfe'nin Kûfe Mescidindeki meclisine gelir, orada okunan hadîsleri, onlardan çıkarılan hükümleri dinler, burada âdeta kendinden geçer, hatta sık sık annesi gelip de kulağından tutup kaldırıncaya kadar da kimseden haberi olmazdı.
Kendisi bu devresini şöyle anlatır:
"Ben sık sık kaçıyor, Ebû Hanife'nin ilim meclisine katılıyordum. Annem de gelip beni yakalayarak çamaşırcının yanına götürüyordu. Bir gün yine gelip de beni derste yakalayınca, Ebû Hanîfe'ye çıkıştı: "Senin ekmeğin pişmiş, aşın hazırlanmış. Halbuki biz, bir dânik kazanmak için çalışıyoruz ki, karnımızı doyuralım" dedi.
Ebû Hanife ise şu karşılığı verdi:
-Sen bu çocuğa dokunma! O, şu anda fıstık yağıyla kavrulmuş pelte yemeyi öğreniyor!
Annem bu söze fena halde kızdı:
-İhtiyar, sen iyice şaşırmışsın, bizimle alay mı ediyorsun? Neresinde bunun fıstık yağıyla kavrulmuş pelte? Baksana bu çocuk çamaşırcının yanında bir dânik (o günkü paranın adı) kazanmak için gündelikçi olarak çalışıyor... dedi.
Bundan sonra Ebû Hanîfe bana sık sık para yardımında bulundu, çamaşırcının yanında çalışmak ihtiyacından kurtardı. Ne zaman ki Hârun Reşid'in sarayında Başkadı iken sofraya oturdum, işte o zaman Ebû Hanife'nin anneme söylediği sözü aynen zuhur etti. Sofraya buyur eden Halife, şöyle diyordu:
-Yâ Yâkub, bugünkü yemeğimiz biraz farklıcadır. Ben:
-Bu farklı yemek nedir yâ Emîre'l-Mü'minîn? dedim. O şöyle cevap verdi.
-Bu yemek, fıstık yağıyla kavrulmuş peltedir....
Bu cevap beni düşündürünce, Halife tefekkürümün sebebini sordu. Ben de Ebû Hanife'nin vaktiyle anneme verdiği cevabı söyleyince, Hârun Reşîd şöyle dedi:
-Allah'a yemin ederim ki, ilim hem dini, hem de dünyayı imar eder. Ebû Hanife baş gözüyle göremediği hususları akıl gözüyle görmüş, gördüğünü de aynen ifade etmiştir. İşte;onun haber verdiği yemek budur..."
İmam-ı A'zam'ın oğlu Hammad, babasının ilim meclisinden bahsederken Ebû Yûsuf'la Züfer'in durumunu şöyle anlatır:
"Bir gün Mescidin ders yerinde oturuyorlardı. Babam kendisine mahsus yerde, Ebû Yusuf sağında, Züfer de solundaydı. Diğerleri dersi biraz gerilerden takip etmekteydiler. Ebû Yûsuf bir mes'eleyi izah ediyor, Züfer eksiğini buluyordu. Züfer izah ediyor, Ebû Yûsuf eksiğini çıkarıyordu. Derken, öğle ezanı okundu, mes'elenin son şekli ise Ebû Yusuf'un dediği gibi karara bağlandı. Bu sırada elini Züfer'in dizlerine koyan babam, tebessüm ederek dedi ki:
-Sakın Ebû Yûsuf'un kadılık ettiği beldede bir makama talip olmayasın."
Hammad sözünü şöyle bağlar:
"Gerçi Züfer, Ebû Yûsuf'a yetişemiyordu. ama Ebû Yûsuf'tan gayrı hiçbir kimse de Zûfer'i geçemiyordu."
Ebû Yûsufta zekâ, mantık had safhadaydı. Çoğu zaman mantığını işletir; akli delille mes'elenin nakildeki hükmünü bulurdu. Bununla beraber etrafına saygılıydı.
Yalnız kendinin değil, başkalarının da konuşmasını isterdi.
Bir gün meclisinde hep susan bir adama iltifat etti:
-Hep biz konuşuyoruz, sen susuyorsun. buyur sen de konuş. Adam sanki fırsat bekliyormuş gibi hemen sualini sordu:
-Oruçlu insan ne zaman orucunu açar?
-Akşam güneş batınca...
Adam bu defa da sualini şöyle tekrarladı:
-Ya o güneş batmazsa?
Sualin saçmalığı meydandaydı. Ebû Yûsuf adama ne kızdı, ne de öfkelendi. Sadece gülerek şu cevabı verdi:
-Birader, sen konuşmamakta isabet etmişsin, ben ise seni konuşturmakta hata etmişim!.. Sen yine susmaya devam et...
Ebû Yûsuf mektup yazıyordu.
Biri de yazdığına göz ucuyla bakıyordu. Mektubu bitirdikten sonra, göz hırsızlığı yapan adama sordu:
-Yazıda bir hatam oldu mu?
-Hayır, ne bir hata ne de bir harf eksik olmadı.
Adamın hâlâ utanmadığını görünce, oradan kalkıp giderken şöyle söylendi:
-Adam sanki fena ahlâk mektebinden mezun olmuş. Hiç de renk vermiyor. Mektubumu kontrol ediyor, yine de utanmıyor?
İbn-i Hallikan, Ebû Yûsuf için şunları kaydeder:
-"Ebû Yûsuf. Ebû Hanife'den sonra ilmin nihayeti, fıkhın sonudur. Asrında ondan ilerde kimse yoktur.
Hanefi mezhebi üzerine usulü fıkhı ilk defa yazan O'dur.
Ebû Hanife'nin ilmini yeryüzüne yayan de Ebû Yûsuf tur."
Bunu İmam-ı A'zam Hazretleri de ifade buyurmuştur.
Hastalığı yüzünden derslere bir ara gelemeyen Ebû Yûsuf u ziyarete giden Ebû Hanife. ziyaret çıkışında. eşikte iken şöyle konuşmuştur:
-Bu genç vefat ederse, bilin ki yeryüzünün en âlimi vefat etmiştir.
Ebû Yûsuf bu kadar ilmi nasıl elde etmiştir acaba? Sadece yaratılışındaki farklı zekâ ve kabiliyetiyle mi, yoksa kendi gayret ve cehdinin de bir neticesi midir bu? Bunu anlamak pek zor değildir.
Bakın şu söz Ebû Yûsuf'a aittir. Diyor ki:
"İlim öyle bir şeydir ki, sen ona kendinin tümünü vermezsen o sana yarısını bile vermez! Sen ilme gayretinin tamamını vereceksin ki o da sana yarısını versin."
Demek, Ebû Yûsuf tamamını vermiş ki, ilmin bu kadarını alabilmiş. Sadece yaradılıştaki kabiliyet ve istidatla işi bitirmemiş. Anlâşılan bu ölçüyü de hocasından almış...
selam ve dua ile...