ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍِﻧَّﺎ ﻋَﺮَﺿْﻨَﺎ ﺍْﻻ َﻣَﺎﻧَﺔَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻻ َﺭْﺽِ ﻭَﺍﻟْﺠِﺒَﺎﻝِ ﻓَﺎَﺑَﻴْﻦَ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻤِﻠْﻨَﻬَﺎ ﻭَﺍَﺷْﻔَﻘْﻦَ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻭَﺣَﻤَﻠَﻬَﺎ ﺍْﻻ ِﻧْﺴَﺎﻥُ ﺍِﻧَّﻪُ ﻛَﺎﻥَ ﻇَﻠُﻮﻣًﺎ ﺟَﻬُﻮﻻ ً
Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla.
Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir. (Ahzâb Sûresi: 72.)
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Tahammül: Yüklenme, üstlenme.
Müteaddid: Çok sayıda, birçok, çeşitli.
Vücuh: Vecihler, yönler, tarzlar, biçimler, şekiller.
Vech: Yön, taraf, yüz. *Çehre, surat, yüz. *Tarz, biçim.
Ene: Ben, benlik.
Zaman-ı Âdem: Hz.Adem(as) zamanından.
Alem-i insaniyet: İnsanlık alemi, insanlık dünyası.
Şecere-i tûbâ: Tuba ağacı, cennetteki tuba ağacı.
Şecere-i zakkum: Zakkum ağacı, meyveleri cehennemliklerin yiyeceği olan bir cehennem ağacı.
Azîm: Büyük, yüce.
Hakikat: Gerçek
Fehm: Anlayış.
Teshil: Kolaylaştırma.
Mukaddime: Başlangıç, önsöz, giriş.
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöylek ki:
Ene: Ben, benlik.
Künuz-u mahfiye: Gizli hazineler.
Esma-i İlahiye: Allah’a(cc) ait isimler.
Tılsım-ı muğlak: Anlaşılması zor kapalı ve gizli mana.
Muamma-yı müşkilküşa: Müşkülleri açan muamma, zorlukların kapısını açan bilinmez ve anlaşılmaz gizli gerçek.
Tılsım-ı hayretfeza: Hayret verici tılsım, hayret verici gizli ve derin sır.
Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
Alem-i vücub: Vücub alemi, Allah’a(cc) ait isim ve sıfatlar alemi.
Künuz: Hazineler, defineler.
Miftah: Anahtar.
Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Zahiren: Zahir olarak, görünüş olarak, göründüğü gibi.
Hakikaten: Gerçekten.
Hallak-ı Kâinat: Kainatın(evrenin) yaratıcısı.
Künuz-u mahfiye: Gizli hazineler.
Muğlak: Kapalı, anlaşılması çok zor.
Müşkil: Zor, güç, çetin.
Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
Sırr-ı hilkat: Yaratılış sırrı, yaratılışın derin ve gizli manası, yaratılıştaki gizli gerçek.
Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir. ...
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp her şeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Rububiyet: Allah’ın(cc) terbiyecilik sıfatı, Allah’ın(cc) her şeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.
Sıfât: Nitelik, sahip olunan özellik, vasıf.
Şuunat: İşler, olaylar. *Kabiliyetler, yetenekler.
Hakikat: Gerçek.
İşarat: İşaretler.
Nümune: Örnek.
Câmi': Kendinde toplayan, çok özellikli, toplayıcı.
Ene: Ben, benlik.
Vâhid-i kıyasî: Ölçü birimi, bir şeyin miktarını ve diğer özelliklerini ölçmek için belirlenen değişmez parça veya miktar (ağırlık için kilo, uzunluk için metre, sıvı için litre gibi).
Evsaf-ı rububiyet: Rububiyet sıfatları, her şeyin sahibi ve terbiyecisi olmanın sıfatları(üstün özellikleri).
Şuunat-ı uluhiyet: Uluhiyet şuunatı, Allah’ın(cc) kainatı ve bütün varlıkları emir ve idaresi altına alıp kendine kulluk ettirmekliğindeki işler.
Mevcud-u hakikî: Hakiki mevcud, gerçek varlık.
Hendese: Matematikte çizim ve şekil bilgisi, geometri, mühendislik.
Farazî: Farz edilen, varsayılan, sanki varmış gibi kabul edilen.
Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
Teşkil: Meydana getirmek, oluşturmak, var etmek, yapmak.
Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçekleşmek, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma.
ﺍِﻧَّﺎ ﻋَﺮَﺿْﻨَﺎ ﺍْﻻ َﻣَﺎﻧَﺔَ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻻ َﺭْﺽِ ﻭَﺍﻟْﺠِﺒَﺎﻝِ ﻓَﺎَﺑَﻴْﻦَ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻤِﻠْﻨَﻬَﺎ ﻭَﺍَﺷْﻔَﻘْﻦَ ﻣِﻨْﻬَﺎ ﻭَﺣَﻤَﻠَﻬَﺎ ﺍْﻻ ِﻧْﺴَﺎﻥُ ﺍِﻧَّﻪُ ﻛَﺎﻥَ ﻇَﻠُﻮﻣًﺎ ﺟَﻬُﻮﻻ ً
Rahmân ve Rahîm olan Allahın adıyla.
Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir. (Ahzâb Sûresi: 72.)
Gök, zemin, dağ tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddid vücuhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurani bir şecere-i tûbâ ile, müdhiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikata girişmeden evvel, o hakikatın fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:
Tahammül: Yüklenme, üstlenme.
Müteaddid: Çok sayıda, birçok, çeşitli.
Vücuh: Vecihler, yönler, tarzlar, biçimler, şekiller.
Vech: Yön, taraf, yüz. *Çehre, surat, yüz. *Tarz, biçim.
Ene: Ben, benlik.
Zaman-ı Âdem: Hz.Adem(as) zamanından.
Alem-i insaniyet: İnsanlık alemi, insanlık dünyası.
Şecere-i tûbâ: Tuba ağacı, cennetteki tuba ağacı.
Şecere-i zakkum: Zakkum ağacı, meyveleri cehennemliklerin yiyeceği olan bir cehennem ağacı.
Azîm: Büyük, yüce.
Hakikat: Gerçek
Fehm: Anlayış.
Teshil: Kolaylaştırma.
Mukaddime: Başlangıç, önsöz, giriş.
Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır, bir tılsım-ı hayretfezadır. O ene mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar. Şu mes'eleye dair "Şemme" isminde bir risale-i arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana "ene" namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat'ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöylek ki:
Ene: Ben, benlik.
Künuz-u mahfiye: Gizli hazineler.
Esma-i İlahiye: Allah’a(cc) ait isimler.
Tılsım-ı muğlak: Anlaşılması zor kapalı ve gizli mana.
Muamma-yı müşkilküşa: Müşkülleri açan muamma, zorlukların kapısını açan bilinmez ve anlaşılmaz gizli gerçek.
Tılsım-ı hayretfeza: Hayret verici tılsım, hayret verici gizli ve derin sır.
Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
Alem-i vücub: Vücub alemi, Allah’a(cc) ait isim ve sıfatlar alemi.
Künuz: Hazineler, defineler.
Miftah: Anahtar.
Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Zahiren: Zahir olarak, görünüş olarak, göründüğü gibi.
Hakikaten: Gerçekten.
Hallak-ı Kâinat: Kainatın(evrenin) yaratıcısı.
Künuz-u mahfiye: Gizli hazineler.
Muğlak: Kapalı, anlaşılması çok zor.
Müşkil: Zor, güç, çetin.
Mahiyet: İç yüz, esas, asıl, temel özellik, temel gerçek.
Sırr-ı hilkat: Yaratılış sırrı, yaratılışın derin ve gizli manası, yaratılıştaki gizli gerçek.
Sâni'-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi' bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir. ...
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp her şeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Rububiyet: Allah’ın(cc) terbiyecilik sıfatı, Allah’ın(cc) her şeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.
Sıfât: Nitelik, sahip olunan özellik, vasıf.
Şuunat: İşler, olaylar. *Kabiliyetler, yetenekler.
Hakikat: Gerçek.
İşarat: İşaretler.
Nümune: Örnek.
Câmi': Kendinde toplayan, çok özellikli, toplayıcı.
Ene: Ben, benlik.
Vâhid-i kıyasî: Ölçü birimi, bir şeyin miktarını ve diğer özelliklerini ölçmek için belirlenen değişmez parça veya miktar (ağırlık için kilo, uzunluk için metre, sıvı için litre gibi).
Evsaf-ı rububiyet: Rububiyet sıfatları, her şeyin sahibi ve terbiyecisi olmanın sıfatları(üstün özellikleri).
Şuunat-ı uluhiyet: Uluhiyet şuunatı, Allah’ın(cc) kainatı ve bütün varlıkları emir ve idaresi altına alıp kendine kulluk ettirmekliğindeki işler.
Mevcud-u hakikî: Hakiki mevcud, gerçek varlık.
Hendese: Matematikte çizim ve şekil bilgisi, geometri, mühendislik.
Farazî: Farz edilen, varsayılan, sanki varmış gibi kabul edilen.
Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
Teşkil: Meydana getirmek, oluşturmak, var etmek, yapmak.
Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçekleşmek, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma.
Said Nursi
Son düzenleme: