MARİFETULLAHDAN MAKSAT;
“Hâlbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur.”(Emirdağ-1 sf;1765)
HAKİKİ SAADET;
“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.”(Mektubat; 448)
ARZ VE SEMA SAYFALARINDA MARİFETULLAH;
“İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe'ne; ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir.”(Sözler;306) (Mesnevi;1331)
O’nun marifet ve muhabbetini kazanmak için arz ve sema sayfalarındaki mevcudat âyinelerinde tecelli eden fiillerinin ve eserlerinin dürbünüyle O’ na bakmaktır. Çünkü bu dürbün bizi isme, isim ise vasfa, vasıf ise şe’ne, şe’n ise mevcud-u meçhul ünvanı ile mülâhaza ettiğimiz Zât-ı akdese götürür.
HER ŞEY BİRŞEY GİBİ KOLAYDIR;
“Üçüncü menba olan tecellî-i ehadiyet: Yani, Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân Onu kayıt altına alamaz. Ve kevn ve mekân, Onun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesâit ve ecram, Onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzî ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mâni olmaz. Hadsiz ef'âli, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı mânen derc ettiği gibi, bir âlemi bir tek fertte derc edebilir. Bütün âlem, birtek fert gibi dest-i kudretinde çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki:”(Mektubat;462)
BU KÂİNAT BİR ELDEN ÇIKMIŞ;
“Bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin medarı olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve ehadiyet ile, bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor.”(Şualar;947)
HUZURÎ TEVHİD;
“Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.”(Mesnevi-1279)
İHYA VE NEFH-İ HAYAT;
“Cenab-ı Hakkın canlı mahlûkata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenâhî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi herşeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik, Şems-i Ezelînin de bütün canlı mahlûkatta "ihya ve nefh-i hayat" cihetiyle bir tecellî-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan acizdirler.”(Mesnevi-1279)
ŞİRK YOK;
“Herbir zîhayat dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan, bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.”(LEMALAR-810)
HAYAT TECELLİ-İ VAHDETTİR;
“Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." “ Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir aynasıdır.”(Sözler-225)
“Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli(hayattır).” (Lemalar-812)
“Cemalli olan hayat nasıl bir bürhan-ı Ehadiyettir, celalli olan memat dahi bir bürkan-ı Vahidiyettir.”(Lemalar-)
HER ZERREDE İKİ SADIK ŞAHİD;
“Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır;
1)Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi,
2) harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve Melekûtun maliki olan Zâtın Ehadiyetine şahitlik eder.”(Sözler-249)
HÜVE VE RADYO;
“Meselâ, birtek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi, (İLEYHİ YES’EDUL KELİMUTTAYYBU)âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdetâ zamansız, kalem-i kudretle istinsah edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatlerin bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acip bir mucizesinin zaman-ı Âdemdem beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi, radyo namı verdikleri ayn-ı hakikatle sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havâide hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet harika san'ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için, ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet "ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık" perdesiyle saklayıp, âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.”(Emirdağ 2-1860)
EHADİYET DAİRESİ KESRET TABAKASININ MÜNTEHASIDIR;
“Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miraçla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makasıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.”(Sözler-260)
KUR’AN’DA EHADİYET
FATİHA SURESİNDE EHADİYET VE VAHİDİYET;
“Evet, Kur'ân, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'ân'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mucizâne bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ (RABBÜL ALEMÎN) ve (RABBÜKE) de, (RABBÜKE) tabiriyle ehadiyeti ve (RABBÜL ALEMÎN) ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.
Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.
Meselâ, (HÜVELLEZİ HALAKASSEMAVATİ VELARD) âyetinden sonra (YULİCÜLLEYLE FİNNEHARİ VE YULİCÜNNEHARE FİLLELİ) âyetinin akabinde (VEHÜVE ÂLİYMÜN BİZATİSSUDURİ) der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.
Bir sual: "Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz'î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya” (11.Şua; 974)
EHADİYETE MAZHARİYETİN İFADESİ OLAN; (YALNIZ SANA) kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin,
Birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına;
İkincisi, ayân makamının burhan makamından daha yüksek olduğuna;
Üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına;
Dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir.”( İ.İCAZ-1163)
“Hadsiz kesret içinde vahidiyet tecellisi, hitab-ı iyyakena’büdü demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip, iyyakenabüdü ve iyyakenestein demeye küre-i arz vüsatinde bir kâlp bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüziyatta zahir bir surette Sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, her bir nevide Sikke-i Ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadı mülâhaza ettirmek için, hatemi Rahmaniyet içinde bir Sikke-i Ehadiyeti gösteriyor. Ta külfetsiz, herkes, her mertebede iyyakenabüdü ve iyyakenestein deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun” (R.N.Külliyatından-LEMALAR-177)
“Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o Vahdet ne kadar olsa, yine kesret içinde Vahdettir. Hakiki hitabı tam temin edemiyor. Onun için Vahdet arkasında Ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Ta kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalpde yol açsın” (R.N.Külliyatından-LEMALAR-177)
SIRR-I EHADİYET TECELLİSİ OLAN TEVHİDİ HAHİKİ VE HUZURU DAİMİ;
“Tevhid dahi iki çeşittir;
Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, "Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur."
İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” (22.Söz-121)
TEVHİDİ HAKİKİ VE HUZURU DAİMİ İÇİN DÖRT YOL;
“Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.
Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına Fahreddin Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü,
(I. YOL) Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû (O’ndan başka hiçbir gerçek varlık yoktur.) deyip” HUZURU DAİMİYİ BULMUŞLAR)
(2. YOL) Ehl-i tasavvufun bir kısmı da (İmam-ı Rabbani gibi) : “yine huzur-u daimîyi kazanmak için, Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka görülen hiçbir şey yoktur.) “ deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.”
Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
(3.YOL ) Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir.(gibi)
(4.YOL) Kur'ân'I Hakimin minhâc-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, cıkarıyor. Meselâ, bir su getirmek(için) her yerde kuyu kazar, su çıkarır.
Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu bululurlar. Her bir ayeti birer Asay-ı Musa gibi nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor.
Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor.”(26. Mektup 4. Mebhas-503)
“Müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve mârifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hâtırı için Lâ mevcude illâ Hû demeye mecbur olmuyor.”(Emirdağ L.-2 sf-1837)
“Hem (RİSALE-İ NUR) kâinatı baştanbaşa aynalar hükmünde tecellîyat-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ya nefyetmek veya unutmak daha hatıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs'atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.”(Kastamonu Lah.-1660)
EHADİYET SIRRININ DİĞER ESMALARLA VEYA DİĞER ESMALARDA BERABER TECELLİSİ;
“Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, (LEYSEKEMİSLİHİŞEY’ÜNVEHÜVESSEMİÜLBASÎR) (ŞURA-11.AYET) sırrıyla, sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz. (VELEHÜL MESELÜL A’LA FİSSEMAVATİ VELARDİ VEHÜVEL AZÎZÜLHAKİM) sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır.” (14. LEMA- 634)
“Yani Allah (CC) Zât-ı itibariyle Mevcud-u mechuldür. Ancak o nazarla bakılırsa bir derece hakikat ve marifet nurları tebarüz eder. Yine O Zât’a bakış açımız, malum ve maruf ünvanıyla olursa mechul ve menkur olur.”(Mesnevi- 1331) “Yalnız şuunatına isim ve sıfatlarına misal temsillerle bakılabilir.” (14. Lema-634)
“Çünkü bizden istenen marifetullah O’nun Zât’ı ve Hakikat’ı olmayıp, efal ve asarıdır.(İ.İcaz-1221)
(Bütün eserlerinin ve fiillerinin) “ herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe'ne; ve şe'n ise” ise bizi mevcud-u mechul ünvanı ile mülâhaza ettiğimiz “ zâta” götürüyor.
“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahta “(Mektubat-448)” olması noktasında Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvanla değil binbir isim ve ünvanla bilmek ,“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmek”(Sözler-48) Mevcudat âyinelerinde tecelli eden esma dürbünüyle O’na bakmaktır.
“Madem Esma-i ilahiye bir îman rasadı bir marifet ve muhabbet penceresidir... O zaman o nazarımızın da birbirine bakan, hem gören, hem gösteren, şen ve namları ve nişanları olmalıdır ve vardır. O zaman her bir isim ve ünvanla ve şe’enle diğerlerine bakmamız gerekiyor. Yoksa gaflet, tabiat ve esbab dalâletine düşme tehlikesi görülür.
“Meselâ Cenab-ı Hakkın Ferd, Vahid ve Ehad gibi esmasının tecellisini bilmemek (yanlış bilmek) insanı şirke, Hay ve Kayyum, Kadir, Halık ve Fatır gibi isimlerin tecellilerini yanlış bilmek haşrin inkârına, âlim, Mukaddir ve Hafiz gibi isimlerini doğru bilmemek ise kaderi inkâra sebeb olur.” (Köprü sayı 100, sf-41)
Hristiyanlar Allah’a inandıkları halde (sıfatlarında hata ederek) teslisi kabul ettikleri için Şirke düşerler.
Yahudiler Cenab-ı hakka veled isnad ettikleri için (Üzeyir (AS) hakkında) onlar da şirke düşerler.
Cenab-ı Hakka mucib-i bizzat diyen bazı felsefeciler O’nun iradesini nefyettikleri için dalalete düşerler.
Mutezileler tenzih-i hakiki meselesinde Hakîm isminin gereği olan şerlerin kötülük ve belâların yaratılışını Cenab-ı Hakka veremedikleri için gaflete düşmüşler.
İbn-i Sina gibi dehalar Hay, Kayyum ve Kadir gibi isimlerin tecellisi olan haşr-i cismaniyi akıllarına sığıştıramadıkları için adi bir mü’min derecesine düşmüşlerdir.
“Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.”(Mektubat-544)
Aynen öyle de Ehad ismi Samed burcunda, Ferd ismi Ehad burcunda, Ehad ismi Vahid burcunda tulu ediyor. Ve sırr-ı ehadiyet ismi Hay ve Muhyi ismi Mürid ve kudrete, Celâl ve cemale, ilim ve iradeye ve bütün esmayı hüsnayı içine alan pencereler açıp dünya ve ahiret âlemlerini nurlandırıyor.
EHADİYET BÜTÜN ESMAYI İÇİNE ALIR;
“(CENAB-I HAK), kâinatı hayretfezâ acip bir tertiple tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlûkattan olan zerrattan, tâ semâvâta ve semâvâtın birinci tabakasından, tâ Arş-ı Âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Herbir semâ, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufât-ı İlâhiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta, çendan, ehadiyet itibarıyla bütün esmâ bulunabilir, bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasıl ki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir; sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvan-ı İlâhî hâkimdir”. (Sözler-255)
CELÂL VE HAŞMETTE VAHİDİYET, CEMAL VE RAHMETTE EHADİYET;
Vahidiyet bütün mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise her bir şeyde halık-ı küllişeyin ekser esması tecelli ediyor demektir.
RAHİM İSMİ EHADİYETİN, RAHMAN İSMİ VAHİDİYETİN TECELLİSİDİR;
“Nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.”(7. Şua-927)
VAHİDİYET İÇİNDE EHADİYET CEM-İ EZDADTIR;
“Demek, o Sâni-i Zülcelâl, iş başında işlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur'âniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûpla vahdâniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telâkki edilen cem-i ezdâdın en uzak mertebesini, vâcip derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir.” (Mektubat-534)
SIRR-I EHADİYET VE İSM-İ ÂZAM BAĞLANTISI;
Her bir zihayatta biri Ehadiyet sikkesi diğeri Samadiyet turası bulunuyor. Zira bir zihayat, ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi ayinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i İsm-i âzamını gösteriyor. İşte Ehadiyet-i Zâtiyesi Muhyi perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i Ehadiyet taşıyor. (Sözler-124)
VAHİD-İ EHAD VE SULTAN-I EZELİ;
“Allah ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır.”(29.LEMA-771)
ZÂT-EHAD VE İSM-İ RAHMAN;
“Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı demekle herkese kâfi gelmiyor… Herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede (İYYAKEN’ABÜDÜ VE İYYAKENESTA’İN) deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.” (LEMALAR-634)
VAHİD-İ EHAD VE SANİ-İ HAKİM;
“Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş… Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin?” (20.Mektup-453)
VAHİD-İ EHAD VE VACİB’ÜL VÜCUD;
“Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. "Heme ost" değil, "Heme ezost"tur. Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsille fehme takrib edeceğiz.
Birincisi: Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir; bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı âzam ismi var; o isimle devâir-i askeriyede faaliyet gösterir, ordu o ismin mazharıdır.
Şimdi, biri çıksa, dese ki, "O padişah yalnız hâkim-i âdildir; devâir-i adliyeden başka daire yok." O vakit, bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil, itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsâfını ve ahvâlini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtını, yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir, ve hâkezâ... İşte, şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı âzam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Hâlbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.
İşte, saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa'âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî aynaları iktiza ediyorlar.
Şimdi, ehl-i vahdetü'l-vücud madem Lâ mevcude illâ Hû der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Hâlbuki o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.” (Mektubat-385)
VAHİD-İ EHAD VE ŞAHİD-İ EZELİ;
“Demek, Şâhid-i Ezelî, bütün kütüp ve suhufuyla; ve ehl-i şuhud, bütün tahkikat ve küşûfuyla; ve âlem-i şehadet, bütün muntazam ahval ve hakîmâne şuûnâtıyla o mertebe-i tevhidde bil'icmâ ittifak ediyorlar.
İşte, o Vâhid-i Ehadi kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâî gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek.” (Mektubat-452)
İSM-İ SAMED VE EHADİYET;
“Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete aynalıktır. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede aynalıktır.” (Sözler-48)
EHADİYET, ŞEM-İ EZEL VE EBED;
Geçmiş ve gelecek ve hal olan bütün zamanlara hükmü geçmiyen bir zat, insanın en büyük bir derdi olan beka arzusunu tatmin edemez. Ancak başlangıcı olmayan(Ezel) ve sonu olmayan (Ebed) bir Zât’ı EHAD-I SAMED, İNSANIN EN BÜYÜK ARZULARINI CEVAP VEREBİLİR…
VAHİD-İ EHAD, HAYYI KAYYUMLA BERABER TECELLİ ETTİĞİ ZAMAN;
“…herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir;” “Öyle de, ihyâ ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ, ihyânın bir ferdi olan ihyâ-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir.”(30.LEMA-817)
ZÂT-I EHAD VE SIRR-I VAHDET İSM-İ RAHMAN AYNASINDA;
“İnsanı çok korkutan ölümün yüzüne bakılınca, ölüm ehl-i îman için, bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır. Bir hayat-ı bakiyenin mukaddemesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak, bağistan-ı cinan ve mekândır. Hizmetin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir. Zeval-i fena ise, Esma-i hünsanın çok hesna ve güzel cicelerini yazelendirmek için, âlem-i gaybdan, âlem-i şehadete vazifedarane bir seyran bir cevelandır.” (2.Şua-sf-853)
SANİ-İZÜLCELAL VAHİDİYET VE EHADİYET TECELLİSİYLE VAHİDİYET İTİBARİYLE;
“Sâni-i Zülcelâl, vâhidiyet itibarıyla bütün eşyayı ihata eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hâzır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellîsiyle herşeyin, hususan zîhayatın yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki, kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder.” (Şualar-1144)
“Sâni-i Âlem, âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür. Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef'alinin âsârıdır.” (Mesnevi-Katre- 1301-1302)
VAHİD-İ EHAD’İN KÂDİR İSMİYLE BERABER TASARRUFU;
“Eşyada görünen nev'î ve ferdî vahdetler Sânideki sırr-ı vahdetten neş'et etmiştir. Çünkü, kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle, kudrette kuvvetin tecezzî ve inkısâmı olmuyor. Eğer vahdet olmasaydı, kudretin yaptığı sarfiyatta tefâvüt olsa idi, masnûatta da tefâvüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle beraber masnûata yaptığı tasarrufu şemsin tenviri gibidir ki” (Mesnevi- Zeyl-ül Hubab-1322)
VAHİD-İ EHAD VE İSM-İ VEDUD;
“Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara mâruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehade tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütün mahbuplarınla beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.” (Mesnevi-1355) VAHİD-İ EHAD VE İSM-İ FERD;
“Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir.”(30.Lema-806)
“Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalâasında bulunmayan; ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete icad cihetiyle el uzatamaz.” .”(30.Lema-806)
“Evet, vahdet de, ferdiyet de, herşeyin o Zât-ı Vâhide intisabıyla olur ve Ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise, o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit küçük birşey, o intisap ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan, Ferd ve Ehade istinad ve intisap etmeyen birşey, kendi şahsî kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür.
Meselâ, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünkü şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı âzama intisap ve istinat eden bir adam, kendi menâbi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için, o intisap ve istinat, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden, mağlûp düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisap kuvvetiyle esir edebilir.
“Demek vahdette, ferdiyette, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlûp edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. .”(30.Lema-807 8) SOMA- AĞUSTOS 2009 NAİL YILMAZ TURGUTLU
5 "Âlemlerin Rabbi."
6 "Rabbin."
7 "Yeri ve göğü yaratan Odur." Hadîd Sûresi, 57:4.
8 "O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir." Hadîd Sûresi, 57:6.
9 "Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur." Hadîd Sûresi, 57:6.
Nail Yılmaz
“Hâlbuki Allah'ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî her şey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve Lâ ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek-hâşâ-hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikati onda yoktur.”(Emirdağ-1 sf;1765)
HAKİKİ SAADET;
“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.”(Mektubat; 448)
ARZ VE SEMA SAYFALARINDA MARİFETULLAH;
“İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe'ne; ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir.”(Sözler;306) (Mesnevi;1331)
O’nun marifet ve muhabbetini kazanmak için arz ve sema sayfalarındaki mevcudat âyinelerinde tecelli eden fiillerinin ve eserlerinin dürbünüyle O’ na bakmaktır. Çünkü bu dürbün bizi isme, isim ise vasfa, vasıf ise şe’ne, şe’n ise mevcud-u meçhul ünvanı ile mülâhaza ettiğimiz Zât-ı akdese götürür.
HER ŞEY BİRŞEY GİBİ KOLAYDIR;
“Üçüncü menba olan tecellî-i ehadiyet: Yani, Sâni-i Zülcelâl, cisim ve cismanî olmadığı için, zaman ve mekân Onu kayıt altına alamaz. Ve kevn ve mekân, Onun şuhuduna ve huzuruna müdahale edemez. Ve vesâit ve ecram, Onun fiiline perde çekemez. Teveccühünde tecezzî ve inkısam olmaz. Birşey birşeye mâni olmaz. Hadsiz ef'âli, bir fiil gibi yapar. Onun içindir ki, bir çekirdekte koca bir ağacı mânen derc ettiği gibi, bir âlemi bir tek fertte derc edebilir. Bütün âlem, birtek fert gibi dest-i kudretinde çevrilir. Şu sırrı başka Sözlerde izah ettiğimiz gibi, deriz ki:”(Mektubat;462)
BU KÂİNAT BİR ELDEN ÇIKMIŞ;
“Bu kâinat bir elden çıkmış ve bir tek Zâtın mülküdür. Ve kemâlât-ı İlâhiyenin medarı olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermişler. Ve vahdet ve ehadiyet ile, bütün kâinat o Zât-ı Vâhidin emirber neferleri ve musahhar memurları hükmüne geçiyor.”(Şualar;947)
HUZURÎ TEVHİD;
“Bu kısım tevhid sahipleri, herşeyin üstünde Cenab-ı Hakkın sikkesini görür ve herşeyin cephesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalâlet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar.”(Mesnevi-1279)
İHYA VE NEFH-İ HAYAT;
“Cenab-ı Hakkın canlı mahlûkata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenâhî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:
Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi herşeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik, Şems-i Ezelînin de bütün canlı mahlûkatta "ihya ve nefh-i hayat" cihetiyle bir tecellî-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan acizdirler.”(Mesnevi-1279)
ŞİRK YOK;
“Herbir zîhayat dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan, bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.”(LEMALAR-810)
HAYAT TECELLİ-İ VAHDETTİR;
“Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, "Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür." “ Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir aynasıdır.”(Sözler-225)
“Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden burhanların en parlağı, en kat'îsi ve en mükemmeli(hayattır).” (Lemalar-812)
“Cemalli olan hayat nasıl bir bürhan-ı Ehadiyettir, celalli olan memat dahi bir bürkan-ı Vahidiyettir.”(Lemalar-)
HER ZERREDE İKİ SADIK ŞAHİD;
“Herbir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır;
1)Evet, zerre, acz ve cumuduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcibü'l-Vücudun vücuduna kat'î şehadet ettiği gibi,
2) harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve Melekûtun maliki olan Zâtın Ehadiyetine şahitlik eder.”(Sözler-249)
HÜVE VE RADYO;
“Meselâ, birtek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak, cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi, (İLEYHİ YES’EDUL KELİMUTTAYYBU)âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdetâ zamansız, kalem-i kudretle istinsah edildiği gibi mânevî ve makbul hakikatlerin bir yazar-bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acip bir mucizesinin zaman-ı Âdemdem beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi, radyo namı verdikleri ayn-ı hakikatle sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahi bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havâide hâzır ve nâzırdır ki, hadsiz ayrı ayrı kelimeler herbir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek bütün esbab toplansa, tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet harika san'ata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için, ehl-i dalâlet ve ehl-i gaflet "ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık" perdesiyle saklayıp, âdi bir isim takıp, muvakkat kendilerini aldatıyorlar.”(Emirdağ 2-1860)
EHADİYET DAİRESİ KESRET TABAKASININ MÜNTEHASIDIR;
“Şu kâinatın Hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecellî-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehâsından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Miraçla, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına kendine muhatap ittihaz ederek, bütün zîşuur namına makasıd-ı İlâhiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarıyla âyine-i mahlûkatında cemâl-i san'atını, kemâl-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.”(Sözler-260)
KUR’AN’DA EHADİYET
FATİHA SURESİNDE EHADİYET VE VAHİDİYET;
“Evet, Kur'ân, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'ân'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mucizâne bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ (RABBÜL ALEMÎN) ve (RABBÜKE) de, (RABBÜKE) tabiriyle ehadiyeti ve (RABBÜL ALEMÎN) ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.
Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.
Meselâ, (HÜVELLEZİ HALAKASSEMAVATİ VELARD) âyetinden sonra (YULİCÜLLEYLE FİNNEHARİ VE YULİCÜNNEHARE FİLLELİ) âyetinin akabinde (VEHÜVE ÂLİYMÜN BİZATİSSUDURİ) der. Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.
Bir sual: "Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz'î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya” (11.Şua; 974)
EHADİYETE MAZHARİYETİN İFADESİ OLAN; (YALNIZ SANA) kelimesinin tekrarlanmasındaki hikmetin,
Birincisi, hitap ve huzurdaki lezzetin arttırılmasına;
İkincisi, ayân makamının burhan makamından daha yüksek olduğuna;
Üçüncüsü, huzurda sıdk olup kizbin ihtimali olmadığına;
Dördüncüsü, ibadetle istianenin ayrı ve müstakil maksatlar olduklarına işarettir.”( İ.İCAZ-1163)
“Hadsiz kesret içinde vahidiyet tecellisi, hitab-ı iyyakena’büdü demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip, iyyakenabüdü ve iyyakenestein demeye küre-i arz vüsatinde bir kâlp bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüziyatta zahir bir surette Sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, her bir nevide Sikke-i Ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadı mülâhaza ettirmek için, hatemi Rahmaniyet içinde bir Sikke-i Ehadiyeti gösteriyor. Ta külfetsiz, herkes, her mertebede iyyakenabüdü ve iyyakenestein deyip doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun” (R.N.Külliyatından-LEMALAR-177)
“Evet hadsiz mahlukatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envaı ve mertebeleri vardır. Fakat o Vahdet ne kadar olsa, yine kesret içinde Vahdettir. Hakiki hitabı tam temin edemiyor. Onun için Vahdet arkasında Ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır. Ta kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalpde yol açsın” (R.N.Külliyatından-LEMALAR-177)
SIRR-I EHADİYET TECELLİSİ OLAN TEVHİDİ HAHİKİ VE HUZURU DAİMİ;
“Tevhid dahi iki çeşittir;
Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, "Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur."
İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.” (22.Söz-121)
TEVHİDİ HAKİKİ VE HUZURU DAİMİ İÇİN DÖRT YOL;
“Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıfları ve Makasıdları, o maksadı izah eder.
Evet, ilm-i kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlâhiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tammeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki, inşaallah, Risale-i Nur'un bütün eczaları, o Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.
Hem, Muhyiddin-i Arabî'nin nazarına Fahreddin Râzî'nin ilm-i kelâm vasıtasıyla aldığı marifetullah ne kadar noksan görülüyor. Öyle de, tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur'ân-ı Hakîmden doğrudan doğruya, verâset-i Nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar noksandır. Çünkü,
(I. YOL) Muhyiddin-i Arabî mesleği, huzur-u daimîyi kazanmak için Lâ mevcude illâ Hû (O’ndan başka hiçbir gerçek varlık yoktur.) deyip” HUZURU DAİMİYİ BULMUŞLAR)
(2. YOL) Ehl-i tasavvufun bir kısmı da (İmam-ı Rabbani gibi) : “yine huzur-u daimîyi kazanmak için, Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka görülen hiçbir şey yoktur.) “ deyip kâinatı nisyan-ı mutlak altına almak gibi acip bir tarza girmişler.”
Kur'ân'dan alınan minhâc-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:
Meselâ, bir su getirmek her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle de:
(3.YOL ) Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir.(gibi)
(4.YOL) Kur'ân'I Hakimin minhâc-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, cıkarıyor. Meselâ, bir su getirmek(için) her yerde kuyu kazar, su çıkarır.
Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu bululurlar. Her bir ayeti birer Asay-ı Musa gibi nereye vursa ab-ı hayat fışkırtıyor.
Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin Râzî'ye bu noktayı ihtar ediyor.”(26. Mektup 4. Mebhas-503)
“Müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve mârifetullahı her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hâtırı için Lâ mevcude illâ Hû demeye mecbur olmuyor.”(Emirdağ L.-2 sf-1837)
“Hem (RİSALE-İ NUR) kâinatı baştanbaşa aynalar hükmünde tecellîyat-ı esmâya mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura mâni olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimî kazanmak için kâinatı ya nefyetmek veya unutmak daha hatıra getirmemek değil, belki kâinat kadar geniş bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve küllî ve daimî kâinat vüs'atinde bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.”(Kastamonu Lah.-1660)
EHADİYET SIRRININ DİĞER ESMALARLA VEYA DİĞER ESMALARDA BERABER TECELLİSİ;
“Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, (LEYSEKEMİSLİHİŞEY’ÜNVEHÜVESSEMİÜLBASÎR) (ŞURA-11.AYET) sırrıyla, sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz. (VELEHÜL MESELÜL A’LA FİSSEMAVATİ VELARDİ VEHÜVEL AZÎZÜLHAKİM) sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır.” (14. LEMA- 634)
“Yani Allah (CC) Zât-ı itibariyle Mevcud-u mechuldür. Ancak o nazarla bakılırsa bir derece hakikat ve marifet nurları tebarüz eder. Yine O Zât’a bakış açımız, malum ve maruf ünvanıyla olursa mechul ve menkur olur.”(Mesnevi- 1331) “Yalnız şuunatına isim ve sıfatlarına misal temsillerle bakılabilir.” (14. Lema-634)
“Çünkü bizden istenen marifetullah O’nun Zât’ı ve Hakikat’ı olmayıp, efal ve asarıdır.(İ.İcaz-1221)
(Bütün eserlerinin ve fiillerinin) “ herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe'ne; ve şe'n ise” ise bizi mevcud-u mechul ünvanı ile mülâhaza ettiğimiz “ zâta” götürüyor.
“Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahta “(Mektubat-448)” olması noktasında Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir ünvanla değil binbir isim ve ünvanla bilmek ,“O’nun muhabbetiyle kendinden geçmek”(Sözler-48) Mevcudat âyinelerinde tecelli eden esma dürbünüyle O’na bakmaktır.
“Madem Esma-i ilahiye bir îman rasadı bir marifet ve muhabbet penceresidir... O zaman o nazarımızın da birbirine bakan, hem gören, hem gösteren, şen ve namları ve nişanları olmalıdır ve vardır. O zaman her bir isim ve ünvanla ve şe’enle diğerlerine bakmamız gerekiyor. Yoksa gaflet, tabiat ve esbab dalâletine düşme tehlikesi görülür.
“Meselâ Cenab-ı Hakkın Ferd, Vahid ve Ehad gibi esmasının tecellisini bilmemek (yanlış bilmek) insanı şirke, Hay ve Kayyum, Kadir, Halık ve Fatır gibi isimlerin tecellilerini yanlış bilmek haşrin inkârına, âlim, Mukaddir ve Hafiz gibi isimlerini doğru bilmemek ise kaderi inkâra sebeb olur.” (Köprü sayı 100, sf-41)
Hristiyanlar Allah’a inandıkları halde (sıfatlarında hata ederek) teslisi kabul ettikleri için Şirke düşerler.
Yahudiler Cenab-ı hakka veled isnad ettikleri için (Üzeyir (AS) hakkında) onlar da şirke düşerler.
Cenab-ı Hakka mucib-i bizzat diyen bazı felsefeciler O’nun iradesini nefyettikleri için dalalete düşerler.
Mutezileler tenzih-i hakiki meselesinde Hakîm isminin gereği olan şerlerin kötülük ve belâların yaratılışını Cenab-ı Hakka veremedikleri için gaflete düşmüşler.
İbn-i Sina gibi dehalar Hay, Kayyum ve Kadir gibi isimlerin tecellisi olan haşr-i cismaniyi akıllarına sığıştıramadıkları için adi bir mü’min derecesine düşmüşlerdir.
“Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler.”(Mektubat-544)
Aynen öyle de Ehad ismi Samed burcunda, Ferd ismi Ehad burcunda, Ehad ismi Vahid burcunda tulu ediyor. Ve sırr-ı ehadiyet ismi Hay ve Muhyi ismi Mürid ve kudrete, Celâl ve cemale, ilim ve iradeye ve bütün esmayı hüsnayı içine alan pencereler açıp dünya ve ahiret âlemlerini nurlandırıyor.
EHADİYET BÜTÜN ESMAYI İÇİNE ALIR;
“(CENAB-I HAK), kâinatı hayretfezâ acip bir tertiple tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlûkattan olan zerrattan, tâ semâvâta ve semâvâtın birinci tabakasından, tâ Arş-ı Âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Herbir semâ, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufât-ı İlâhiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta, çendan, ehadiyet itibarıyla bütün esmâ bulunabilir, bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasıl ki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir; sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvan-ı İlâhî hâkimdir”. (Sözler-255)
CELÂL VE HAŞMETTE VAHİDİYET, CEMAL VE RAHMETTE EHADİYET;
Vahidiyet bütün mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise her bir şeyde halık-ı küllişeyin ekser esması tecelli ediyor demektir.
RAHİM İSMİ EHADİYETİN, RAHMAN İSMİ VAHİDİYETİN TECELLİSİDİR;
“Nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.”(7. Şua-927)
VAHİDİYET İÇİNDE EHADİYET CEM-İ EZDADTIR;
“Demek, o Sâni-i Zülcelâl, iş başında işlerini hem göze, hem kulağa göstermek için, âyât-ı Kur'âniye ile, bir çekici zerreye vuruyor; aynı âyetin diğer kelimesiyle, o çekici şemse vuruyor, merkezine çakar gibi ulvî üslûpla vahdâniyeti ayn-ı ehadiyet içinde ve nihayet celâli nihayet cemal içinde ve nihayet azameti nihayet hafâ içinde ve nihayet vüs'ati nihayet dikkat içinde ve nihayet haşmeti nihayet rahmet içinde ve nihayet bu'diyeti nihayet kurbiyet içinde gösterir. Muhal telâkki edilen cem-i ezdâdın en uzak mertebesini, vâcip derecesindeki bir suretini ifade eder, ispat edip gösterir.” (Mektubat-534)
SIRR-I EHADİYET VE İSM-İ ÂZAM BAĞLANTISI;
Her bir zihayatta biri Ehadiyet sikkesi diğeri Samadiyet turası bulunuyor. Zira bir zihayat, ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi ayinesinde gösteriyor. Adeta bir nokta-i mihrakiye hükmünde Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i İsm-i âzamını gösteriyor. İşte Ehadiyet-i Zâtiyesi Muhyi perdesi altında bir nevi gölgesini gösterdiğinden, bir sikke-i Ehadiyet taşıyor. (Sözler-124)
VAHİD-İ EHAD VE SULTAN-I EZELİ;
“Allah ilim ve kudretiyle herşeyden büyüktür. Zira O öyle bir Âdil-i Hakîm ve Kadir-i Alîm ve Vâhid-i Ehad ve Sultan-ı Ezelîdir ki, bütün bu âlemler Onun nizam ve mizanının, tanzim ve tevzininin, adl ve hikmetinin ve ilim ve kudretinin kabza-i tasarrufundadır ve, şuhud derecesinde bir hads ile, belki bilmüşahede, Onun Vâhidiyet ve Ehadiyet sırrına mazhardır.”(29.LEMA-771)
ZÂT-EHAD VE İSM-İ RAHMAN;
“Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı demekle herkese kâfi gelmiyor… Herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede (İYYAKEN’ABÜDÜ VE İYYAKENESTA’İN) deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.” (LEMALAR-634)
VAHİD-İ EHAD VE SANİ-İ HAKİM;
“Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette halk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş… Hiç mümkün müdür ki, şu mescid-i kebirin içindeki sâcidlerin, âbidlerin mâbud-u hakikîleri, o Sâni-i Vâhid-i Ehadden başkası olabilsin?” (20.Mektup-453)
VAHİD-İ EHAD VE VACİB’ÜL VÜCUD;
“Görünen eşya dahi Cenâb-ı Hakkın âsârıdır. "Heme ost" değil, "Heme ezost"tur. Çünkü, hadisat ayn-ı kadîm olamaz. Şu meseleyi iki temsille fehme takrib edeceğiz.
Birincisi: Meselâ bir padişah var. O padişahın hâkim-i âdil ismiyle bir adliye dairesi var ki, o ismin cilvesini gösteriyor. Bir ismi de halifedir; bir meşihat ve bir ilmiye dairesi, o ismin mazharıdır. Bir de kumandan-ı âzam ismi var; o isimle devâir-i askeriyede faaliyet gösterir, ordu o ismin mazharıdır.
Şimdi, biri çıksa, dese ki, "O padişah yalnız hâkim-i âdildir; devâir-i adliyeden başka daire yok." O vakit, bilmecburiye, adliye memurları içinde, hakikî değil, itibarî bir surette, meşihat dairesindeki ulemanın evsâfını ve ahvâlini onlara tatbik edip, zıllî ve hayalî bir tarzda, hakiki adliye içinde tebeî ve zıllî bir meşihat dairesi tasavvur edilir. Hem daire-i askeriyeye ait ahval ve muamelâtını, yine farazî bir tarzda, o memurîn-i adliye içinde itibar edip, gayr-ı hakikî bir daire-i askeriye itibar edilir, ve hâkezâ... İşte, şu halde, padişahın hakikî ismi ve hakikî hâkimiyeti, hâkim-i âdil ismidir ve adliyedeki hâkimiyettir. Halife, kumandan-ı âzam, sultan gibi isimleri hakikî değiller, itibarîdirler. Hâlbuki padişahlık mahiyeti ve saltanat hakikati, bütün isimleri hakikî olarak iktiza eder. Hakikî isimler ise, hakikî daireleri istiyor ve iktiza ediyorlar.
İşte, saltanat-ı ulûhiyet, Rahmân, Rezzâk, Vehhâb, Hallâk, Fa'âl, Kerîm, Rahîm gibi pek çok esmâ-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. O hakikî esmâ dahi, hakikî aynaları iktiza ediyorlar.
Şimdi, ehl-i vahdetü'l-vücud madem Lâ mevcude illâ Hû der, hakaik-i eşyayı hayal derecesine indirir. Cenâb-ı Hakkın Vâcibü'l-Vücud ve Mevcud ve Vâhid ve Ehad isimlerinin hakikî cilveleri ve daireleri var. Belki aynaları, daireleri hakikî olmazsa, hayalî, ademî dahi olsa, onlara zarar etmez. Belki vücud-u hakikînin aynasında vücut rengi olmazsa, daha ziyade sâfi ve parlak olur. Fakat, Rahmân, Rezzâk, Kahhâr, Cebbâr, Hallâk gibi isimleri ise, tecellîleri hakikî olmuyor, itibarî oluyor. Hâlbuki o esmâlar, mevcut ismi gibi hakikattirler, gölge olamazlar; aslîdirler, tebeî olamazlar.” (Mektubat-385)
VAHİD-İ EHAD VE ŞAHİD-İ EZELİ;
“Demek, Şâhid-i Ezelî, bütün kütüp ve suhufuyla; ve ehl-i şuhud, bütün tahkikat ve küşûfuyla; ve âlem-i şehadet, bütün muntazam ahval ve hakîmâne şuûnâtıyla o mertebe-i tevhidde bil'icmâ ittifak ediyorlar.
İşte, o Vâhid-i Ehadi kabul etmeyen, ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâî gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek.” (Mektubat-452)
İSM-İ SAMED VE EHADİYET;
“Şimdi, hayatının sırr-ı hakikati şudur ki: Tecellî-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete aynalıktır. Yani, bütün âleme tecellî eden esmânın nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir camiiyetle Zât-ı Ehad-i Samede aynalıktır.” (Sözler-48)
EHADİYET, ŞEM-İ EZEL VE EBED;
Geçmiş ve gelecek ve hal olan bütün zamanlara hükmü geçmiyen bir zat, insanın en büyük bir derdi olan beka arzusunu tatmin edemez. Ancak başlangıcı olmayan(Ezel) ve sonu olmayan (Ebed) bir Zât’ı EHAD-I SAMED, İNSANIN EN BÜYÜK ARZULARINI CEVAP VEREBİLİR…
VAHİD-İ EHAD, HAYYI KAYYUMLA BERABER TECELLİ ETTİĞİ ZAMAN;
“…herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir;” “Öyle de, ihyâ ve diriltmek fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ, ihyânın bir ferdi olan ihyâ-yı arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir.”(30.LEMA-817)
ZÂT-I EHAD VE SIRR-I VAHDET İSM-İ RAHMAN AYNASINDA;
“İnsanı çok korkutan ölümün yüzüne bakılınca, ölüm ehl-i îman için, bir terhistir. Ecel terhis tezkeresidir. Bir tebdil-i mekândır. Bir hayat-ı bakiyenin mukaddemesi ve kapısıdır. Zindan-ı dünyadan çıkmak, bağistan-ı cinan ve mekândır. Hizmetin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeye bir nöbettir. Zeval-i fena ise, Esma-i hünsanın çok hesna ve güzel cicelerini yazelendirmek için, âlem-i gaybdan, âlem-i şehadete vazifedarane bir seyran bir cevelandır.” (2.Şua-sf-853)
SANİ-İZÜLCELAL VAHİDİYET VE EHADİYET TECELLİSİYLE VAHİDİYET İTİBARİYLE;
“Sâni-i Zülcelâl, vâhidiyet itibarıyla bütün eşyayı ihata eden ilim ve iradesi ve kudretiyle bakar ve hâzır ve nâzır olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle ve tecellîsiyle herşeyin, hususan zîhayatın yanında isimleri ve sıfatlarıyla bulunur ki, kolayca, bir anda sineği kartal sisteminde, bir insanı küçük bir kâinat sisteminde icad eder.” (Şualar-1144)
“Sâni-i Âlem, âlemde dâhil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür. Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef'alinin âsârıdır.” (Mesnevi-Katre- 1301-1302)
VAHİD-İ EHAD’İN KÂDİR İSMİYLE BERABER TASARRUFU;
“Eşyada görünen nev'î ve ferdî vahdetler Sânideki sırr-ı vahdetten neş'et etmiştir. Çünkü, kuvvet dağılmıyor. Bir kısmına çok, bir kısmına az sarf edilmekle, kudrette kuvvetin tecezzî ve inkısâmı olmuyor. Eğer vahdet olmasaydı, kudretin yaptığı sarfiyatta tefâvüt olsa idi, masnûatta da tefâvüt ve intizamsızlık olurdu. Demek, kudretin vahdetle beraber masnûata yaptığı tasarrufu şemsin tenviri gibidir ki” (Mesnevi- Zeyl-ül Hubab-1322)
VAHİD-İ EHAD VE İSM-İ VEDUD;
“Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara mâruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünkü o muhabbetleri gayr yerinde sarf ediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehade tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarf edersen, bütün mahbuplarınla beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.” (Mesnevi-1355) VAHİD-İ EHAD VE İSM-İ FERD;
“Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir.”(30.Lema-806)
“Belki insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye birden nazar-ı mütalâasında bulunmayan; ve herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, birtek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete icad cihetiyle el uzatamaz.” .”(30.Lema-806)
“Evet, vahdet de, ferdiyet de, herşeyin o Zât-ı Vâhide intisabıyla olur ve Ona istinad eder. Ve bu istinad ve intisap ise, o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne geçebilir. O vakit küçük birşey, o intisap ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan, Ferd ve Ehade istinad ve intisap etmeyen birşey, kendi şahsî kuvvetine göre küçük işler görebilir ve neticesi ona göre küçülür.
Meselâ, nasıl ki başıbozuk, gayet cesur, kuvvetli bir adam, kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımaya mecbur olduğundan, ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünkü şahsî kuvveti o kadar eser gösterebilir. Fakat askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı âzama intisap ve istinat eden bir adam, kendi menâbi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımaya mecbur olmadığı için, o intisap ve istinat, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne geçtiğinden, mağlûp düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber, o intisap kuvvetiyle esir edebilir.
“Demek vahdette, ferdiyette, bir karınca bir Firavunu, bir sinek bir Nemrudu, bir mikrop bir cebbarı o intisap kuvvetiyle mağlûp edebildiği gibi, nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi, dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıyabilir. .”(30.Lema-807 8) SOMA- AĞUSTOS 2009 NAİL YILMAZ TURGUTLU
5 "Âlemlerin Rabbi."
6 "Rabbin."
7 "Yeri ve göğü yaratan Odur." Hadîd Sûresi, 57:4.
8 "O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir." Hadîd Sûresi, 57:6.
9 "Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur." Hadîd Sûresi, 57:6.
Nail Yılmaz