Konuya cevap cer

Fetret Kavramı ve Bediüzzaman'ın Yorumu



Bu kısa tebliğde, fetret kavramının çerçevesi ve Bediüzzaman'ın eserlerinde bu  kavrama dahil ettiği insanlar konu edinilmektedir.İnanç, amel ve düşüncede gerekli prensipleri ortaya koymak suretiyle insanları  dünya ve ahiret saadetine ulaştırmayı hedef edinen ilahi kanunlar topluluğundan  ibaret olan din, insanları temelde üç ana grupta ele almaktadır: Mü'min, kafir ve  münafık. Bunlardan Allah'a karşı isyan, tuğyan ve itirazı içeren kafirlik ve nifakın  kalbine yerleştiği insanların akıbetleri yüzlerce nasla açıkça bildirilmiştir.Mü'minler  de muhkem naslardan çıkan neticelere ve ehl-i sünnet alimlerinin çoğunluğunun benimsediği  görüşe göre ehl-i necattır, yani ilahi rahmetin en büyük tecelli yeri olan Cennete  gideceklerdir. Mü'min, günahını günah olarak itiraf ettiği ve inanç esaslarında  bir problem yaşamadığı müddetçe, Cehenneme götürecek amelleri işlese bile sonunda  kurtuluşa erecektir. Zikrettiğimiz hususlar İslam tebliğinin kendilerine ulaştığı  insanları kapsar. Bunların dışında hak dinin kendilerine ulaşmadığı bir grup var  ki, onlara fetret ehli denmektedir. 


Fetret Nedir? Kimler Ehl-i Fetret Kabul Edilmiştir?


Sözlükte bir şeyin şiddetini kaybedip gevşemesi ve zayıflaması anlamına gelen  fetret, daha ziyade Hz. İsa (a.s) ile Hz. Muhammed (a.s) arasındaki tebliğsiz geçen  dönem için kullanılır. Akaid ve Kelam literatüründe ise, tahrife uğramamış bir davetle  karşılaşma imkanından mahrum olanların dini sorumlulukları açısından tartışılan  bir konudur. Peygamber davetinden yeterince haberdar oldukları halde iman etmeyenlerin  sorumlu tutulacakları hususunda ittifak eden İslam alimleri, haberdar olmamayı da  içine alan fetret ehlini üç ana gruba ayırmışlardır:


1- Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaki dönemde yaşayıp, hiçbir dinin tebliği  kendilerine ulaşmayanlardan, geçmiş dinlerin tesiri ile tevhide inananlar ahirette  kurtuluşa erecek, tevhid akidesinden saparak putlara tapanlar ise sorumlu tutulacaktır.

2- Ergenlik çağına gelmeden önce vefat eden kafir ve Müslüman çocukları da fetret  ehli içinde ele alınmıştır.


3- İslamiyet'ten önce ve İslam geldikten sonraki dönemde peygamber davetinden  hiçbir şekilde haberdar olmayanların dini sorumlulukları ise şöylece ele alınmıştır:a. Peygamber gönderilmedikçe insanların helâk edilmeyeceğini ve azaba uğratılmayacağını  (İsra', 17/15-16; Şuara, 26/208) ifade eden âyetleri delil gösterenler, fetret ehlinin,  tek başına akıl yürütmeyle iyi ve kötüyü bilemeyecekleri; iman ve küfür ayrımını  da yapamayacakları için sorumlu olmadıklarını söylemişlerdir.

 Eş'ariye'nin çoğunluğu,  Hariciler, Şia ve Buharalı bazı Matüridi alimleri, İmam-ı Şafii ve Ahmed b. Hanbel  gibi alim ve mezhep imamları ile muasırlardan Muhammed Abduh gibi alimler bu kanaati  paylaşmaktadırlar. Biraz sonra müstakil olarak görüşlerini sunacağımız Bediüzzaman  da "Zulüm ve savaşlarda mağdur olarak ölenlerin kafir bile olsa haklarında bir rahmet  bulunduğunu" ifade ederek aynı görüşü dile getirmiştir.b. Konuyla ilgili bir başka temel görüş, fetret ehlinin Allah'ın varlığına ve  birliğine inanmak, ayrıca akıl yürütmek suretiyle bilinebilecek iyi fiilleri de  tespit ederek bunlara uymakla yükümlü oldukları yönündedir. Fetret ehlinin aklını  kullanmak suretiyle yaratıcıyı ve bazı önemli vazifeleri aklıyla bulabileceğini  ifade edenlere göre bu kimseler söz konusu yükümlülükleri yerine getirirse kurtulacaktır.  Bu kanaat sahiplerine göre, ergenlik çağına gelen insanların kendilerini ve kainatı  yaratan yüce bir kudretin varlığına inanmalarını engelleyecek bir mazeret ileri  sürülemez. Mutlak ve mükemmel bir bilgi aracı olmamakla birlikte, akıl, Allah'ın  varlığını bilme ve temel konularda iyi ile kötüyü ayırt etme yetisine sahiptir.  Nitekim Kur'an'da aklını kullanarak Allah'ın varlığını bulmayı ifade eden ayetler  vardır. (el-En'am, 6/76-79) Bu alimlere göre "Peygamber gönderilmeden azap edilmeyeceğini"  bildiren ayetler, ahiret değil, dünya hayatındaki sıkıntı ve felaketlerle ilgilidir.  (Metin Yurdagür, "Fetret" D.İ.A., XII, s. 475, 476) Ebu Hanife başta olmak üzere,  Ebu Mansur el-Matüridi ve bu mezhebe bağlı alimlerin çoğunluğu, Mu'tezilenin tamamı  Ebu Abdullah b. Halimi ve muasırlardan M. Reşid Rıza da bu fikirdedirler.c. Selef alimleri ve bu çizgiyi benimseyenlerden İbn Teymiye, İbn Kesir, İbn  Hacer, İbn Kayyim el-Cevziyye ise, fetret ehlinin peygamber davetine muhatap olmadan  kurtuluşa ermelerini ilahi adalete göre ters bulmuştur. Onlara göre ahiret her ne  kadar imtihan yeri değilse de bu kişilerin Cennetlik ya da Cehennemlik olacakları  ahirette yapılacak bir denemeden sonra tespit edilecektir. Hemen ifade edelim ki,  bu görüşü savunanların ileri sürdüğü hadisler çoğunluk tarafından zayıf rivayetler  olarak görülmektedir.d. Konuyla ilgili bir başka görüş de fetret ehlinin dirilişin ardından hayvanlar  gibi toprak edileceği yönündedir.İslamiyet'in yayılışından sonra hak din mevzuunda kimsenin mazeretinin kalmadığını  ileri sürmek teoride mümkün olmakla birlikte, dünyanın çeşitli yerlerindeki insanların  içinde yaşadıkları psiko-sosyal çevre, örf-adet gibi realitelerin bu peşin hükmü  daima haklı çıkarmayacağı açıktır. Bu sebeple İslamiyet'ten haberdar olmayan topluluklar  bulunabileceği gibi, psikolojik ve sosyolojik engeller yüzünden onun hidayetinden  mahrum kalanlar da mevcuttur. Şu halde fetret kavramının İslamiyet'ten önce ve İslam  asırlarında yaşayan belli grupları kapsamına aldığını kabul etmek gerekir. (Yurdagür,  "Fetret" D.İ.A., XII, s. 47 )Ehl-i kitabın masum, yaşlı, mazlum kısmının ehl-i necat olabileceklerini söyleyen  Bediüzzaman da aynı görüşü paylaşmaktadır.


Küfrün Mahiyeti ve Şefkatin Yanlış Kullanılması


İnsan, insaniyet hakikati gereği başka insanların eleminden müteessir olur; mutluluğundan  da huzur duyar. Allah'ın insan kalbine yerleştirdiği sevgi, merhamet ve şefkat gibi  hisler onu bütün alemle münasebettar kılmıştır. İnsan, içinde bulunduğu ev gibi,  kocaman küremiz ve kainatla da ilgilidir. Her hadise, eninde sonunda ona ulaşmakta,  direkt ya da dolaylı olarak insana tesir etmektedir. Küfür içindeki insanlarla ilgili  değerlendirme ve görüşler de böyledir. Bu çerçevede bazıları Allah'ı inkar edenlere  ebedi cehennemi fazla görebilmektedir. Bediüzzaman bir anlık küfrün bir cinayet  ve binlerce katl hükmünde olduğunu söylemektedir. Çünkü küfr, Allah'ı ve O'nun isim  ve sıfatlarının sayısız yansımaları olan mahlukatın ifade ettikleri güzel manaları  hiçe saymaktır. Çünkü kainat ve mevcudat insanlığa Allah'ın kudret mektuplarıdır.  Bunları inkar sayısız cinayetler hükmündedir. Sayısız cinayetlerin cezası da ancak  ebedi cehennem olabilir. Bu sebeple kafire ebedi cehennem adalettir. (Bediüzzaman  Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, Germany 1994, s. 47)Şefkat, ilahi rahmetin insandaki yansımasıdır. Bu sebeple, şefkatin rahmetin  derecesini aşmaması ve alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (a.s.)  şefkat mertebesini taşmaması gerekir. Taşması ise, dalalet ve dinsizliğe kayan ruhi  bir hastalıktır. Mesela, "kafir ve münafıkların cehennemde yanmalarını ve azap ve  cihad gibi hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'an'ın  ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azimini inkar ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü  azim ve gayet derecede bir merhametsizliktir." Bu, masum hayvanları parçalayan canavarlara  himayetkarana şefkat etmek gibidir. Canavarlara şefkat etmek, o biçare hayvanlara  şiddetli bir haksızlık ve zulümdür. Binler Müslümanların ebedi hayatlarının mahvına  sebep olanlara merhamet ve şefkatle bakmak da aynen böyledir. (Bediüzzaman Said  Nursi, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 48, 49)Bediüzzaman'ın burada hedef aldığı küfür, uluhiyetle ilgili her şeyi hedef seçen  mutlak inkar cereyanları olmalıdır. Ona göre insan, fıtrat ve tabiatındaki özelliklere  uygun, gerçek bir insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. Kimilerinin bazı  frenkler ve frenkmeşrepler gibi hayvani ihtiraslarda ileri giderek, daha şiddetli  bir hayvaniyet mertebesini alması gibi. "İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda  giden sefihler, Cenâb-ı Hakk'ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm  onları dünyanın imareti için halk etmiştir. Mün'im, ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini  bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları  Cehenneme teslim eder." (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat,  Germany 1994, s. 134)Bediüzzaman küfürle ilgili gayet şiddetli ifadeler sarf ederken, Hıristiyanlardan  mazlum olanlar hakkında müjdeli işaretlerde bulunmaktadır. Savaşlarda ölen masum,  mazlum ve ihtiyarların manevi şehadet derecesi kazanabileceğini söylemektedir. "Çünkü  müstahaklara afet geldiği zaman masumlar da yanar. Onlara acımamak olmaz. Canilerin  cezalarından zarar gören mazlumlar hakkında ise gizli bir merhamet vardır. (Kastamonu  Lahikası, s. 49, 79) Bediüzzaman masum çocukların savaşlarda ölmesinden tahammülün  üstünde bir elem ve ıztırap çektiğini, ifade ederek şu tespiti yapar: "Birden kalbime  geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata  tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla mübadele  olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfattan  çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiye'nin hazinesinden öyle mükâfatları var  ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet  görüp, 'Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh' diyeceklerini bildim ve kat'î bir surette  kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum."  (Kastamonu Lahikası, s. 49)Konuyla ilgili açık ifadelerinden birisi de aynen şöyledir: "On beşinden yukarı  olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır.  Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir  lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi  hükmedecek, İslâmiyet'le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta  kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler  onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler,  fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet  çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından  ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber,  yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmin'e hadsiz  şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum." (Kastamonu Lahikası, s.  79)Bu iki pasajdan şunları anlamak mümkündür:1- Ahirzamanda savaşlarda ölen mazlumlar aynen Müslümanlar gibi manevi şehadet  mertebesi kazanabilir. Çünkü bu insanların bulundukları yerlerde İslamiyet'in tanınmasına  engel teşkil eden hususlar, hak dinin bilinmesine fırsat vermeyebilir.2- Bir çok yerlerde Hz. İsa dönemindeki hakiki Hıristiyanlık hükmedecek. Hıristiyanlığın  hakiki vechesi İslamiyet'le omuz omuza verecektir. Günümüzde bir çok Hıristiyan  devlet ve düşünürün, Müslümanların içinde bulundukları savaş, hukuksuzluk, tanınmama  gibi kangren olmuş problemlerde Müslümanlara destek vermesi bunun bir numunesini  teşkil etmektedir.3- Hıristiyanlardan zulme ve gadre maruz kalarak ölenlerin çektiği sıkıntılar,  "medeniyetin sefahati ve küfranından, felsefenin dalaleti ve küfründen ortaya çıkan  günahlarına birer keffaret" olabilir. Bu ise ahiret noktasından ve dünyevi sıkıntıların  karşılığını alma yönüyle büyük bir teselli kaynağıdır.4- Bediüzzaman bu ve benzeri ifadelerinde onlarla mücadele etmek değil, omuz  omuza vermeyi ön plana çıkarmaktadır. Çünkü mutlak anlamda uluhiyete karşı savaş  açan materyalist felsefi cereyanlar, ortak ve en büyük düşmanımızdır. Zihinlerde  hüküm süren dinsizlik her türlü insani değeri tahrip etmektedir."Çünkü,


[Biz kendisine peygamber göndermedikçe, bir kavme azap vermeyiz.]  (İsra, 17/15) sırrıyla, ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bilittifak, teferruattaki  hatîatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şâfiî ve İmam-ı Eş'arîce, küfre de girse,  usul-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünkü teklif-i İlâhî irsal ile olur  ve irsal dahi ıttıla ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-yı  sâlifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse  sevap görür; etmezse azap görmez. Çünkü mahfî kaldığı için hüccet olamaz." (Mektubat,  s. 374)Aslı hak olup da tahrifata uğramış dinlere inanan, zulüm ve zarardan uzak bir  şekilde yaşayanların kurtuluşa erebilecekleri, İslami bilimlerin teşekkül devri  alimlerinden Abdullah b. Halimi tarafından da dile getirilmiştir. El-Minhac fi Şuabu'l-İman  adlı eserinde Halimi, Hz. Muhammedin (a.s.) dâveti kendisine ulaşmamış, fakat aslı  hak ve müstakim olup, sonradan bozulan bir dine inanan kişiyi "Müslüman" olarak  niteler. Çünkü ona hak dinin peygamberinin dâveti ulaşmamıştır. Böyle birisi, Kâbe'nin  kıble olduğunu bildiren ayetler gelmeden önce Kudüs'e yönelerek namaz kılan,[SUP]1[/SUP] ya  da vaktinin bir kısmında namaz kılamadıkları için "dinen eksik" sayılan kadın gibidir.  (Halîmî, Minhâc, Slm. Vr. 44b) O, "Peygamber göndermedikçe Biz, kimseye azap edici  değiliz" (İsra, 17/15) âyetini bu fikre mesned gösteriyor. Ona göre resulün gönderilmesi,  tebliği ifade eder. Davetin ve tebliğin ulaşmadığı kimse kendilerine resul gönderilmemiş  hükmündedir. Nitekim, Hz. Peygamber'e (a.s.) gelen bir vahyin içeriğinden, ulaştırılana  kadar, kavminin bireyleri mesul tutulmuyordu. Hz. Peygamberin (a.s) kavminden tebliğ  ulaşmayanları mes'ul tutmamış olması gösterir ki, dâvetine uzakta kalanların hükmü  de aynıdır. İslam Peygamberi, Muaz b. Cebel'i[SUP]2[/SUP] Yemen'e gönderirken, ona, düşmanla  karşı karşıya gelirse, önce insanları Allah'ın bir olduğuna inanmaya; sonra, Muhammed'in  (a.s.) O'nun risaletini kabule çağırmayı emretti. Savaşa öncelik vermiş olsaydı,  tebliğ gerçekleşmezdi. Davete öncelik vermesi, daveti işitmeyenlerin mes'ul olmadıklarını  gösterir. (Halîmî, Minhâc, I, 176)Onun, aslı muharref bir dine yönelmiş kimseleri de "müslim" sıfatıyla anması  kendine mahsus bir yorum olarak dikkat çekmektedir. Bu görüşün "Allah'ın vaadi ne  sizin kuruntularınıza ne de Ehl-i Kitabın hayallerine bağlıdır. Kim bir kötülük  işlerse onun cezasını görür ve kendisi için Allah'tan başka dost ve yardımcı bulamaz.  Erkek olsun, kadın olsun kim de mü'min olarak iyi işler yaparsa işte böyleleri cennete  girer. Zerre kadar bile olsa haksızlığa uğratılmazlar." (Nisa, 4/123-124) ayetine  uyduğunu kabul edebiliriz.


Sonuç


Hak dinin ulaşmadığı insanlardan mazlumen ölenler kafir de olsalar ehl-i fetret  olarak kabul edilebilir. Onlar da Müslümanlar gibi manevi şehadet derecesi alabilir.  Bu görüş, geçmişte amelde ve itikadda mezhep imamı olarak kabul edilen İslam alimlerince  dile getirildiği gibi, günümüzde de Bediüzzaman'ın eserlerinde açıkça ifade edilmiştir.  Bediüzzaman bu tür kimselerin maruz kaldığı sıkıntıların, geçmiş hayatındaki sefahet  ve dalaletine keffaret olabileceğini ifade etmiştir. Bu yaklaşımın, İslamiyet'in  rahmet ve şefkat boyutuyla uygunluk arzettiğini, ehl-i kitap tarafından tanınması  ve kabul edilmesine de vesile olduğunu düşünmekteyiz.


Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst