Konuya cevap cer

Giriş


  بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيم*لَوْ أَنزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ  عَلَى جَبَلٍ لَّرَأَيْتَهُ خَاشِعاً مُّتَصَدِّعاً مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ  وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُون

  'Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu, baş  eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri, düşünsünler diye  insanlara veriyoruz'. (Haşir, 59/21)

Yani, Kur'ân, ilâhî hitaba  muhâtap olabilecek kabiliyette yaratılmış olan ve ahsen-i takvim sırrına  mazhar kılınan insana indirilmiş bir kelâm-ı ezelîdir. Evet, o insana  indirilmiştir. Şayet, büyüklük ve azameti nazara alınarak, Kur'ân,  insana değil de dağlara indirilmiş olsaydı, dağların paramparça olduğunu  görürdün. Allah'a karşı duyduğu haşyetinden dolayı dağlar bu hâle  gelirdi; gel gör ki insan, kalp ve kafasını O'ndan uzak tuttuğu için  Kur'ân bu şekilde müessir olamamaktadır. Hislerini Kur'ân'a karşı  yabanileştiren his, fikir ve kalp âleminde, o ilâhî hitâba yer ayırmayan  insan elbette Kur'ân'dan nasipsizdir.

Gavvas olana Kur'ân

 Mücevher dolu umman

 Nasipsizdir Kur'ân'dan

 Her müstağni davranan.

Kur'ân  bir kitaptır. Cenâb-ı Hakk, onu azametiyle, insanların maslahatlarına  cevap verecek şekilde indirmiştir. Hem Kur'ân çok bereketli bir  kitaptır. Mübarektir, kudsîdir. Kudsiyet ve ulviyetinde eşi yoktur.  Kur'ân, bereketin tâ kendisidir.

İnsanlar onun emirlerine ittiba  ettikleri zaman hayatları bereketlenir, milletlerin üstüne çıkarlar. Ve  hayatın bütün sahaları, bu ittiba ile yeşillenir, kendisine ait  filizleri vererek dünyayı cennet haline getirir.

Bütün bunları  tedebbür ve tefekkür etmemiz için gönderilen Kur'ân-ı Kerîm, devamlı ve  ısrarlı bir beyin sancısıyla, her an ve her zaman düşünülmeli, her  devrin ihtiyacı olan hususlar Kur'ân'dan böyle bir cehd ve gay-retle  istinbat edilmelidir. Başka türlü de Kur'ân'ı anlamak mümkün değildir.

İşte bütün bu hususlara işaretle Cenâb-ı Hakk:

 كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ  '(Bu Kur'ân) çok mübârek bir Kitap'tır. Onu sana indirdik ki âyetlerini  düşünsünler ve akl-ı selim sâhipleri öğüt alsınlar' (Sâd, 38/29).  Âyette geçen  لِيَدَّبَّرُوا  tâbiri, bir şeyi evire çevire ele alma, baştan sona, sondan başa gelip  giderek teker teker düşünme mânâsına gelir. Ve işte Kur'ân böyle bir  tedebbürle incelenmelidir... Ayrıca akıl sahipleri, Kur'ân'dan istifade  ile daha ince hakikatları bulup keşfederek, büyük ve derin mânâlara, bu  tefekkür sayesinde nüfuz edecektir ki, âyette  أُوْلُوا الْأَلْبَابِ وَلِيَتَذَكَّر denilmiştir. Bir başka âyette de şöyle buyuruluyor:

 أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَن لَّن يُخْرِجَ اللَّهُ أَضْغَانَهُمْ  'Yoksa kalplerinde hastalık olanlar, Allah kendilerinin (Peygambere ve  mü'minlere karşı güttükleri) kinlerini ortaya çıkarmayacak mı sandılar?'  (Muhammed, 47/29). Kur'ân herşeyi çok açık ve vâzıh gösterdiği halde  niçin Kur'ân'ı tedebbür edip düşünmüyorlar? Kaldı ki, Kur'ân'ı okuyup da  (bir insanın) Allah yoluna girmemesi düşünülemez.

 أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا  'Yoksa onların kalplerinde kilit mi vardır? Yoksa kalpleri mühürlenip  kapanmış mıdır ki, onların kalplerine Kur'ân hakikatları nâmına birşey  girmiyor?' (Muhammed, 47/24).

Kur'ân, hayatın hayatıdır. İnsan  hayatının hayırlı, mü-teyemmin ve mübârek olması, Kur'ân-ı Kerîm'i  hayatına düstur yaptığı nisbette olur. Kur'ân'dan uzak bir hayat  uğursuzdur, bereketsizdir. Kur'ân'dan uzak bir milletin hayatında  dedikodu, keşmekeşlik ve uzaklığın çapına göre anarşi vardır.

Allah Resûlü bir hadis-i şeriflerinde:خيركم من تعلم القران وعلمه

'Sizin en hayırlınız, Kur'ân'ı (hakâik ve dekâikine inerek) öğrenip sonra da başkalarına anlatandır.'[SUP][1][/SUP]  En hayırlı olmak istiyorsak, Kur'ân'ı anlayıp anlatmaya çalışmalı ve bu  hususta yazılmış tefsirleri karıştırmalı, onun hakâik ve dekâikinin  içine girmeye gayret etmeliyiz. Tâ Kur'ân'a sahip çıkmış olduğumuzu  âleme göstermiş olalım... Yoksa yine Kur'ân-ı Kerîm'in ifade ettiği  gibi, öyle kenarından kenarından tutan kimselerin Kur'ân-ı Kerîm'in  nûrundan ve feyzinden gerektiği kadar istifade etmeleri düşünülemez.

Burada  kalbim titreyerek şu tâbiri kullanacağım: 'Kur'ân beni mâzûr görsün'  Kur'ân, kendisine samimi âşık olmayanlara kıskançtır, onlara birşey  vermez. Sen bütün gönlünle, hissinle Kur'ân'ın mecnûnu olur, ona  yönelirsen o da sana teveccüh edecektir. Aksi halde sen Kur'ân-ı  Kerîm'in ucundan ucundan tuttuğun müddetçe Kur'ân sana sırlarını  açmayacaktır. Zira bu kelâm-ı İlâhî, kendisine bütün benliğiyle teveccüh  eden âşık gönüllere nûr ve feyiz aksettirir. Sen onu okumaz, mânâsını  tedebbür etmezsen onun feyzinden mahrum kalırsın. Bu hakikati Allah  Resûlü'nün şu beyânlarında apaçık görmekteyiz:

  عن عاءشة عن النبي صلي الله عليه وسلم قال الذي يقرأ القرآن وهو ماهر مع  السفرة الكرام البررة. والذي يقراه يتتعتع فيه و هوشاق فله اجران اثنان  'Kur'ân-ı Kerîm'i maharetle okuyan bir insan, Kirâmen Kâtibîn melekleri  seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen fakat hâlis bir niyet ile  okumaya çalışan, okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur'ân'ı okumak  ona zor geldiği halde okuyan insana da iki sevap vardır.'[SUP][2][/SUP] Bu sevaplardan birincisi Kur'ân-ı Kerîm'i okuma mükâfatı, ikincisi de bu işi zorlukla yerine getirme mükâfatıdır.

Kur'ân  bir hazine-i İlâhiye'dir. O, serâpâ hayırdır. Onu maharetle, şanına  yaraşır bir şekilde okuduğun zaman meleklerin seviyesine yükselirsin.  İşin mübtedisi bulunduğun ve güzel okuyamadığın takdirde de yine mahrum  kalmaz, iki sevap alırsın.

Buharî ve Müslim'deki bir hadîs-i şerifiyle Allah Resûlü şöyle bir muvâzene yapıyor:

  مثل المؤمن الذي يقرأ القرآن مثل الأترجة ريحها طيب وطمعها طيب مثل المؤمن  الذي لايقرأ القرآن مثل الت مرة لاريح لها و طعمها حلو ومثل المنافق الذي  يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مرّ ومثل المنافق الذي لايقرأ  القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ Kur'ân okuyan  mü'minin misâli turunçgillerden portakala benzer, tadı da güzeldir  kokusu da güzeldir. Kur'ân okumayan mü'minin misâli de hurma gibidir.  Kokusu yoktur fakat tadı lezzetlidir. Kur'ân okuyan münâfığın misâli,  kokusu güzel fakat tadı acı olan fesleğen gibidir. Kur'ân okumayan  münafığın misâli ise kokusu bulunmayan tadı da acı olan Ebû Cehil  karpuzu gibidir.'[SUP][3][/SUP]

Allah Resûlü, Kur'ân okuyan  mü'mini turunca benzetiyor. Mü'min Kur'ân okuyacak, zira Kur'ân  okumadığı takdirde bilemediği hayat, düzen ve sistemleri onu inhiraf  ettirir. Kur'ân'dan uzak kaldığı müddet ve zaman içinde bilmeyerek  Allah'tan uzaklaşmış olabilir. Çünki, Kur'ân onu idare edici bir  kitaptır. Allah Resûlü bir temsil içerisinde bize bunu anlatıyor.

'Kokusu  da hoştur, tadı da hoştur.' İlk defa o iyi bir şey tatmış ve sinesine  iyi bir şey indirmiştir. Ve güzel haliyle onu okuduğundan ötürü etrafa  da bir koku sinmiştir. Etraf da bu kokunun tesirinde kalır.

Mekke,  mü'minleri sinesinde barındırmaz hâle geldiği zaman, Hz. Ebu Bekir de  barınamayanlar arasında bulunuyordu. Tıpkı kendisinden evvel giden  arkadaşları gibi o da Habeşistan'a hicret etmeyi düşünmüştü. Yolda  İbnü'd-Dağinne isimli bir müşrikle karşılaştı. İbnü'd-Dağinne sordu:

- Nereye ey Ebû Kuhafe'nin oğlu?

- Kavmim beni kovdu. Artık beni aralarında barındırmak istemiyorlar.

-  Senin gibisi Mekke'den nasıl çıkarılır? Sen, fakirlerin imdadına koşar,  dul kadınlara el uzatır, yetimlerin elinden tutarsın. Evet, senin gibi  bir insanı Mekke'den çıkarmak, Mekke'yi senin gibi bir kıymetten mahrum  etmektir. Gel benim himayeme gir, seni koruyayım.

Hz. Ebu Bekir,  döner gelir, o da himayesine aldığını ilân eder. Ama Mekkeli müşrik, Hz.  Ebû Bekir'e etrafıyla, havasıyla, Kur'ân'ıyla ne kadar dayanacak, bunu  zaman gösterecekti. Hz. Ebu Bekir o müşriğin şartlarına uyarak evine  çekilir. Orada kendi kendine Kur'ân okumaya başlar. Fakat bir müddet  sonra bu ona az gelir. Zira Kur'ân'ın kokusunu burcu burcu etrafa  duyurmak lâzımdır. Onun için pencerenin önüne cumba gibi bir şey  yaptırır, çıkar orada namaz kılar, Kur'ân okur. Hz. Ebû Bekir gözü yaşlı  bir insandı. 'Allah' dediği an ağlamaya başlar, hıçkırıklarını tutamaz  ve namaz kılarken de içinde boyunduruklar dönüyor gibi namaz kılardı. O  cumbasında ibadet ededursun; kadın erkek, çoluk çocuk ne kadar gözü  dönmüş insan varsa halkalar halinde Hz. Ebû Bekir'in cumbasının etrafını  sararlar ve o, Kur'ân okuyup kendinden geçerken müşrikler de onu  dinleyip şirâzeden çıkarlar. O güzel hâl, burcu burcu etrafa koku  saçarken Hz. Muhammed'in (sav) halkası genişlemektedir. Zaten müşrikleri  de şîrâzeden çıkaran budur. İbnü'd-Dağinne'ye müracaat ederler ve:  'Bunu himâyenden at. Yoksa senin himâyende bulunan bir kimse hakkındaki  himâyeni bozacak davranışta bulunacağız. Sonra halk senin için dedikodu  etmesin' derler. O, Hz. Ebû Bekir'e Kur'ân okumaktan vazgeçmesini  söyler. Hz. Ebû Bekir cevaben: 'Ben nasıl olur da Kur'ân okumaktan  vazgeçerim. Bu Allah'ın kelâmıdır. Bu kelâm insanlara duyurulsun diye  indirilmiştir. Vallahi sen beni himâyenden atsan da ben Allah'ın  himâyesinde bu işe devam edeceğim'[SUP][4][/SUP] der.

Kur'ân  turunç gibi tatlıdır. Bu tadı tadan ona âşık olur. Kur'ân'ın bir de  kokusu vardır... Kim o kokuyu duysa meczûb mevlevî gibi Kur'ân'ın  etrafında pervaz etmeye başlar. İşte bu, gerçek mü'minin hâlidir.  Kur'ân, onun ruhunda, kalbinde ve ağzında böyle en güzel mânâsını bulmuş  olur.

Kur'ân okumayan mü'mine gelince:

 مثل المؤمن الذي لايقرأ القرآن مثل التمرة لاريح لها وطعمها حلو  'Kur'ân okumayan mü'min de hurma gibidir. O'nun kokusu yoktur fakat  tadı vardır, tatlıdır.' Böyle bir mü'min imanın tadını tatmasına ve  Kur'ân'ın halâvetine ermesine rağmen, Kur'ân'ı okumadığından dolayı  etrafa tesir edemez ve çevresi Kur'ân'ın o güzel kokusundan müstefîd  olamaz. Bu sebeple Kur'ân mahsûr kalır. O, mü'mindir, fakat Kur'ân'ı  Mu'cizü'l-Beyân'ın kokusunu, etrafa neşredeceği envârı sınırlandırmış ve  had altına almıştır. İşte bu da Kur'ân okumayan onun hakâik ve  dekâikine bağlanmayan ve Kur'ân'ı neşretmeyen, anlayışı kısır mü'minin  misâlidir. Allah Resûlü devam ediyor:

 ومثل المنافق الذي يقرأ القرأن مثل الريحانة ريحها طيب وطعمها مر  'Kur'ân okuyan münafığa gelince o, kokusu güzel ama tadı acı olan  fesleğen gibidir. Kokusu güzeldir ama tadı can yakıcı acılıktadır.'

 ومثل المنافق الذي لايقرأ القرآن كمثل الحنظالة ليس لها ريح وطعمها مرّ  'Kur'ân okumayan münafık ve iki yüzlünün misaline gelince o da Ebu  Cehil karpuzu gibidir. Hiçbir kokusu yoktur. Tadı da çok acıdır.'

Ortada  Kur'ân hakikatı gibi büyük bir hakikat var. Ona karşı bir kısım  vazifelerle mükellefiz. Ama mükellefiyetimiz sadece onu muhafazadan  ibaret değildir. Belki bu lüzumludur, fakat zarftan ziyade mazrufa  saygılı olmak lâzımdır. Kur'ân'ı bir kılıfa koyup evimizin en seçkin  köşesine asmakla Kur'ân'a karşı saygılı olma vazifesini yapmış olamayız.  Size hükümdardan bir mektup gelse, o mektubu öpüp başınıza koyup, hiç  okumadan bir tarafta mı saklarsınız, yoksa hükümdar ne istiyor deyip  mektubu hassasiyetle açıp gayet dikkatle okur musunuz? İşte hükümdarlar  hükümdarı, Mâlikü'l-Mülk olan Hazreti Allah, size, bir nâme göndermiş,  öyle bir nâme ki sizin için hayâtî ehemmiyeti hâizdir ve onun içinde,  sizin hem dünyanızla hem de ahiretinizle alâkalı meseleler vardır. Siz  bunu alsanız ta'zîm ile öpüp başınıza koysanız, sonra da kaldırıp rafa  yerleştirseniz, acaba o Hükümdarı memnun etmiş olur musunuz?

Kur'ân-ı  Mu'cizü'l-Beyân, hayatınızı nizam altına almak için size tekrîmen  gönderilmiş bir nâme-i hümâyundur. Allah (cc) gönderdiği bu nâmede  وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ 'Andolsun ki biz, insanı çok şerefli yarattık' (İsrâ, 17/70) buyurmaktadır.

Evet, bizler Kur'ân-ı Kerim'le tekrim edildik. Zirâ Kur'ân'sızlara Allah  كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ  'Onlar emekleyen hayvanlar gibi, belki onlardan daha aşağıdır' diyor  (Furkan, 25/44). Demek ki mücerred insanlık o şerefi ihraz etmiyor;  senin şerefinin içinde, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân'a sahip çıkışının  hissesi çok büyüktür.

 بَنِي آدَمَ وَلَقَدْ كَرَّمْنَاُّ 'Andolsun  ki biz insanı çok şerefli yarattık' diyen Allah (cc), Kur'ân-ı  Mu'cizü'l-Beyan'la sana değer verdiğini anlatmış oluyor.

Yine Allah Resûlü bu mevzûda başka bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor:

 الجاهر في القرأن كالجاهر في الصدقةوالمسر في القرأن كالمسر في الصدقة  'Kur'ân-ı Kerîm'i açıktan açığa ilân eden ve onu bütün insanlığa  duyurma maksadıyla okuyan insan, sadakayı açıktan açığa veren gibidir.  Kur'ân-ı Kerîm'i gizli okuyan da sadakayı gizli veren gibidir.' [SUP][5][/SUP]  Nasılki, açıktan açığa sadaka ve zekât verilirken başkasını da teşvik  düşünülür ve bu yarışmaya herkesin iştirak etmesi kastedilir, aynen öyle  de: Açıktan okunan Kur'ân ile, başkalarının da bu işe sahip çıkması  teşvik edilmektedir. Gecenin karanlığında Kur'ân'la baş başa kalmak da,  sadakayı gizli vermek gibidir. İnsan yakaladığı bu gizlilikte, Kur'ân  içindeki yerini araştırır ve kendisine Kur'ân'da bir yer bulmaya  çalışır. Bir mü'min için Kur'ân'da yer aramak ve kendini Kur'ân'a göre  ayarlamak çok mühimdir. Mühimdir, çünkü insan bu ölçüde mü'mindir. Ömer  b. Abdülaziz ve Muhammed ibn Ka'bu'l-Kurazî ve daha niceleri, Kur'ân'ı  hep bu eda içinde sabahlara kadar tilâvet etmiş ve Kur'ân'ın hakiki mânâ  ve derinliğine ancak böylece ermişlerdir.

İçten, samimi ve güzel  bir edâ ile okunan Kur'ân, insanın rûh, kalp ve hissiyatına hayat  bahşeder. Bilhassa Efendimiz'in (sav) fem-i güher-i mübâreklerinden  dökülüyor gibi Kur'ân'ı dinlemek insanı sonsuz huzura garkeder. Bir  derece üste çıkarak Cibril'e misafir olma ve bizzat Kur'ân'ı O'ndan  dinleme havası, rûha, tarifi imkânsız esintiler kazandırır. Bütün  bunların verâsında Kur'ân'ı bizzat kelâmın esas sahibi olan Mütekellim-i  Ezelî'den dinliyor gibi ona muhatap olmak, -kalbin buna tahammülü var  mı bilemem- insanı adeta semavîleştirir.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst