ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻭَﺍﻟﺸَّﻤْﺲِ ﻭَﺿُﺤَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَﺍﻟْﻘَﻤَﺮِ ﺍِﺫَﺍ ﺗَﻠَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﺍِﺫَﺍ ﺟَﻠَّﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﺍِﺫَﺍ ﻳَﻐْﺸَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻭَﻣَﺎ ﺑَﻨَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻭَﻣَﺎ ﻃَﺤَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﻧَﻔْﺲٍ ﻭَﻣَﺎ ﺳَﻮَّﻳﻬَﺎ ٭ ﺍﻟﺦ
"Güneşe ve onun parlak aydınlığına... Onu izleyip (ışığını) yansıtan aya... Dünyayı açığa çıkaran gündüze... Onu bürüyüp saran geceye... Göğe ve onu bina edene... Yere ve onu yayıp döşeyene... Her bir nefse ve onu bir nizama koyana... Ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınma yolunu ilham edene yemin olsun ki: Nefsini maddi ve manevî kirlerden arındıran kurtuluşa erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar." (Şems sûresi, 91/1-10)
ﻭَﺍﻟﺸَّﻤْﺲِ ﻭَﺿُﺤَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَﺍﻟْﻘَﻤَﺮِ ﺍِﺫَﺍ ﺗَﻠَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﺍِﺫَﺍ ﺟَﻠَّﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﺍِﺫَﺍ ﻳَﻐْﺸَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻭَﻣَﺎ ﺑَﻨَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻭَﻣَﺎ ﻃَﺤَﻴﻬَﺎ ٭ ﻭَ ﻧَﻔْﺲٍ ﻭَﻣَﺎ ﺳَﻮَّﻳﻬَﺎ ٭ ﺍﻟﺦ
"Güneşe ve onun parlak aydınlığına... Onu izleyip (ışığını) yansıtan aya... Dünyayı açığa çıkaran gündüze... Onu bürüyüp saran geceye... Göğe ve onu bina edene... Yere ve onu yayıp döşeyene... Her bir nefse ve onu bir nizama koyana... Ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınma yolunu ilham edene yemin olsun ki: Nefsini maddi ve manevî kirlerden arındıran kurtuluşa erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar." (Şems sûresi, 91/1-10)
Ey kardeş! Eğer âlemdeki hikmetin tılsımını, insanın yaratılış muammasını ve namaz hakikatinin ince mânâlarını bir parça anlamak istersen, nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:
Bir zaman bir sultan varmış. Onun, içinde her çeşit cevher, elmas ve zümrüt olan pek çok hazinesi, gizli ve pek hayret verici defineleri bulunuyormuş. O sultan hem kemâl vasıflarıyla eşsiz sanatlarda pek çok hünere, hem hayranlık uyandıran sayısız fende marifete ve engin bir nazara, hem de sonsuz, benzeri olmayan ilimlerde bilgiye, vukufa sahipmiş.
İşte her güzellik ve kemâl sahibinin, kendi güzelliğini ve mükemmelliğini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o şanlı sultan da bir sergi açıp içine eserlerini dizerek insanlara saltanatının haşmetini, servetinin şaşaasını, sanatının harikalarını ve marifetinin hayret verici örneklerini göstermek istemiş ki, kendi manevî güzelliğini ve kemâlini iki şekilde seyretsin:
Birincisi: Bizzat kendi, inceliklere âşina nazarıyla görsün.
Diğeri: Başkalarının gözüyle baksın.
Sultan, bu hikmete binaen, büyük, geniş ve muhteşem bir saray yapmaya başlamış. O sarayı saltanatına yakışır bir şekilde dairelere, odalara ayırarak hazinelerindeki türlü türlü kıymetli taşlarla süslemiş. Sanatının en latif, en güzel eserleriyle bezeyip hikmetli ilminin en ince örnekleriyle düzenleyerek ve mucizeli eserleriyle donatarak tamamladıktan sonra, her çeşit yiyeceğin ve nimetinin en lezizlerinden oluşan sofralar kurmuş. Her bir topluluk için bir sofra ayırmış. Öyle cömertçe ve sanatına yakışır umumi bir ziyafet hazırlamış ki, âdeta her bir sofraya, yüz farklı ince sanatın eseri olarak meydana gelen kıymetli, sayısız nimeti sermiş. Sonra memleketinin her tarafındaki ahaliyi ve emri altındakileri seyre, gezintiye ve ziyafete çağırmış.
Ardından bir yaver-i ekremine, yani en büyük memuruna sarayın hikmetlerini ve içindekilerin mânâlarını bildirerek onu üstad ve rehber tayin etmiş ki, sarayın sanatkârını içindekilerle beraber ahaliye tarif etsin, nakışlarının gizli mânâlarını bildirip oradaki sanatların neye işaret ettiğini öğretsin, içine intizamla dizilmiş süslerin ve ölçülü nakışların ne olduğunu, saray sahibinin kusursuzluğunu ve hünerlerini ne şekilde gösterdiğini anlatsın.. saraya girmenin âdâbını ve seyir merasiminin nasıl olacağını bildirip o görünmeyen sultanın rızası dairesinde ağırlanmanın gereklerini tarif etsin.
İşte o yol gösterici üstadın her dairede birer yardımcısı varmış. Kendisi de en büyük dairede, talebelerinin içinde durup bütün seyircilere şöyle seslenmiş:
"Ey ahali! Şu sarayın sahibi olan efendimiz, bu eserleri göstermekle ve bu sarayı yapmakla kendini size tanıtmak istiyor. Siz de onu tanıyınız ve güzelce tanımaya çalışınız. Hem şu nakışlarla kendini size sevdirmek istiyor. Siz de sanatını taktir edip işlerini beğenerek kendinizi ona sevdiriniz. Hem bu gördüğünüz ihsanlarla size sevgisini bildiriyor. Siz de kendisine itaat ederek onu seviniz. Hem şu görünen nimetleri ve ikramlarıyla size şefkatini vemerhametini gösteriyor. Siz de şükürle ona hürmet ediniz. Hem kusursuz vasıflarının eserleriyle manevî güzelliğini bildirmek istiyor. Siz de onu görmek ve alâkasını kazanmak için şevkinizi gösteriniz. Hem gördüğünüz bütün şu sanatlı eserlerin ve nakışların üstüne birer hususi damga, birer mühür, birer taklit edilmez imza koymakla, her şeyin kendisine ait olduğunu, kendi elinden çıktığını, zâtının tekliğini, benzersizliğini, hiçbir şeye bağlı bulunmadığını size göstermek istiyor. Siz de onu tek, bir, eşsiz, benzersiz, emsalsiz tanıyınız, kabul ediniz." O yaver-i ekrem, seyircilere daha bunun gibi, kendisine ve o makama yakışan sözler söylemiş. Sonra saraya giren ahali iki kısma ayrılmış:
Birinci kısım, kendini bilen, aklı başında ve kalbi bozulmamış kişiler olduklarından o sarayın içindeki hayret verici şeylere baktıkları zaman, "Bunda büyük bir iş var." demişler. Anlamışlar ki, bunlar boşuna hazırlanmış, basit birer oyuncak değil... O yüzden merak etmişler; "Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?" diye düşünürken, birden o yol gösterici üstadın nutkunu işitmişler. Görmüşler ki, bütün sırların anahtarları ondadır. Kendisine doğru giderek şöyle demişler: "Selam sana ey üstad! Gerçekten böyle muhteşem bir saraya, senin gibi doğru sözlü ve sarayın inceliklerini bilen bir tarif edici lâzımdır. Efendimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildir." Üstad daha önce bahsi geçen nutku onlara okumuş. Onlar da güzelce dinlemiş, iyice kabul edip ondan tam faydalanarak padişahın rızası dairesinde hareket etmişler. Bu edepli davranışları ve vaziyetleri hoşuna gittiğinden, padişah onları has, yüksek ve tarifi imkânsız bir başka saraya davet etmiş, kendilerine ihsanda bulunmuş. Öyle cömert bir sultana yakışır, öyle itaatkâr bir ahaliye lâyık, öyle edepli misafirlere ve öyle yüksek bir saraya yaraşır şekilde ikramlar sunmuş; onlara daimî saadet vermiş.
İkinci kısım ise akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş kişiler olduklarından, saraya girdikleri vakit nefislerine yenilmiş, lezzetli yiyeceklerden başka hiçbir şeyle ilgilenmemişler. Bütün o güzelliklere gözlerini kapamış, o üstadın irşadına ve talebelerinin ikazlarına kulak tıkamış, hayvan gibi yiyerek uykuya dalmışlar. İçilmesi yasak fakat bazı şeyler için hazırlanmış olan iksirlerden içmişler. Sarhoş olup bağırmış, ortalığı karıştırmış, seyirci misafirleri çok rahatsız etmişler. Sarayın şanı yüce sanatkârının, sahibinin kanunlarına karşı edepsizlikte bulunmuşlar. O zâtın askerleri de onları tutup öyle edepsizlere yaraşır bir hapse atmış.
Ey benimle beraber bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki, o şanlı hükümdar, bu sarayı, şu bahsedilen maksatlar için yapmıştır. Şu maksatların meydana gelmesi ise iki şeye bağlıdır:
Birincisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın varlığıdır. Çünkü o olmazsa, bütün maksatlar beyhude hale gelir. Anlaşılmaz bir kitap, onu izah edecek biri yoksa mânâsız bir kâğıttan ibaret kalır.
İkincisi: Ahalinin, o üstadın sözünü dinleyip kabul etmesidir.
Demek, üstadın varlığı sarayın varlık sebebidir. Ve ahalinin onu dinlemesi, sarayın bekâsına sebeptir. Öyleyse denilebilir ki, o üstad olmasaydı, o şanı yüce sultan şu sarayı yapmazdı. Ve yine denilebilir ki, ahali o üstadın emirlerini dinlemediği vakit, elbette o saray yıkılıp değiştirilecektir.
Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladıysan bak, hakikatin yüzünü de gör.
İşte o saray, şu âlemdir ki, tavanı, tebessüm eden yıldızlarla nurlandırılmış gökyüzü; zemini ise doğudan batıya çeşit çeşit, renk renk çiçeklerle süslenmiş yeryüzüdür. O sarayın sahibi, ezel ve ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddes'tir; yedi kat gökler, yeryüzü ve içlerindeki her şey, kendilerine has dillerle O'nu takdis ve tesbih ediyor. O öyle bir Melik-i Kadir'dir ki, gökleri ve yeri altı günde yaratarak arş-ı rubûbiyetinde duran, gece ile gündüzü siyah-beyaz iki hat gibi birbiri ardınca döndürüp kâinat sayfasında ayetlerini yazan; güneşi, ayı ve yıldızları emrine amade kılan haşmet ve kudret sahibidir. O sarayın daireleri ise şu on sekiz bin âlemdir; her biri kendine lâyık bir tarzda süslenmiş ve düzene koyulmuştur. İşte o sarayda gördüğün hayret verici sanatlar, ilahî kudretin bu âlemde görünen mucizeleridir. Orada gördüğün yiyecekler, ilahî kudretin bu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerindeki harika meyvelerine işarettir. Oradaki ocak ve mutfak ise burada, kalbinde ateş olan toprağa ve yeryüzüne işaret eder. Temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri, hakikatte Cenâb-ı Hakk'ın kutsî isimlerinin cilvelerine misaldir. Oradaki nakışlar ve gizli mânâları, bu âlemi süsleyen muntazam, sanatlı eserler ve kudret kaleminin ölçülü nakışlarıdır ki, Kadir-i Zülcelâl'in isimlerini gösterir.
Ve o üstad ise Efendimiz Hazreti Muhammed'dir (aleyhissalâtü vesselam). Onun yardımcıları perygamberlerdir (aleyhimüsselam). Talebeleri, evliya ve asfiyadır. Hükümdarın o saraydaki hizmetkârları, meleklere (aleyhimüsselam) işaret eder. Temsilde seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise şu dünya misafirhanesinde cinlere, insanlara ve insanın hizmetkârı olan hayvanlara işarettir.
Ahalinin o iki kısmından birincisi müminlerdir, kâinat kitabındaki ayetlerin tefsircisi olan Kur'an-ı Hakîm'in talebeleridir. Diğer kısım ise küfür ve azgınlık yolundakilerdir, nefislerine ve şeytana uyup yalnız dünya hayatını tanıyan, hayvan gibi, belki daha da aşağı olan sağır, dilsiz, sapkınlar güruhudur.
Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmış ve hayır yolundaki birinci kafile,"zülcenaheyn" olan o üstadı dinledi. Evet, o üstad hem kuldur, kulluğu noktasında Rabbinin vasıflarını anlatıp O'nu tarif eder, Cenâb-ı Hakk'ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem de resûldür; peygamberliği noktasında Rabbinin hükümlerini Kur'an vasıtasıyla cinlere ve insanlara bildirir.
Şu bahtiyar cemaat, o Resûl'ü dinleyip Kur'an'a kulak verdi. Kendilerini, bütün ibadetlerin çekirdeği olan "namaz" ile birçok yüce makam içinde, çok güzel vazifeler kuşanmış halde gördüler. Evet, namazın çeşitli zikir ve hareketleriyle işaret ettiği vazifelere, makamlara etraflıca şahit oldular. Şöyle ki:
İlk olarak: Kâinattaki eserlere bakıp, Cenâb-ı Hakk'ı görür gibi, kendilerini rubûbiyet saltanatının güzelliklerine seyirci makamında bildiklerinden, tekbir ve tesbih vazifesini yerine getirip "Allahü Ekber" dediler.
İkincisi: Cenâb-ı Hakk'ın kutsî isimlerinin tecellisi olan benzersiz ve parlak eserlerin ilancısı makamında görünmekle "Sübhanallah, velhamdülillah" diyerek takdis ve hamd vazifesini yerine getirdiler.
Üçüncüsü: İlahî rahmetin, hazinelerinde toplanmış nimetlerini, görünen ve görünmeyen duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve övgü vazifesini edâ etmeye başladılar.
Dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin definelerindeki cevherleri, manevî donanımlarının terazisiyle tartıp bilmek makamında, tenzih ve övgü vazifesine başladılar.
Beşincisi: Cenâb-ı Hakk'ın kader cetveli üstünde kudret kalemiyle yazılan birer mektubu hükmündeki eserlerini mütalaa makamında, tefekkür ve takdir vazifesini yerine getirmeya koyuldular.
Altıncısı: Eşyanın yaratılışındaki ve sanatındaki tatlı incelikleri ve nazenin güzellikleri seyrederek tenzih makamında, Fâtır-ı Zülcelâl'i, Sâni-i Zülcemâl'i sevme ve O'na şiddetli bir arzu duyma vazifesine girdiler. Demek, kâinata ve ondaki eserlere bakıp Cenâb-ı Hakk'a, O'nu görmeden görür gibi kulluk yaparak bahsedilen makamlardaki bu vazifeleri yerine getirdikten sonra, Sâni-i Hakîm'in dahi muamelesine ve icraatına bakma derecesine çıktılar. Huzurundaymış gibi, önce Hâlık-ı Zülcelâl'in, sanatının mucizeleriyle kendini şuur sahiplerine tanıtmasına, hayret içinde bir marifetle ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻣَﺎ ﻋَﺮَﻓْﻨَﺎﻙَ ﺣَﻖَّ ﻣَﻌْﺮِﻓَﺘِﻚَ diyerek, "Senin tarif edicilerin, bütün sanatlı varlıklardaki mucizelerindir." sözleriyle karşılık verdiler.
Sonra o Rahman'ın, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine muhabbet ve aşk ile karşılık verip ﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﻌْﺒُﺪُ ﻭَﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ dediler.
Ardından nimetlerin gerçek sahibi olan Allah'ın, tatlı nimetleriyle merhamet ve şefkatini göstermesine şükür ve hamd ile karşılık verdiler. ﺳُﺒْﺤَﺎﻧَﻚَ ﻭَﺑِﺤَﻤْﺪِﻙَ yani, "Sana lâyık şükrü nasıl edâ edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık, kendisine şükredilen bir Zât'sın ki, kâinata serilmiş bütün ihsanların, açıkça, hal dilleriyle sana şükredip seni övüyor. Hem âlem çarşısında dizilmiş ve yeryüzüne serpilmiş bütün nimetlerin, sana hamd ve övgülerini ilan edip bildiriyor. Rahmetinin ve nimetlerinin bir nizam içindeki meyveleri ve bir ölçüyle verilen yemişleri, cömertliğine ve keremine şahitlik etmekle mahlûkatın nazarları önünde sana şükür vazifesini yerine getiriyor." dediler.
Sonra şu kâinatın yüzündeki değişen varlıkların aynasında güzelliğini, celâlini, kemâlini ve büyüklüğünü göstermesi karşısında, ﺍَﻟﻠَّﻪُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ deyip hürmet içinde bir aczle rükûa giderek tevazu içinde bir muhabbet ve hayretle secde ettiler.
Ardından mutlak ve sonsuz zenginliğe sahip Cenâb-ı Hakk'ın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine, fakr ve ihtiyaçlarını ortaya koyup dua ile karşılık vererek ﻭَﺍِﻳَّﺎﻙَ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ dediler
Sonra o Sâni-i Zülcelâl'in, sanatının inceliklerini, harikalarını, benzersiz örneklerini kâinat sergisinde göstermesine, her tarafa ﻣَﺎﺷَٓﺎﺀَ ﺍﻟﻠَّﻪُ diyerek takdirle, "Ne güzel yapılmış!" diyerek beğenmeyle karşılık verdiler. ﺑَﺎﺭَﻙَ ﺍﻟﻠَّﻪُ deyip seyrederek, ﺍَﻣَﻨَّﺎdeyip şahitlik yaparak, "Geliniz, bakınız!" deyip hayranlıkla, ﺣَﻰَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟْﻔَﻠﺎَﺡِ deyip herkesi şahit tutarak mukabele ettiler. Hem o Ezel ve Ebed Sultanı'nın, kâinatın her tarafında rubûbiyet saltanatını ilan etmesi, birliğini ve tekliğini göstermesi karşısında, tevhid ve tasdik ile ﺳَﻤِﻌْﻨَﺎ ﻭَ ﺍَﻃَﻌْﻨَﺎ diyerek itaat edip boyun eğdiler.
Sonra Âlemlerin Rabbi'nin ulûhiyetini göstermesine; zaaf içinde aczlerini, ihtayaç içinde fakrlarını ilan etmekten ibaret olan kullukla ve kulluğun özü olan namazla karşılık verdiler.
Daha bunlar gibi çeşit çeşit kulluk vazifeleriyle şu büyük dünya mescidinde hayat vazifelerini yerine getirip "ahsen-i takvîm" suretini aldılar. Bütün varlıkların üstünde bir mertebeye çıkarak imanın bereketi ve emanet ile donatılıp yeryüzünün emin bir halifesi oldular. Ve şu tecrübe ve imtihan meydanından sonra Rabb-i Kerim onları imanlarına mükâfat olarak ebedî saadete ve Müslümanlıklarına ücret olarak "darü's selam"a davet edip öyle ikramlarda bulundu ve bulunur ki, gözlerin hiç görmediği, kulakların işitmediği ve insanın aklına bile gelmemiş, kalbine dahi doğmamış derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti. Onlara ebediyet ve bekâ verdi. Çünkü ebedî, bâki bir güzelliğe arzu duyan seyirci ve ayna vazifesi gören aşık, elbette bâki kalıp ebediyete gidecektir. İşte Kur'an talebelerinin âkıbetleri böyledir. Cenâb-ı Hak bizi onlardan eylesin, âmin...
Günahkâr ve şerli olan diğer kısım ise buluğ çağı ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, Cenâb-ı Hakk'ın bir ve tek oluşunun bütün delillerine küfürle yüz çevirdiler. Bütün nimetlere nankörlükle karşılık vererek kâfirce, her şeyi kıymetsizlikle itham ettiler hor gördüler. Cenâb-ı Hakk''ın bütün isimlerinin tecellilerine ret ve inkâr ile cevap verdiklerinden, kısa bir zamanda sonsuz bir cinayet işlediler, sonsuz bir azaba müstahak oldular.
Evet, insana ömür sermayesi, kabiliyetleri, donanımı şu bahsedilen vazifeler için verilmiştir.
Ey sersem nefsim ve ey heveslerle dolu arkadaşım! Acaba hayat vazefemiz yanlız medenî terbiye ile nefsimizi güzelce muhafaza etmekten ve midemize, bedenî arzularımıza hizmetten mi ibarettir? Yahut hayat makinemiz olan vüzudumuza yerleştirilen şu nazik latifelerin, manevî duyguların, şu hassas âzâ ve uzuvların, şu muntazam cevherlerin ve donanımın, geçici şeylerle tatmin olmayan şu hislerin tek gayasi bu fâni hayatta nefsin rezil arzularının, süfli heveslerin tatmini için mi kullanılmaktır? Hâşâ ve kellâ! Bunların var edilmesinin ve yaradılışınızda bulunmasının iki sebebi var:
Birincisi: Nimetlerin gerçek sahibi Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerinin her bir çeşidini size hissettirip şükretmenizi sağlamaktan ibarettir. Siz de bunları duyarak şükür ve ibadet etmelisiniz.
İkincisi: Size o duygular ve kabiliyetler vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk'ın âlemde tecelli eden kutsî isimlerinin bütün cilvelerinin çeşitlerini birer birer bildirip tattırmaktır. Siz de onları tatmakla tanıyarak iman etmelisiniz.
İşte insanın kemâl vasıfları bu iki esas üzerinde gelişip boy atar. İnsan, bunlarla insan olur. Ona kabiliyetlerinin, hayvanlardaki gibi sadece dünya hayatını kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsilin sırryla bak:
Mesela bir zât, hususi bir kumaştan bir kat elbise alması için bir hizmetçisine yirmi altın verir. O hizmetçi gider, o kumaşın en iyisinden dikilmiş mükemmel bir elbise alır, giyer. Sonra görür ki, efendisi bir başka hizmetçisine de bin altın verip cebine içinde bazı şeyler yazılı olan bir kâğıt koymuş, onu ticarete göndermiş.
Şimdi, aklı başında herkes bilir ki, o bin altınlık sermaye, sadece bir kat elbise almak için değildir. İlk hizmetçi, yirmi altınla en iyi kumaştan bir kat elbise almış olduğundan, elbette bu bin altın, tek bir elbiseye sarf edilmez. Eğer ikinci hizmetçi, cebine konulan kâğıdı okumadan, belki önceki hizmetçiye bakıp bütün parasını bir kat elbise için harcasa, bir dükkândan o kumaşın en çürüğünden, arkadaşının elbisesinden elli derece kötü bir elbise alsa, elbette son derece ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle cezalandırılacak ve hiddetli bir şekilde haddi bildirilecektir.
Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Ömür sermayesini ve kabiliyetlerinizi hayvan gibi, hatta hayvandan çok aşağı bir derecede, şu fâni hayata, maddî lezzetlere sarf etmeyiniz. Yoksa sermayece en üstün hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en aşağısından elli derece aşağı düşersiniz.
Ey gafil nefsim! Hayatının gayesini, mahiyetini, suretini, hakikat sırrını ve tam saadetini bir derece anlamak istersen bak. Senin hayatının gayesi kısaca şu dokuz emirdir:
Birincisi: Vücuduna konulan duyguların terazisiyle, ilahî rahmetin hazinelerinde toplanan nimetleri tartmak ve onlara kuşatıcı bir şükürle karşılık vermektir.
İkincisi: Yaradılışına yerleştirilen donanımın, kabiliyetlerin anahtarıyla Cenâb-ı Hakk'ın kutsî isimlerinin gizli definelerini açmak, Zât-ı Akdes'i o isimlerle tanımaktır.
Üçüncüsü: Şu dünya sergisinde, mahlûkat nazarında, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden sana tecelli eden hayret verici sanatları ve latif cilveleri bilerek hayatınla onları ortaya koymak, göstermektir.
Dördüncüsü: Halin ve sözlerinle Hâlık'ının rubûbiyet dergâhına kulluğunu ilan etmektir.
Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları resmî mesaî vakitlerinde takıp padişahına görünmekle onun kendisine iltifatlarını gösterir. Aynı şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin sana verdiği insanî latifelerin nakışlarıyla onların şuurunda olarak süslenip o Şahid-i Ezelî'nin gören ve gösteren nazarına görünmektir.
Altıncısı: Canlıların Hâlık'a, hayat tezahürü denilen manevî hediyelerini; hayatın mânâsı hükmündeki tesbihatlarını; hayatın neticesi ve gayesi olan kulluklarını, hayatı bahşeden Cenab-ı Hakk'a arz etmelerini şuurla seyretmek, tefekkürle görüp şahitlikle göstermektir.
Yedincisi: Sana verilen sınırlı ilim, kudret ve irade gibi sıfat ve hallerin küçük misallerini ölçü birimi kabul ederek Hâlık-ı Zülcelâl'in mutlak sıfatlarını ve sıfatlarının neticesi olan mukaddes icraatını o ölçülerle bilmektir. Mesela, sen sınırlı iktidarın, ilmin ve iradenle evini muntazam bir şekilde yaptığın gibi, şu âlemin ustasını, âlem sarayının senin evinden büyüklüğü derecesinde Kadir, Alîm, Hakîm ve Müdebbir (her şeyi çekip çeviren, her şeyin idaresini önceden gören) bilmen lâzımdır.
Sekizincisi: Şu âlemde her varlığın kendine has bir dille, Hâlık'ının birliğine ve tekliğine, Sâni'inin rubûbiyetine dair söylediği manevî sözleri anlamaktır.
Dokuzuncusu: Aczin ve zayıflığın, fakrın ve ihtiyaçların ölçüsüyle ilahî kudretin ve Rabbin zenginliğinin tecelli mertebelerini bilmektir. Nasıl ki, yiyeceklerin lezzet dereceleri ve çeşitleri, açlığın derececesi ölçüsünde ve ihtiyacın türüne göre anlaşılır. Aynen onun gibi, sen de sınırsız aczin ve fakrınla, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudretinin ve zenginliğinin derecelerini anlamalısın. İşte senin hayatının gayesi, kısaca bunlar gibi emirlerdir.
Şimdi hayatının mahiyetine bak; onun özeti şudur:
*Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin hayret verici tecellilerinin fihristi
*Hem ilahî sıfatların ve onların neticesi olan icraatın bir ölçeği
*Hem kâinattaki alemlerin bir terazisi
*Hem şu büyük âlemin bir listesi
*Hem şu kâinaatın bir haritası
*Hem şu yüce kitabın bir özeti
*Hem Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi
*Hem de varlıklara serpilen ve vakitlere takılan kemâl vasıflarının "ahsen-i takvim"i yani en güzel suretidir.
İşte hayatının mahiyeti bunlar gibi emirlerdir.
Evet, senin hayatının sureti ve vazife tarzı şudur ki:
Hayatın bir mektubun kelimesi, kudret kalemiyle yazılmış hikmetli bir sözdür. Görünüp işitilerek Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerine işaret eder. İşte hayatının sureti bu gibi emirlerdir.
Hayatının hakikat sırrı, Ehadiyet tecellisine ve Samediyet cilvesine ayna olmaktır. Yani Cenâb-ı Hakk'ın bütün âlemde tecelli eden isimlerinin toplandığı bir nokta hükmünde kuşatıcı bir merkezilikle o Ehad ve Samed Zât'a aynalıktır.
Hayatının saadet içindeki kemâli ise aynasında görünen Ezelî Güneş'in nurlarını hissedip sevmektir. Şuur sahibi olarak ona şevk göstermek, O'nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbinin gözbebeğine nurunun yansımasını yerleştirmektir. İşte bu sırdandır ki, seni yüceler yücesi mertebeye çıkaran bir kutsî hadisin meali olarak: ﻣَﻦْ ﻧَﻪ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺩَﺭْ ﺳَﻤَﻮَﺍﺕ ﻭ ﺯَﻣِﻴﻦْ ٭ ﺍَﺯْ ﻋَﺠَﺐْ ﮔُﻨْﺠَﻢْ ﺑَﻘَﻠْﺐِ ﻣُﺆْﻣِﻨِﻴﻦْ Cenâb-ı Hak, "Benim gökyüzüm ve yeryüzüm Beni taşımaya takat getiremedi. Fakat verâ (ileri derecede takva) sahibi mülayim müminin kalbi Beni taşıyabildi." buyurdu.) buyrulmuştur.
İşte ey nefsim! Hayatın böyle yüce gayelere dönük ve kıymetli hazinelere sahip olduğu halde, onu tamamen bir hiç olan nefsin geçici hazlarına, dünya lezzetlerine harcayıp ziyan etmek akla ve insafa sığar mı! Eğer hayatını ziyan etmemek istersen geçen temsile ve hakikate işaret eden "Güneşe ve onun parlak aydınlığına... Onu izleyip (ışığını) yansıtan aya... Dünyayı açığa çıkaran gündüze... Onu bürüyüp saran geceye... Göğe ve onu bina edene... Yere ve onu yayıp döşeyene... Her bir nefse ve onu bir nizama koyana... Ona hem kötülüğü, hem de ondan sakınma yolunu ilham edene yemin olsun ki: Nefsini maddi ve manevî kirlerden arındıran kurtuluşa erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar." (Şems sûresi, 91/1-10) sûresindeki yeminleri ve o yeminlere verilen cevapları düşün, ona göre amel et.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.