Fatiha Üzerine Mülâhazalar

Nesl-i Cedid

Well-known member
Kur'ân'a Fâtiha ile başlanır. Namaza Fâtiha ile girilir. Her hayırlı iş bu pırlanta anahtarla açılır ve açılan kapılar arkasındaki karanlıklar da bu ışık kaynağı ile aydınlanır. Bu itibarla ona her şeyin başı ve esası ma'nâsında "Fâtiha" denilir. Maddî-mânevî, ferdî-içtimâî pek çok dert-lere derman olması itibariyle ona "Şâfiye", insanlığın bütün problem ve sıkıntılarına yeterli bir reçete olması cihetiyle "Kâfiye", bütün kitapların fihristi ve Kur'ânî hakikatlerin ezelî bir hülâsası olması yönüyle de "Ümmü'l-Kitâb" denmiştir. Fâtiha, Kur'ân-ı Kerîm'in, dolayısıyla bütün semâvî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtivâ eden, mübârek bir sûredir.
 

Nesl-i Cedid

Well-known member
Mukaddime

Kur'ân'a Fâtiha ile başlanır. Namaza Fâtiha ile girilir. Her hayırlı iş bu pırlanta anahtarla açılır ve açılan kapılar arkasındaki karanlıklar da bu ışık kaynağı ile aydınlanır.
Bu itibarla ona her şeyin başı ve esası ma'nâsında 'Fâtiha' denilir. Maddî-mânevî, ferdî-içtimâî pek çok dert-lere derman olması itibariyle ona 'Şâfiye', insanlığın bütün problem ve sıkıntılarına yeterli bir reçete olması cihetiyle 'Kâfiye', bütün kitapların fihristi ve Kur'ânî hakikatlerin ezelî bir hülâsası olması yönüyle de 'Ümmü'l-Kitâb' denmiştir.
Fâtiha, Kur'ân-ı Kerîm'in, dolayısıyla bütün semâvî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtivâ eden, tam bir kitap genişliğinde mübârek bir sûredir. Kur'ân-ı Kerîm'deki ana esasları itikâd, ibâdet, muamelât veya hayat nizamı olarak hülâsa edecek olursak, Fâtiha sûre-i celilesinde, bütün itikâdî mes'elelere, ibâdetle alâkalı bütün hususlara ve bir hayat nizamına ya bir sarâhat, ya bir delâlet veya bir işâret, hiç olmazsa bir remiz bulmak her zaman mümkündür.
İslâm'da inanılması gerekli olan esaslar, bir kısım mücerred düşüncelerden ibâret değildir. İslâm'da, imân edilmesi gerekli olan prensipler, bilinmesi, düşünülmesi, inanılması, benliğe mâledilmesi, sonra da onlarla, Allah'a teslimiyete ulaşılması gerekli olan bir kısım hayatî değerlerdir. Bu hayatî değerler, en geniş ma'nâsıyla, düşünce ve zikirle derinleşir, ibâdetle beslenir; hattâ muâmelât ve muâşerette nefsânîlik ve beşerî mülâhazalara girmemek için onlar da çerçeve içine alınır. Böylece mü'min, her an imân dairesiyle münasebet içinde olur ve imânın ana mihveri etrafında döner durur.
Fâtiha suresinde bütün bu hususlar, derin bir münasebet içinde baş başa ve omuz omuzadırlar:
Sûre-i celile, evvelâ; hakiki ma'nâsıyla hamd ü senâya lâyık olan Zât'ı nazara verir; O'nu varlığın esası sayılan bir kısım sıfatlarla tanıtır, herşeyin zimamının O'nun elinde olduğu gerçeği üzerinde durur; sonra da, O'na boyun eğilmesi lâzım geldiğine dikkati çeker; bu boyun eğme ve diğer sorumluluklarla beraber gelen külfet, sıkıntı ve ihtiyaçlar karşısında yardımın sadece ve sadece O'ndan istenilmesi gerektiğini ihtâr eder; bilhassa insan-oğlu için yardımların en önemlisi sayılan, hidâyete erdirilme talebini hatırlatır ve bu yüce talebi de en imrendirici bir çerçeve ile verir ki; bu çerçeve ilk günden bu yana, Hakk'ın ni'metlerine mazhar olmuş ve azıp-sapma gibi talihsizliklere düşmemişlerin çerçevesidir...
Görüldüğü gibi bu sûre-i celile, âdetâ Kur'ân'ın mukaddimesi gibidir. Değişik sûrelerde ayrıntılarıyla anlatılan pek çok yüksek hakikât, onda ya özetlenmiş, ya bir işâretle gösterilmiş veya çağrıştırma prensipleriyle verilmiş gibidir.
Ne var ki, bunların bütününün misallendirilmesi çok zaman alacağından, o hususu, yüzlerce ehl-i tahkik mü-fessirin isâbetli tefsir ve tesbitlerine ve onlardan küçük ve bulanık bir damla olan şu kitapçığa havale ederek.. bu kitabın hazırlanışıyla alâkalı bir iki mes'eleyi arzetmek istiyoruz:
1) Bu kitabın muhtevâsı, böyle bir kitaba mevzû teşkil etmesi esasına göre hazırlanmadı; camilerde halka hitaben yapılan konuşmalardan derlendi.
2) Edâ ve takdimde, cami cemaatinin duygu, düşünce ve hissiyâtı nazara alındığından, az dahi olsa rötuşlama-lara rağmen, konuşma dili olduğu gibi kaldı.
3) Va'z üslûbu içinde, bir mevzûdan diğer mevzûya geçerken, önceki bahislerin hatırlatılmasından bir kısım tekrarlar meydana geldi. Ve kitapta da bunları ayıklama imkânı olmadı.
4) Kur'ân-ı Kerîm'in yüksek üslûbunu bazen sarf, nahiv, maan, beyan (gramer, ma'nâ ve açıklama) prensiplerine göre göstermek gerektiğinden, bazı yerlerde oldukça teknik ağırlıklı oldu.
5) Ümmet-i Muhammed'e faydalı olup olmayacağını bilemediğim halde, sırf arkadaşlarımın hissiyât ve arzularına hürmetimin ifadesi olarak 'Evet' dediğim böyle bir mes'elede, hata etmiş isem kardeşlerimin temiz düşün-celerini şefaatçı yaparak Rabbimin beni affetmesini dilerim.
 

Nesl-i Cedid

Well-known member
Giriş

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم*لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعاً مُّتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون
'Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu, baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye insanlara veriyoruz'. (Haşir, 59/21)
Yani, Kur'ân, ilâhî hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvim sırrına mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet, o insana indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur'ân, insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu görürdün. Allah'a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle gelirdi; gel gör ki insan, kalp ve kafasını O'ndan uzak tuttuğu için Kur'ân bu şekilde müessir olamamaktadır. Hislerini Kur'ân'a karşı yabanileştiren his, fikir ve kalp âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan insan elbette Kur'ân'dan nasipsizdir.
Gavvas olana Kur'ân
Mücevher dolu umman
Nasipsizdir Kur'ân'dan
Her müstağni davranan.
Kur'ân bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk, onu azametiyle, insanların maslahatlarına cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur'ân çok bereketli bir kitaptır. Mübarektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur. Kur'ân, bereketin tâ kendisidir.
İnsanlar onun emirlerine ittiba ettikleri zaman hayatları bereketlenir, milletlerin üstüne çıkarlar. Ve hayatın bütün sahaları, bu ittiba ile yeşillenir, kendisine ait filizleri vererek dünyayı cennet haline getirir.
Bütün bunları tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur'ân-ı Kerîm, devamlı ve ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an ve her zaman düşünülmeli, her devrin ihtiyacı olan hususlar Kur'ân'dan böyle bir cehd ve gay-retle istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur'ân'ı anlamak mümkün değildir.
İşte bütün bu hususlara işaretle Cenâb-ı Hakk:
كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ '(Bu Kur'ân) çok mübârek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini düşünsünler ve akl-ı selim sâhipleri öğüt alsınlar' (Sâd, 38/29). Âyette geçen لِيَدَّبَّرُوا tâbiri, bir şeyi evire çevire ele alma, baştan sona, sondan başa gelip giderek teker teker düşünme mânâsına gelir. Ve işte Kur'ân böyle bir tedebbürle incelenmelidir... Ayrıca akıl sahipleri, Kur'ân'dan istifade ile daha ince hakikatları bulup keşfederek, büyük ve derin mânâlara, bu tefekkür sayesinde nüfuz edecektir ki, âyette أُوْلُوا الْأَلْبَابِ وَلِيَتَذَكَّر denilmiştir. Bir başka âyette de şöyle buyuruluyor:
أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَن لَّن يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ 'Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah kendilerinin (Peygambere ve mü'minlere karşı güttükleri) kinlerini ortaya çıkarmayacak mı sandılar?' (Muhammed, 47/29). Kur'ân herşeyi çok açık ve vâzıh gösterdiği halde niçin Kur'ân'ı tedebbür edip düşünmüyorlar? Kaldı ki, Kur'ân'ı okuyup da (bir insanın) Allah yoluna girmemesi düşünülemez.
أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا 'Yoksa onların kalplerinde kilit mi vardır? Yoksa kalpleri mühürlenip kapanmış mıdır ki, onların kalplerine Kur'ân hakikatları nâmına birşey girmiyor?' (Muhammed, 47/24).
Kur'ân, hayatın hayatıdır. İnsan hayatının hayırlı, mü-teyemmin ve mübârek olması, Kur'ân-ı Kerîm'i hayatına düstur yaptığı nisbette olur. Kur'ân'dan uzak bir hayat uğursuzdur, bereketsizdir. Kur'ân'dan uzak bir milletin hayatında dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.
Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde:خيركم من تعلم القران وعلمه
'Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına anlatandır.'[SUP][1][/SUP] En hayırlı olmak istiyorsak, Kur'ân'ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ Kur'ân'a sahip çıkmış olduğumuzu âleme göstermiş olalım... Yoksa yine Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ettiği gibi, öyle kenarından kenarından tutan kimselerin Kur'ân-ı Kerîm'in nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmeleri düşünülemez.
Burada kalbim titreyerek şu tâbiri kullanacağım: 'Kur'ân beni mâzûr görsün' Kur'ân, kendisine samimi âşık olmayanlara kıskançtır, onlara birşey vermez. Sen bütün gönlünle, hissinle Kur'ân'ın mecnûnu olur, ona yönelirsen o da sana teveccüh edecektir. Aksi halde sen Kur'ân-ı Kerîm'in ucundan ucundan tuttuğun müddetçe Kur'ân sana sırlarını açmayacaktır. Zira bu kelâm-ı İlâhî, kendisine bütün benliğiyle teveccüh eden âşık gönüllere nûr ve feyiz aksettirir. Sen onu okumaz, mânâsını tedebbür etmezsen onun feyzinden mahrum kalırsın. Bu hakikati Allah Resûlü'nün şu beyânlarında apaçık görmekteyiz:
عن عاءشة عن النبي صلي الله عليه وسلم قال الذي يقرأ القرآن وهو ماهر مع السفرة الكرام البررة. والذي يقراه يتتعتع فيه و هوشاق فله اجران اثنان 'Kur'ân-ı Kerîm'i maharetle okuyan bir insan, Kirâmen Kâtibîn melekleri seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen fakat hâlis bir niyet ile okumaya çalışan, okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur'ân'ı okumak ona zor geldiği halde okuyan insana da iki sevap vardır.'[SUP][2][/SUP] Bu sevaplardan birincisi Kur'ân-ı Kerîm'i okuma mükâfatı, ikincisi de bu işi zorlukla yerine getirme mükâfatıdır.
Kur'ân bir hazine-i İlâhiye'dir. O, serâpâ hayırdır. Onu maharetle, şanına yaraşır bir şekilde okuduğun zaman meleklerin seviyesine yükselirsin. İşin mübtedisi bulunduğun ve güzel okuyamadığın takdirde de yine mahrum kalmaz, iki sevap alırsın.
Buharî ve Müslim'deki bir hadîs-i şerifiyle Allah Resûlü şöyle bir muvâzene yapıyor:
مثل المؤمن الذي يقرأ القرآن مثل الأترجة ريحها طيب وطمعها طيب مثل المؤمن الذي لايقرأ القرآن مثل الت مرة لاريح لها و طعمها حلو ومثل المنافق الذي يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مرّ ومثل المنافق الذي لايقرأ القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ Kur'ân okuyan mü'minin misâli turunçgillerden portakala benzer, tadı da güzeldir kokusu da güzeldir. Kur'ân okumayan mü'minin misâli de hurma gibidir. Kokusu yoktur fakat tadı lezzetlidir. Kur'ân okuyan münâfığın misâli, kokusu güzel fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur'ân okumayan münafığın misâli ise kokusu bulunmayan tadı da acı olan Ebû Cehil karpuzu gibidir.'[SUP][3][/SUP]
Allah Resûlü, Kur'ân okuyan mü'mini turunca benzetiyor. Mü'min Kur'ân okuyacak, zira Kur'ân okumadığı takdirde bilemediği hayat, düzen ve sistemleri onu inhiraf ettirir. Kur'ân'dan uzak kaldığı müddet ve zaman içinde bilmeyerek Allah'tan uzaklaşmış olabilir. Çünki, Kur'ân onu idare edici bir kitaptır. Allah Resûlü bir temsil içerisinde bize bunu anlatıyor.
'Kokusu da hoştur, tadı da hoştur.' İlk defa o iyi bir şey tatmış ve sinesine iyi bir şey indirmiştir. Ve güzel haliyle onu okuduğundan ötürü etrafa da bir koku sinmiştir. Etraf da bu kokunun tesirinde kalır.
Mekke, mü'minleri sinesinde barındırmaz hâle geldiği zaman, Hz. Ebu Bekir de barınamayanlar arasında bulunuyordu. Tıpkı kendisinden evvel giden arkadaşları gibi o da Habeşistan'a hicret etmeyi düşünmüştü. Yolda İbnü'd-Dağinne isimli bir müşrikle karşılaştı. İbnü'd-Dağinne sordu:
- Nereye ey Ebû Kuhafe'nin oğlu?
- Kavmim beni kovdu. Artık beni aralarında barındırmak istemiyorlar.
- Senin gibisi Mekke'den nasıl çıkarılır? Sen, fakirlerin imdadına koşar, dul kadınlara el uzatır, yetimlerin elinden tutarsın. Evet, senin gibi bir insanı Mekke'den çıkarmak, Mekke'yi senin gibi bir kıymetten mahrum etmektir. Gel benim himayeme gir, seni koruyayım.
Hz. Ebu Bekir, döner gelir, o da himayesine aldığını ilân eder. Ama Mekkeli müşrik, Hz. Ebû Bekir'e etrafıyla, havasıyla, Kur'ân'ıyla ne kadar dayanacak, bunu zaman gösterecekti. Hz. Ebu Bekir o müşriğin şartlarına uyarak evine çekilir. Orada kendi kendine Kur'ân okumaya başlar. Fakat bir müddet sonra bu ona az gelir. Zira Kur'ân'ın kokusunu burcu burcu etrafa duyurmak lâzımdır. Onun için pencerenin önüne cumba gibi bir şey yaptırır, çıkar orada namaz kılar, Kur'ân okur. Hz. Ebû Bekir gözü yaşlı bir insandı. 'Allah' dediği an ağlamaya başlar, hıçkırıklarını tutamaz ve namaz kılarken de içinde boyunduruklar dönüyor gibi namaz kılardı. O cumbasında ibadet ededursun; kadın erkek, çoluk çocuk ne kadar gözü dönmüş insan varsa halkalar halinde Hz. Ebû Bekir'in cumbasının etrafını sararlar ve o, Kur'ân okuyup kendinden geçerken müşrikler de onu dinleyip şirâzeden çıkarlar. O güzel hâl, burcu burcu etrafa koku saçarken Hz. Muhammed'in (sav) halkası genişlemektedir. Zaten müşrikleri de şîrâzeden çıkaran budur. İbnü'd-Dağinne'ye müracaat ederler ve: 'Bunu himâyenden at. Yoksa senin himâyende bulunan bir kimse hakkındaki himâyeni bozacak davranışta bulunacağız. Sonra halk senin için dedikodu etmesin' derler. O, Hz. Ebû Bekir'e Kur'ân okumaktan vazgeçmesini söyler. Hz. Ebû Bekir cevaben: 'Ben nasıl olur da Kur'ân okumaktan vazgeçerim. Bu Allah'ın kelâmıdır. Bu kelâm insanlara duyurulsun diye indirilmiştir. Vallahi sen beni himâyenden atsan da ben Allah'ın himâyesinde bu işe devam edeceğim'[SUP][4][/SUP] der.
Kur'ân turunç gibi tatlıdır. Bu tadı tadan ona âşık olur. Kur'ân'ın bir de kokusu vardır... Kim o kokuyu duysa meczûb mevlevî gibi Kur'ân'ın etrafında pervaz etmeye başlar. İşte bu, gerçek mü'minin hâlidir. Kur'ân, onun ruhunda, kalbinde ve ağzında böyle en güzel mânâsını bulmuş olur.
Kur'ân okumayan mü'mine gelince:
مثل المؤمن الذي لايقرأ القرآن مثل التمرة لاريح لها وطعمها حلو 'Kur'ân okumayan mü'min de hurma gibidir. O'nun kokusu yoktur fakat tadı vardır, tatlıdır.' Böyle bir mü'min imanın tadını tatmasına ve Kur'ân'ın halâvetine ermesine rağmen, Kur'ân'ı okumadığından dolayı etrafa tesir edemez ve çevresi Kur'ân'ın o güzel kokusundan müstefîd olamaz. Bu sebeple Kur'ân mahsûr kalır. O, mü'mindir, fakat Kur'ân'ı Mu'cizü'l-Beyân'ın kokusunu, etrafa neşredeceği envârı sınırlandırmış ve had altına almıştır. İşte bu da Kur'ân okumayan onun hakâik ve dekâikine bağlanmayan ve Kur'ân'ı neşretmeyen, anlayışı kısır mü'minin misâlidir. Allah Resûlü devam ediyor:
ومثل المنافق الذي يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مر 'Kur'ân okuyan münafığa gelince o, kokusu güzel ama tadı acı olan fesleğen gibidir. Kokusu güzeldir ama tadı can yakıcı acılıktadır.'
ومثل المنافق الذي لايقرأ القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ 'Kur'ân okumayan münafık ve iki yüzlünün misaline gelince o da Ebu Cehil karpuzu gibidir. Hiçbir kokusu yoktur. Tadı da çok acıdır.'
Ortada Kur'ân hakikatı gibi büyük bir hakikat var. Ona karşı bir kısım vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece onu muhafazadan ibaret değildir. Belki bu lüzumludur, fakat zarftan ziyade mazrufa saygılı olmak lâzımdır. Kur'ân'ı bir kılıfa koyup evimizin en seçkin köşesine asmakla Kur'ân'a karşı saygılı olma vazifesini yapmış olamayız. Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç okumadan bir tarafta mı saklarsınız, yoksa hükümdar ne istiyor deyip mektubu hassasiyetle açıp gayet dikkatle okur musunuz? İşte hükümdarlar hükümdarı, Mâlikü'l-Mülk olan Hazreti Allah, size, bir nâme göndermiş, öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde, sizin hem dünyanızla hem de ahiretinizle alâkalı meseleler vardır. Siz bunu alsanız ta'zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz?
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, hayatınızı nizam altına almak için size tekrîmen gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ 'Andolsun ki biz, insanı çok şerefli yarattık' (İsrâ, 17/70) buyurmaktadır.
Evet, bizler Kur'ân-ı Kerim'le tekrim edildik. Zirâ Kur'ân'sızlara Allah كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ 'Onlar emekleyen hayvanlar gibi, belki onlardan daha aşağıdır' diyor (Furkan, 25/44). Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihraz etmiyor; senin şerefinin içinde, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'a sahip çıkışının hissesi çok büyüktür.
بَنِي آدَمَ وَلَقَدْ كَرَّمْنَاُّ 'Andolsun ki biz insanı çok şerefli yarattık' diyen Allah (cc), Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'la sana değer verdiğini anlatmış oluyor.
Yine Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:
الجاهر في القرأن كالجاهر في الصدقةوالمسر في القرأن كالمسر في الصدقة 'Kur'ân-ı Kerîm'i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir. Kur'ân-ı Kerîm'i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.' [SUP][5][/SUP] Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirak etmesi kastedilir, aynen öyle de: Açıktan okunan Kur'ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur'ân'la baş başa kalmak da, sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur'ân içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur'ân'da bir yer bulmaya çalışır. Bir mü'min için Kur'ân'da yer aramak ve kendini Kur'ân'a göre ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü'mindir. Ömer b. Abdülaziz ve Muhammed ibn Ka'bu'l-Kurazî ve daha niceleri, Kur'ân'ı hep bu eda içinde sabahlara kadar tilâvet etmiş ve Kur'ân'ın hakiki mânâ ve derinliğine ancak böylece ermişlerdir.
İçten, samimi ve güzel bir edâ ile okunan Kur'ân, insanın rûh, kalp ve hissiyatına hayat bahşeder. Bilhassa Efendimiz'in (sav) fem-i güher-i mübâreklerinden dökülüyor gibi Kur'ân'ı dinlemek insanı sonsuz huzura garkeder. Bir derece üste çıkarak Cibril'e misafir olma ve bizzat Kur'ân'ı O'ndan dinleme havası, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün bunların verâsında Kur'ân'ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi ona muhatap olmak, -kalbin buna tahammülü var mı bilemem- insanı adeta semavîleştirir.
 

Nesl-i Cedid

Well-known member
Sonsuz Mûsîki

Fukahâdan bazıları, Kur'ân'ın, tegannî ve makam ile okunmasını tecviz etmemişlerdir. Tâbiînin büyük imamı Said b. Müseyyeb, Haccâc'ın şehit ettiği büyük mücahit Said b. Cübeyr, yine bu altın çağın önde gelenlerinden İmam Nehâî ve büyük müfessir İbn-i Sîrîn, hep bu görüştedirler. İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel de bu görüşü paylaşanlardandır. Ancak, meseleyi, insanın mûsikî ihtiyacını tatmin etmesi yönünden ele alıp değerlendirmek ve bu mevzuda verilecek hükmü bu esasa göre vermek, herhalde her seviyedeki insanın, her türlü ihtiyacını nazara alan dinin rûhuna daha muvafık olacaktır.
Buhârî ve Müslim'de geçen bir hadîste, Allah Resûlü'nün Ebû Musa el-Eş'ârî'nin evinin önünden geçerken onun güzel bir ses ve nağme ile Kur'an okuduğunu duyduğu ve 'Davûd'un Mizmârı' tâbiriyle bu hareketi taltif ettiği, anlatılmaktadır.[SUP][1][/SUP]
İyi bir edâ, tatlı bir sadâ ve hâlis bir niyetle okunan Kur'ân-ı Kerîm, başkalarının da Kur'ân'ı sevmesine vesile olacağı için bizzat Allah Resûlü tarafından teşvik görmüştür.
Hâkim'in çeşitli tariklerle Hz. Berâ'dan rivayet ettiği ve Ebû Dâvud'un da aynı sahabeden naklettiği bir hadis-i şerif'te Allah Resûlü: بزَينوُا القُرْآنَ بِأَصْواتَكُم 'Kur'ân-ı Kerîm'i seslerinizle tezyin edin'[SUP][2][/SUP] buyurmaktadır.
İbn Mes'ud (ra) anlatıyor: 'Bir gün Allah Resûlü yanıma geldi ve: 'Bana bir Kur'ân oku da dinleyeyim' dedi. Ben de: 'Ya Resûlallah, Kur'ân sana nâzil olurken ben sana nasıl Kur'ân okurum?' dedim. Allah Resûlü: 'Ben başkasından Kur'ân dinlemeyi severim' buyurdu. Bunun üzerine Nisâ sûresini okumaya başladım. Nihayet: فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا (Nisa,4/41) âyetine gelince: 'Yeter! Yeter!' buyurdu. Sustu. Baktım ki Allah Resûlü gözleri dolu ağlıyor. Âdetâ İbn Mes'ud'un okuduğu âyetler onu halsiz bırakmıştı. Belki birkaç âyet daha okusa idi Allah Resûlü eriyip gidecekti.'[SUP][3][/SUP]
Kur'ân hüzünle nâzil oldu. O, mahzun ve münkesir bir kalple okunmalıdır. Şu vahşet sahrasında, imkânları kısır, kudreti az ve acz ü fakr içinde yuvarlanan insan, Hablü'l-Metin olan Kur'ân-ı Kerîm'e tutunursa insanlık semâsına yükselecek, evc-i kemâle çıkacak, şu girdaptan, çölün şu boğucu havasından ve yalnızlık vahşetinden kurtulacaktır. İşte Kur'ân insana bu his ve bu havayı verir. Bu itibarla Kur'ân okurken böyle bir hava içinde okunmaya çalışılmalıdır. Bu ise, mânâsına nüfûz nisbetinde olur. İnsan, onun mânâsına nüfûz edemezse, hele ilâhî maksadı düşünmezse çok defa Kur'ân'ın derinliklerine açılamaz ve Kur'ân da onun sinesinde te'sir icra etmez.
Sahabe-i kirâm, tâbiîn-i izâm hazerâtı, Kur'ân'ın bir hakikati adına çöller kateder ve onu öğrenmeye çalışırlardı. İmâm-ı Şâfiî Hazretleri bu hususta Mesrûk İbn-i Ecdâ Hazretleri'nin başından geçen bir hâdiseyi anlatıyor: 'Mesrûk, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden birisinin tefsirinde tereddüt ediyordu. Âyetin mânâsını tam öğrenebilmek için Medine'den Basra'ya gitti. Soru soracağı şahsın Basra'dan ayrılıp Şam'a gitmiş olduğunu öğrendi. Bunun üzerine oyalanmaksızın Şam'a doğru yola çıktı...'
Şimdi sizler bir düşünün, hızlı nakil vasıtalarının olmadığı, yolculukların çok güç şartlar altında, sadece deve ya da atlarla yapıldığı sıcak kumistan ve çöllerde, Mesrûk gibi yüce bir kâmet bir tek âyetin tefsirini öğrenebilmek için tehlikeli sayılabilecek uzun yolculukları göze alıyor, aradığı zâtı bulamayınca da ikinci bir yolculuğu göze almaktan çekinmiyordu.
İbn-i Abbas'ın talebelerinden büyük müfessir İkrime: 'Ben, بوَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِراً إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُفَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلى اللّهِ 'Kim Allah ve Resûlü için göç etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah'a düşer' (Nisa, 4/100) âyetinde anlatılan şahsın adını tam ondört sene araştırdım' diyor. Âyette ismi zikredilmeyen bu şahıs acaba kimdir? İkrime Hazretlerinin, bu şahsın ismini öğrenmek için bu kadar gayret göstermesinin sebebi hiç şüphesiz, onun, hayat-ı içtimâiyedeki mevkiinin ve karakterinin, âyetin tefsirine ışık tutacağı düşüncesidir. İşte İkrime ondört sene bu şahsı araştırmış ve sonunda onun Semure bin Habib olduğunu öğrenmiştir.
İbn-i Abbas da başından geçen bir hâdiseyi şöyle nakleder:
إِن تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا وَإِن تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلَاهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلَائِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ
'Eğer ikiniz Allah'a tevbe ederseniz, kalbiniz gerçekten (tevbeyi gerektiren bir duruma) yönelmişti (tevbe etmeniz gerekir). Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka olursanız (bilin ki) onun dostu ve yardımcısı Allah, Cibril ve mü'minlerin iyileridir. Bunun ardından melekler de ona arkadır.' (Tahrim, 66/4) İşte bu âyet-i kerîmede anlatılan iki kadının Allah Resûlü aleyhinde anlaşma gibi bir vaziyete girmeleri zihnimde istifham meydana getirmişti. Meseleyi Hz. Ömer'den öğrenebi-lirdim. Ancak mehâbetinden dolayı yanına sokulup bunu bir türlü ona soramıyordum. Her nasılsa bir gün fırsatını buldum. Hz. Ömer'i müsait bir pozisyonda yakaladım ve:
- Ey mü'minlerin Emîri! Bu âyet-i kerimede anlatılan kadınlar kimlerdir? dedim.
- Hz. Âişe ve Hz. Hafsa, diye cevap verdi.
Daha bunlar gibi binlerce misal verilebilir.... Sahabe ve tabiûn, Kur'ân-ı Kerîm'in bir hakikatini tam kavrayabilmek için, günlerce, haftalarca, aylarca, hatta senelerce bu hakikatin arkasından koşuyor, onu bulacağı âna kadar durup dinlenme bilmiyordu.
Kur'ân-ı Kerîm yirmi üç senede nâzil oldu. Nâzil olurken bazen kemik parçalarına, bazen kabuğu soyulmuş hurma ağaçlarının tahtalarına, bazen de o günün iptidai kâğıtlarına yazılıyordu. Ayrıca o devirde, nâzil olan her âyeti ânında ezberlemek suretiyle Kur'ân'ın tamamını ezberleyen de pek çoktu. İbn-i Mes'ud, Zeyd bin Sabit, Übey bin Ka'b, Hz. Osman ve daha yüzlercesi Kur'ân'ın tamamını ezberlemişlerdi. Bir âyet nâzil olduğu zaman, Allah Resûlü vahyen: 'Bu âyet falan sûrenin şu âyetidir' derdi. Onlar du bu âyeti oraya kor, ona göre ezberlerlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'in sûreleri de yine vahyen sıralanmıştır. Aynı zamanda eşsiz mu'cizeler menbâı bu ilâhî kelâm sahabenin sadrında, elindeki kâğıtta, hurma ağacında veya kemikler üzerinde yazılı ve mahfuz bulunuyordu. Yemâme Harbi'nde Kurrâ denilen hâfızlardan pek çoğu şehit olunca Hz. Ömer ciddi bir endişeye kapıldı. Bir gün bu endişesini Hz. Ebû Bekir'e şöyle açıkladı:
- Ey Allah'ın Peygamberi'nin halifesi, Yemâme'de şu kadar Kur'ân hâfızı şehit oldu. Eğer önümüze çıkan birkaç vak'âda, bir kısmı daha şehit olursa, Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını bilen hafızlar kalmayacağından ve Allah Kelâmı'nın unutulacağından endişe ediyorum.
- Ya Ömer ne yapmamı istiyorsun?
- Kur'ân-ı Kerîm'i toplayıp bir araya getirelim ve hemen yazalım. Kur'ân'ı hâfızların kafalarına bırakmayalım. Yoksa onlar ölür gider. Kur'ân-ı Kerîm de zâyi olur.
Hz. Ebû Bekir ise meselenin hassasiyeti karşısında tir tir titriyordu. 'Ben Allah'ı kendi adıma ve hesabıma konuşturursam, hangi yer beni taşır, hangi gök beni gölgelendirir' diyen Hz. Ebû Bekir, bu teklif karşısında irkilmiş ve birdenbire, arslan gibi kükreyerek: 'Ya Ömer, bana neyi teklif ediyorsun? Resûlullah devrinde yapıl-mayan bir şeyi bana nasıl teklif edebilirsin?' demişti.
Hz. Ömer uzun uzun işin ehemmiyet ve nezaketini anlattı. Hz. Ebû Bekir sonrasını şöyle anlatıyor: 'Vallahi Ömer bu mevzuda isabetli imiş. Allah benim kalbime de inşirah verdi. Artık benim kalbim de bu işe yatmıştı. Anladım ki, Kur'ân-ı Kerîm'in muhakkak cem'edilmesi lâzım!'
Bu işi kim yapacaktı? Beraberce düşündüler ve Zeyd bin Sâbit'te karar kıldılar. Zeyd (ra), Resûl-i Ekrem'in, Kur'ân'ına itimat ettiği hâfızlardandı. Zeyd bin Sâbit (ra) anlatıyor: 'Halife beni çağırmıştı. Yanında Ömer (ra) başını aşağıya eğmiş bekliyordu. Halife, bana Kur'ân'ı cem'etme teklifinde bulundu. Bu teklif karşısında irkildim, ürktüm. 'Bana, Allah Resûlü'nün devrinde yapılmayan bir şeyi teklif etmeyin' dedim. Nihâyet Ebû Bekir işin ciddiyeti ve lüzumunu anlattı. Bu mesele benim de içime yattı ve meselenin lüzumuna ben de inandım.'
Hz. Ebû Bekir, bütün hâfızları toplayıp bir araya getirdi. Herkesin yanındaki Kur'ân bölümleri bir araya getirildi ve şûrâya sunuldu. Çalışmaların sonunda toplanıp, yazılan Kur'ân'da cumhur ittifak ettiler. Kur'ân'ın sıralanı-şı, âyet ve âyetlerin sıralanışı, sahâbenin ittifakı ile tevâtü-ren vukû buldu.
Hz. Osman'ın hilafeti zamanında kıraatlerin ihtilâfından dolayı tereddüt hâsıl oldu. Resûl-ü Ekrem bir hadîslerinde: إنَّ هذا القُرْآن أنزلَ عَلي سبْعَةِ أحْرُف 'Kur'ân yedi harf üzerine nâzil oldu'[SUP][4][/SUP] buyurmuştu. Bu yedi harf keyfiyeti ne olursa olsun kelimelerin değişik şekillerde, kabile fonetiğine ve mahariç anlayışına göre okunması veya Kur'ân-ı Kerîm'in içindeki emir, nehy, vaad, vaid, lehçe, şive, edâ veya daha başka şeyler...
Kur'ân-ı Kerîm'in bu vecihlerle okunması Müslümanlar arasında birtakım ihtilafların doğmasına sebep oldu. Bunun üzerine Huzeyfe (ra), Hz. Osman'a (ra) müracaat ederek; 'Müslümanlar arasında ciddi bir ihtilaftan endişe ediyorum. Kur'ân'ın nüshalarını çoğaltıp, bunları çeşitli mıntıkalara gönderelim, halk ihtilafa düşmesin' dedi. Hz. Osman da Zeyd bin Sabit, Abdullah bin Zübeyr ve İbn-i As'dan müteşekkil bir heyet oluşturdu. Kur'ân-ı Kerîm de bu heyet tarafından yazıldı ve yedi adet nüsha meydana getirildi. Çoğaltılan bu nüshalar Hz. Ebû Bekir zamanında yazılan Kur'ân'ın aynısıydı. Nüshalar çeşitli İslâm memleketlerine gönderildi.[SUP][5][/SUP] O günden bugüne Kur'ân-ı Kerîm aynı şekliyle muhafaza edilmektedir. Esasen Allah (cc) şu âyet-i kerimede de belirttiği üzere, onu teminat altına almıştır: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ 'Kur'ân'ı biz indirdik, andolsun ki onu muhafaza edecek biziz.' (Hicr,15/9).
Allah Kur'ân'ı kıyâmete kadar devam ettirecektir. Biz Kur'ân'a sahip çıkarsak Kur'ân bizimle devam eder. Böylece hanemiz ve memleketimiz onun nûruyla aydınlanır. Evet, onu başımıza tâç yapıp koyabilsek, bütün insanlığın başına tâç olma mazhariyetine erebiliriz.
 


Bu alana bir cevap yazın...
Üst