(…)
Elle çizilmiş hayatın çekilmez suratından kaçma refleksi midir, nedir; insanın kafasına, ne birine anlatılabilen, ne de başka bir işe yarayan deli saçması şeyler takılıyor bazen...
Otuz küsûr sene önce de gülüyordu.
Babamın adıma kurduğu, evin dışında da beraber olduğumuz tek odalı Yayınevi, gençlerle dolup taşıyordu. Gencecik dostlarla...
İşte dostumuz, sözkonusu dostumuz; beraberliklerimizin yekûnu böyle söylemese de, değil mi ki bizim paspasa ayak basmış olan dostumuz, o gençlerden biriydi.
Ceketi buruşuktu. Dedim ya, gülüyordu. Sadece dinliyor ve hayranlıkla gülüyordu.
Yağız yüzü aydınlık, bakışları zekiydi.
Secdeyle dost alnına hafifçe perçemi düşüyordu.
Seneler geçti. Vadeler doldu, hevesler soldu, “Üstad” gitti, dostlar gitti; bu dostu ise zaman, bir bir yuttuğu öbür dostlardan farklı olarak bizden çook uzaklara, kuru lâftan ve fikirden âzade neşv ü nemâ bulacağı iklimlere süpürdü.
Bir tereddüt: “Hassas bir dünyaya aitim, pek insan takip etmem. Cenazelerimiz olmasaydı birbirimizin varlığını bile unutmuş olacaktık” dersem, nankörlük mü etmiş olurum?..
Galiba, evet... Çünkü onun işleri başından aşgındı, herbiri de “memleket meselesi”ydi. Buna rağmen lûtfetmiş, evimize kadar gelmişti. Bu durumda, pek tabii ki, canlı kanlı halimizin takipçisi değil, cenazelerimizin müdavimi olacaktı.
Öyle oldu.
Derken bir gün kendimi, birkaç dostla birlikte, Ankara’da, öyle bildiğiniz konutlara benzemeyen çok büyük bir konutta buldum. Görseniz, herbirini Galler Prensi zannedeceğiniz garsonların Ekselanslarına ve misafirlerine soldan “İngiliz servisi” yaptığı uzun bir yemek masasında...
Ve, saray benzeri konutun sahibi tam karşımda...
Ona farklı bir dikkatle baktım. Hayat onu yormuştu. Hayli yorgundu ama, gözleri, devamlı Üstad’ının ilk torununu, yeğenimi okşuyordu. Kendime göre dertlerim vardı. Dertsiz hayat olur mu?.. Mutlaka onun da... Ve kimbilir ne çapta?..
Fakat o... Gülüyordu.
Otuz küsûr sene önce de aynı böyle gülüyordu.
Yedik, içtik, konuştuk. Eskilerden bahsettik.
Yemek sonrası rehaveti içinde ben üstüste sigaramı tüttürürken gözleri hafifçe daldı ve ne söyledi dersiniz?..
“–Kadıköy vapurunda çayla simit yemeyi çok özledim!..”
Çayla simit... Benim güzel İstanbulumun Kadıköy vapurunun baş güvertesinde...
Kayseri pastırması değil, buram buram İstanbul kokan “çayla simit”e bağlı hassasiyet, samimiyet, şiiriyet bana öyle dokundu ki, bunda kendime dair bir şeyler buldum ve insanın kalabalıklar içinde daha da derinleşen yalnızlığını düşünmeden edemedim. Ayrılıkta, içimden “İşin zor dostum. Ufku öteler olan insanlar için... Allan encâmını hayr’etsin!” derken dilimle de mırıldandım:
“–Allah yardımcınız olsun!”
(…)
Günler geçti.
“Günler geçti” derken, ve dostumuz Kadıköy vapurunda çay ve simidi özlerken, bu hasreti gidermek bir ihtimal olarak da ortadan kalkmasın mı?..
Bir akşam, telefondan gelen bir ses:
“Daha önce bildirdiğimiz saatte değil, daha erken... Çünkü sayın Cumhurbaşkanımız sizi yemeğe bekliyor!” dedi.
Köşkün giriş katında sarılıp öpüşürken ve arslan gibi bir albay bizi tepeden süzerken, o yine gülüyordu.
Yahu, hâlâ gülüyordu. Daha önce televizyonda görmüştüm. Şu dilime dolanan zaman, saçına hafifçe kırlar serpmiş, boynuna bir de papyon takmıştı. Ama, yüzündeki o sıcak baba ocağı çizgileriyle gözlerinin içindeki gülücüğü birtürlü söküp alamamıştı.
Devletin kaşları doğuştan çatık... Biz bir tebessüme de razı insanlarız. Kalpten bir tebessüme... Derin bir “oh!” çekerken ürktüm. Nazar değecek diye...
(…)
Bolu dağlarında içime, âni bir fikir ve duygu restleşmesinin hiç hoşuma gitmeyen sonucundan sonra, dağların dumanı gibi çöken suskunluktan, durgunluktan olsa gerek; zihnimde:
“Dostum Gül, gül dostum, hep gül dostum, Gül hep dostum”
Diye, iki buçuk kelimeden ibaret gülünç bir akrobasi tekrar edip duruyor.
…
Mehmet Kısakürek (Üstadın büyük oğlu)