1. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur'ân'dır.
burayı MUSTAFA SUNGUE AĞABEY'in dilinden açıklamak istedim inşaallah güzel olur
Bediüzzaman Said Nursi'nin yakın talebelerinden olan Mustafa Sungur 1929'da Eflâni'de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Risale-i Nurları okuyup üstad Bediüzzaman ile görüştükten sonra zamanın en geçerli ve değerli mesleği olmasına rağmen öğretmenliği terk edip kendisini Kur'an hizmetine adadı. Bediüzzaman Said Nursî'nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.
Sungur ağabeyin üstadla ve risale-i nur hizmetleri ile ilgili bize aktardığı hatıraları şöyledir;Evet, Hazret-i Said, Bediüzzaman, Said-i Meşhur, Said Nursî, muazzez Üstad; Müceddid-i Ekber, son asırların tercüman-ı hakikatı, iman muallimi, fedakâr ve vefakâr Üstad, bir İslâm fedâisi vs. gibi ulvi mânalarla yâd edilen bu zât-ı âlişanın cidden ve hakikaten tebrike değer, bakmaya layık güzel bir hayatı, nurlu, müşfik bir yüzü, bir vech-i bedii vardır...
"Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum"
"Bir tek Said olarak iftihar edilmeye şayeste gerçek ümmet-i Muhammedİliği vardır. O yüce Peygambere ümmet oluşundaki iftiharı ve ihlasındaki sadakatı hakîmliği ve mazhariyet-i Nuru ve makesliği ve hâkimliği ve kumandanlığı vardır. Fakat bu câmi mazhariyet; yirminci asrın getirdiği şartları daha evvelinden görerek, ilim ve fenin gerçeklerini de bizatihi eline alarak, akl-ı selimi, ism-i Hakîme ittibaı davasına esas yaparak, zamanın ve şartların ister istemez kendisine tevdi ettiği bir mazhariyetidir. Ve Müslümanlar için, çok çeşitli haletler içinde, en muvafıkını ve isabetlisini gören kumandanlıktır. Evet Said Nursi, o ilmî ve manevî üstünlüğü ve mürşidliği içinde, aynı zamanda bir kumandandır. Bize çok zaman şiddetli ikazlar içinde, ´Ben sizin kalbinizi itham etmiyorum, aklınızı itham ediyorum´demesi bu mazhariyeti ve azim muhakemesi noktasındadır.
"1950'de ve sonra Isparta'da hizmetinde bulunduğumuzda, arada sırada, yani bir kaç ayda bir (ona resmi geçit derdik) bir hadise münasebetiyle o aziz, fedekâr Üstad, bize, bir ders vermek istediğinde za'aflarımızı veya ne yoldan aldanabileceğimizi bilir, ona göre zihnimizi bir yere çevirip kusurlarımızı bize arattırır tarzında ihtarda bulunurdu. İşte böyle bir ders esnasında bize, ´Şimdi yalnız azami ihlas, azami sadakat, azami fedakarlık kafi değildir. Bu şeytan gibi adamların karşısında çok dikkatli olmak lâzımdır´diye ihtarda bulunmuştu.
"Bütün bunlar, ders-i imaniye, neşr-i Nuriye ve hizmetteki düstur ve tavsiyeler, bu zamanda ve içinde bulunduğumuz şartlar müvacehesinde, muvaffakiyete götürücü hususlardır. Bu itibarla Said Nursi, hem bir allâme-i asır, hem bir mürşid-i ekmel, hem bir kahraman-ı İslâm, hem de bir kumandan-ı manevidir. Bir nebzecik ifademizle temas ettiğimiz bu gerçek için hem Hazret-i Said'in Nur Risalelerini, kendi yerinde ebedî üstâd olduğuna dair vasiyeti için diyebiliriz ki:
"Dünya islâmı arıyor. Bu günkü insanlık Nur-u Kur'ân'ı arıyor. Ve dünya Said Nursî'yi bekliyor. Ve Said Nursî'den yirminci ve yirmi birinci asrın ihtiyacını dinlemek ve çaresini de bilmek istiyor.
"Hülasa: Said Nursî'den, derdine devasını bekliyor.
"Hz. Üstad bu mânâyı defaatle şöyle hülasa ediyordu: ´Risale-i Nur, Kur'ân-ı Hakîmin bu asrın fehmine bir dersidir...
"Çok kısa hülasa ile nazara arzettiğimiz bu nokta, yani bugünkü nesiller, bu zamanın insanlığı, bütün dünya Said Nursî'yi arıyor dediğimiz hakikat; hakikat-ı Kur'âniye ve imaniyenin bu asırda tezahürü ve asrın idrakine İslâmiyeti sunan bir Kur'ân tefsiridir. Yani Risale-i Nuru arıyor demek istiyoruz.
"Bu asır ilim ve fen asrıdır"
"Evet, bu nokta çok mühimdir. Kur'ân-ı Hakimin bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur'a, bu mazhariyeti için bakıldığından; onu bu zamanda, her halükârda, bütün dünyaya neşretmek, yaymak, bir vazife olarak karşımıza çıkıyor. Ders, konferans, seminer, sohbet her ne olursa olsun, bu asırda Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-ı Kur'âniyeye sarılmak İslâmi bir vazife oluyor. Evet, bu hakikatın müteaddit vecihleri vardır. En mühim ve daimisi ise Nur'larda defaatle vasiyet ettiği üzere ´Size bâkî bir Üstad bırakıyorum´ dediği Risale-i Nur'larla iştigal etmek, okumak ve dersini devam ettirmektir. Çünkü, ´Siz hangi Risaleyi alsanız benimle görüşmekten on defa ziyade, hem istifade eder, hem hakiki olarak benimle görüşmüş olursunuz´ demektedir.
"Said Nursî Hazretlerinin Kur'ân'dan ders alışı ve Risale-i Nur'un Al-i Beyt-i Nebevi'nin bu asırda nuranî bir tezahürü oluşu gibi, kudsi yönleriyle beraber, en ehemmiyetli aklî, ilmî ve mantıkî bir veçhi de; akıl ve fennin hükmettiği bu asırda, bütün dinî mesele ve hakikatları, delai-i akliye ve mantıkiye ile ispat etmesidir. Mesnevî-i Nuriye'nin başında bu hususiyeti şöyle izah eder: "Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için hakikatü'l-hakaika karşı ehl-i tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü; akıl, fikri hikmet-i felsefiye ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğini tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ´Tevhid-i kıble et´ demiş, yani: 'Yalnız bir üstadın arkasından git.´ O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki: ´Üstad-ı hakiki Kur'ân'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur´diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûke başladılar. Nesf-i emmaresi de şükûk ve şübehâtiyle onu mânevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmâm-ı Gazali (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.) gibi, kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda, gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'ân'ın dersiyle, irşadiyle hakikate bir yol bulmuş, girmiş.´
"Hal böyle iken muasırlarından çoğu maalesef onu anlayamamışlardır.
"Sönsün diye üflenirken bilakis parlayan ve gittikçe yayılan ve âfakı kaplayan Nur...
"Kur'ân'ın nuru, imanın nuru ve Hazret-i Fahr-i Âlem Muhammed'in (a.s.m.) Nuru... Dünyanın nihayetine kadar haşmetiyle yanan, insanlığı zulmetten aydınlığa çıkaran Allah'ın Nuru... Ezeli ve ebedi bir Nur-u İlahî...
"Henüz Köy Enstitüsünden yeni mezun olmuştum"
"Biz o Nur'un, o İlâhî ve Kur'anî Nur'un, hayat-ı maneviye bahşeden feyiziyle tecellisine ilk önce 1946 yılında nail olduk.
"Haret-i Üstaddan ve Nur talebelerinden mektuplar, lahika olarak her tarafa neşroluyordu.
"Lahikalar, evvelâ, yeni yazı ile geldi. Sonra hatt-ı Kur'ânî kısa zamanda lillahilhamd öğrendikten sonra eskimez harfle gönderilmeye başlandı. Sonra biz Hazret-i Üstadı ziyaret edip de Afyon Hapsine girinceye kadar bu lahikalar devam etti. Mustafa Osman Ağabey gönderirdi. Onlara da Isparta'dan gelirmiş. Böylece bizi beslemeye, gıdamızı tam zamanında yetiştirmeye ihtimam gösterdiler.
"En büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti"
"Lahika mektupları, bize, Anadoluda kurulan ve etrafa Nurlu mahsüller dağıtan manevi bir fabrikanın varlığını bildiriyordu. Görseniz ne kadar seviniyorduk. Âlemimiz genişliyordu. Hiç itiraz konusu gelmeden Üstadımızdan ve talebelerinden gelenleri, yazılanları kabul ediyorduk. Sanki onları hep içiyor, içiyor, susluğumuzu gidermeye çalışıyorduk. O günlerde en büyük emelimiz Nur talebesi olabilmekti. Nur dairesine girebilmeyi, ebedi kurtuluşa giden bir gemiye binmek gibi, necat ve kurtuluş vesilesi telâkki ediyorduk. Ruhumuz öyle hissediyordu. Bu lahikalarda o muazzez Nur Üstad, ´Seni de Nur talebesi kabul ettim´ dese, ben de o camiaya dahil olsam, diye büyük iştiyak ve arzu, ruhumuzda çağlıyordu. Hz. Üstadın bahsi, teveccühü ve yâdı, bizim için rahmet-i İlahiyenin bir in'ikasıdır biliyorduk. Filvaki bütün bunlarda şüphe yoktu. Zaman ve hadiseler, bunu ispat etti. Ekilen Nur tohumları, kısa zamanda kesretli sümbüller verdi, çiçekler açtılar. Biz de Hasan Feyzi (r.a.) gibi,
"Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken,
"Düştüm yine derya gibi bir Nur'a bugün ben' demek isteriz... Ama daima Cenab-ı Hakkın rahmetini dileyerek, yalvararak... Çünkü, bütün hayırlar, iyilikler daima O yüce Rahman ve Rahîmdendir.
"1946'da Risale-i Nur'u yeni harf daktilo yazıları ile görüp okumamdan sonra, nahiyemiz halkına ilân ve ifadede bulunmaklığımız, bir hizmet, bir davet, bir neşir mânâsında idi... Ondaki büyük lezzet-i maneviyeyi hakkiyle yâd edemem. Emirdağ'da birgün Zübeyir ve Ziya ile birlikte Dördüncü Şua olan Âyet-i Hasbiye risalesini okumuş ve büyük bir hazz-ı manevi almıştık. Sonra Üstadımız yanımıza geldi, tekrar okuttu ve;
"Ben zevk cihetini değil, meşakkat cihetini ihtiyar ettim. Fakat size müsade ediyorum. Çünkü şevkinize, gayretinize vesile oluyor." demişti. Sırası gelmişken bu hususta şunu da arz edeyim ki: Hz. Üstad bir gün neşeli ise, üç gün ıztıraplı ve hastalıklı idi. Bana kaç defa;
"Sungur! Bende on hastalık var. Birisi eğer sende olsa, yataktan kalkamazsın" demişti. Demek hastalıktaki ecr-i azimi düşünerek sabrediyordu. Biz bunu yakinen görüyorduk. Çok zaman da bizim için yaşıyor gibi idi. Hattâ bizim maddi yemekten doymamızdan, o da doyuyor gibi zevklenirdi. Çok aciptir, Hz. Üstad, bunu defaatle beyan ettiler. Bazen bir kısmını bize verirdi. Sanki bizim lezzetimizle lezzet alırdı. Nur neşriyatında, muhaberelerde bile Hz. Üstadımız, bizim ruhî arzu, iştiyak ve ümidimize iltifat gösterirdi. Sonra bendeniz anladım ki; gençlik namına, mektepliler namına, hizmet ve neşriyattaki şevkimiz; Hz. Üstadın son on yıllık yeni hizmet devresinin bir tezahürü idi. Ve külli bir ilânatın, yayılışın ifadesi idi.
"Kanaatim odur ki; gelen nesl-i atinin, bütün vatan sathında zuhura başlayan mübarek genç ruhların, istifade ve istifazasını hissediyordu. Bize herhalde onlar için iltifatta bulunuyordu.
"Ahmed Feyzi Ağabeyin mahkemede okuduğu şaşaalı müdafaanamesinden teberrüken bir kaç cümleyi arzetmek isteriz:
"Madem ki devlet laiktir. Bizim dinimize ne karışıyor? Bizim eşrat-ı saat meselelerini öğrenmemiz, dilediğimize Mehdî vs. dememiz onu ne alakadar ediyor? Zât-ı Uluhiyetin alenen inkâr edildiği ve erkân-ı dinin müftehirane tezyif edildiği ve onun yerine faniler teellühe (ilahlaştırmak) edilerek kendilerine (haşa) yaratıcılık isnat edildiği bir devirde, bizim bir insana Mehdî dememiz çok mu büyük bir cürümdür? Mehdî peygamber değildir. Fevkal-beşer de değildir. Dîn-i Celîl-i İslâmı, i'zaz ve i'laya ve neşr-i hidayete memur bir insandır. Fakat, te'yid-i Muhammedîye mazhar bir insandır. Mehdî kelimesi, mervî, mebnî gibi, ism-i mef'uldür. Hidayete nail olmuş manasındadır. Bunda ne gibi fevkaladelik var da tehâşî buyuruluyor.
Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur'u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur'ân tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahele edemez. Evet, biz, Risale-i Nur müellifinin velayetine ve daima ayn-i hakikat dersi verdiğine kailiz.Üstadımız gelen ziyaretçilere sohbet ve ders esnasında bazen coşardı. Risale-i Nur'un bu millet ve memlekete en büyük faydasını ve komünizmi önlediğini ifade ederken çok zaman şöyle söylediğine şahidiz: "Soruyorum size! Yedi yüz milyon Çin'i ve yarı Avrupayı alan bir kuvvet niçin bize ilişemiyor? Halbuki bin yıllık bize hayfı var. En evvel bize ilişmesi lazımdı. Yemin ediyorum, Vallahi! Şu Kur'ân hakkı için, Kur'an-ı Hakim perde olmuştur. Ve onun bu asrın fehmine bir dersi olan Risale-i Nur en büyük sed olmuştur. Mesela, Nur'un miralay bir talebesi (yanındaki talebesine hafif sesle Hulusi Bey diye söyler) Urfa'dan Kars'a kadar komünizme karşı bir set çizdi. Nur'larla, Nurdan çıkardığı mev'izelerle, komünizmi durdurdu' diye Şarktaki mebdedeki hizmetinin ehemmiyetini yâd ederdi. Lillahil hamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır, Erzurum ve Van gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler, sıddık hocalar, bahadır zatlar ve daha binler talebeler, Nur'un fedakâr hadimleri Şarkta, en mühim mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetle ifâ ettiler. Sarsılmadılar, geri çekilmediler.
"Şimdi ise Şarkın her vilayet ve kazasında, binler sadık fedakâr Nur talebeleri, Risale-i Nurun düsturları dairesinde birer Genç Said manasında hizmet-i Nuriyeye devam ediyorlar.
Hazret-i Üstad Ceylan'la beni Eskişehir'e gönderdi. Eskişehir'de Hafız Osman'ın evinde kaldık. Üstadımızın emir ve tavsiyeri üzerine, el-Hüccetü'z-Zehra'yı, yeni ve eskimez harfle teksirle neşrettik. Aynı zamanda İkinci Şua, Hutbe-i Şamiye, Hakikat Çekirdekleri'ni de neşrettik. Hutbe-i Şamiye'yi Üstadımız, Türkçeye tercüme etmişlerdi. Eskişehir'de, görüşmeler ve bilhassa subay ve astsubaylarla temaslar oluyordu. Temaslarımızda mutlaka Nur'lardan imana ve ibadete dair bahisler okunur, mukaddes dinimize dair anlayış ve talimde bulunulurdu. Bir askere, bir muallime, bir subaya veya bir doktora, bir mühendise, imana dair bir bahis okumayı, bir ders yapmayı, kainatta en büyük mesele telakki ederdik. Gerçek de bu idi.
Üstad Türk milletini çok severdi. Asırlarca İslamın bayraktarlığını yapmış bu milletin gelecektede atalarının yolundan devam edeceğinden ümitliydi. "Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ' ve ' Her milletten ziyade yüksek bir haslet, bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum' derdi.
"Ben Ankara'ya gittikten bir müddet sonra Hazret-i Üstadımız, Isparta'ya gitmişlerdi. Orada Hüsrev Ağabeyin oturduğu evin üst kısmında bir müddet ikamet buyurduktan sonra, Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul'a geldiler. Hanımlar Rehberi'ndeki "Hasbihal" ve Nur Âleminin Bir Anahtarı'ndaki mektup o senede bir kısmı Isparta'da, bir kısmı da İstanbul'da neşredilmiştir.
" İstanbul Mahkemesi ve o sebeple İstanbul'da ikameti, çok hizmetlere medar olmuştur. Kendileri bu husus için, Nur Âleminin Bir Anahtarı'nda dercedilen bir mektubunda şöyle der:
"Size bütün ruh'u canımızla müjde veriyoruz ki, Nurculardaki tam ihlâs ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur'un fütuhatları oluyor...
"Birgün Dokuzuncu Koğuşa hapishane savcısı ile bir savcı ve müdür geldiler. Ben Samsun'a gidemediğimden şikâyet ettim. Savcının birisi, 'Ben Hastalar Risalesi'ni okudum. Fazla ilmî bir hüviyet göremedim' dedi. Ben de, bir de bunu dinleyin diye, İkinci Şua'dan bir miktar heyecanla okudum. Savcılar, 'Bu hakikaten ilmî imiş' dediler. Ve Pilavoğlu'na dönerek; 'Said Nursî hakkında sen ne dersin?' dediler. Kemal Pilavoğlu da' Ben çok tefsir okudum. Fakat Kur'ân'ın hikemiyatını Said Nursi gibi en güzel şekilde ifade edebilene rast gelmedim. Şüphesiz bu hizmeti de garazsız ve ivazsızdır' diye cevapta bulundu. O gün öğleden sonra ayrıldım ve bir gece Ankara'da, nezarette kaldıktan sonra, Jandarma nezaretinde şiddetli soğuk içinde altın bilezikle kelepçeli olarak, otobüsle Samsun'a müteveccihen hareket ettik. Jandarmalar öğle namazı için Çorum'da bilezikleri çıkardılar. Bir daha da takmadılar.
"Halbuki şu zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil, şahis ne kadar dâhi ve hatta yüz dâhi derecesinde olsa bir cemaatin mümessili olamazsa, bir cemaatin şahs-ı manevisine karşı mağluptur.'
"Hz. Üstadımızın bu beyanından, fert olarak, cemaat olarak alacağımız hisseler vardır. Bu zamanda Risale-i Nur, asrın idrakine hitap eder Kur'anî bir derstir. Bütün imanî ve Kur'anî mes'eleleri mâkûl ve müdellel şekilde ispat ve izah etmektedir. Kitap olarak, eser olarak, gerçek böyle olmakla beraber, hayattar bir şahs-ı manevînin, mütesanid bir heyetin mevcudiyeti de, müminlere aynı zamanda nokta-i istinat teşkil eder.
"1950'de Afyon'dan tahliyeden sonra dahi Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki'ye yazdığı mektubunda Nur'ların resmen neşrini taleb etmişti ve izin vermişti. İki takım el yazma ve teksir hatt-ı Kur'ân ile yazılmış Nur mecmualarını Ankara'ya benimle göndermişti.
"Diyanet dairesi, neden kendi öz malına sahip çıkmaz? Gerçi çok mensupları ruh-u canla sahip çıktılar. Medar-ı iftihar hoca efendilerimiz ve Nur'un birer kahramanı Erzurum'da, İzmir'de, Akhisar'da, Antakya'da, Urfa'da, İstanbul'da ve her yerde çoklar var. Allah razı olsun. Yeni nesillerin, gençliğin imdadına koştular. Temennimiz Diyanetin de, Maarifin de resmen sahip çıkmasıdır.
"Hz. Üstadın odası ayrı idi. Bizi de yanına hizmetine kabul buyurdular. O günlerdeki ders ve haletleri etraflıca ifade edebilmek zaten mümkün değil. Yalnız şurasını hemen ifade edeyim ki: Hz. Üstadın âhir hayatında talebelerinden böyle bir cemaat ile bir evde bulunmaları, Risale-i Nur hizmetine ait yeni bir safhanın, yeni bir inkişafın, umuma taalluk eden bir hizmetin tezahürü idi. Bizim için bu, ne kadar şerefli, ulvî bir mazhariyet ise, mes'uliyetimiz noktasından da büyük ve ağır bir emanetin tevdii idi. Nitekim ileride bir gün buyurdular: 'Baş bir batman taşı kaldırdığı halde, göz bir saçı dahi kaldıramaz. Siz, burada benim yanımda başta göz gibisiniz. Az bir suçunuz da, ameliniz de büyüktür' diye ifadede bulunmuşlardı. 'Şüphesiz, lâyıkıyla o kudsi hizmeti ifa edemediğimi daima itiraf ederim... Onun şefkat ve himmetini ve duasını talep ediyoruz.
Hz. Üstad bu ilk vasiyetini 1946 yılında yazmıştı. Burada zikredilen Mustafa'lardan birisi Mustafa Acet, diğeri de Mustafa Gül. Bu zatlardan hayatta olanlar: Mustafa Sungur, Mehmet Kayalar, Hüsnü(Bayram), Bayram(Yüksel), Abdullah (Yeğin), Ahmet Aytimür, Tillolu Said (Özdemir) ve Seyyid Salih(Özcan).
VASİYETNAMEDİR
"Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Varislerim!
"Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim mekrûkâtım ve Risale-i Nurdan olan benim hususî kitaplarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, gül ve Nur fabrikaların hey'etine, başta Husrev ve Tahirî olarak o hey'etten on iki (*) kahraman kardeşime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye îmaniyede çalışsın ve istimâl edilsin.
âş etmeyiniz. Ben teessürattan ve dokuz def'a zehirlenmekten, pek çok zaif olmakla beraber gizli münafıkların desiselerle müteaddid su'-i kastları için bu vasiyeti yazdım; merak etmeyiniz, inâyet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlâhî devam ediyor.
el-Bâkî hüve'l-Bakî
Kardeşiniz
Said NursîSungur ağabey üstaddan sonraki hizmetlerle alakalı ise şöyle konuştu. "Üstad mânen yaşıyor. Her tarafta, dahilde ve hariçte eserleri okunuyor. Gittikçe genişliyor. Talebeleri her tarafta, her yerde git gide çoğalıyor. Şimdi göz kamaştırıcı hizmetler var. Müsbet bir hizmet. İman hizmeti yani. Çokluk, kalabalık için demiyorum bunları. Öyle gençler var ki takva sahibi, marifetullahta ilerlemiş gençler. İmanlı, istikametli, vatana ve millete faydalı gençler...
Bu vatanın mânevî halaskârı olan Risâle-i Nur şimalden gelen dehşetli cereyana mukabele etmiş. Bunun gibi bir çok beyanlar var Risâle-i Nur'da. Şimdi bunlar kendini göstermeye başlıyor. Zaten talebeler itibariyle bunlar tahakkuk etmiş, bir de küllî olarak, bir cereyan halinde, insanlık ve İslâm âleminde elhamdülillah çok hayırlı neticeler vermiştir.
Türkiye'nin her vilayet, kaza ve köylerinde can-ı gönülden Risâle-i Nur okunuyor elhamdülillah. Risâle-i Nur'un bu milletin manevî halaskârı olduğu mânâsı meydana çıkıyor. Hem de ilim ve fenlerle beraber... İlim ve fenlerle beraber derken de muradım şudur: Biliyorsunuz bu kâinat Esmâ-i İlâhiyenin aynasıdır. İnsanlar ve her şey Cenâb-ı Hakkın isimlerinin aynalarıdır. İlimler de öyledir. Meselâ Tıp ilmi Şafî isminin tecellîsi ve mazharıdır. Üstad kâinatı öyle okuyarak ve okutarak dile getirmiş ki, Risâle-i Nur eserlerinde mevcudatı konuşturmuş sanki. Buradan ben milletimize demek isterim ki, Risâle-i Nur'a sahip olsunlar, bilhassa gençler Risâle-i Nur'a sarılsınlar. Risâle-i Nur şimdi her dile tercüme ediliyor. Şu ana kadar 35 dile çevrilmiştir. Rusça'ya 15 kitap tercüme edildi. Endonezya'daki 230 milyon Müslüman'a Mektubat, Lem'alar, Mesnevî-i Nuriye ve Tarihçe-i Hayat binlerce basılmış. İşte orada herbirinde Üstad var. Şimdi Çince'ye de tercüme ediliyor. Talebeler hep gayret gösteriyorlar.
En başta Almanya. Eskiden beri orada devam ediyor. Ondan sonra Mısır ve Kahire'de Arapça külliyat yayılıyor. Uzakdoğuda ise Malezya'da, Endonezya'da, Filipinler'de, Japonya'da, Güney Kore'de, Kuzey Kore'de. Güney Afrika'da, bilhassa Fas ve Cezayir'de elhamdülillah. Amerika'da, hemen hemen her tarafta var elhamdüllilah. Gayretler oluyor. Muhataplar çoğalıyor. Dersaneler doluyor. Ellerinde mevcut olan risaleleri neşrediyorlar ve okuyorlar da. Bunun için birbirlerine karşı kalben ayrılık kalkıyor, uhuvvet ve sohbet başlıyor. Ayrılık bir nevî birliğe, dirliğe dönüşüyor.
Nur talebeleri kendileri Risâle-i Nur'dan mesaj alıyorlar. Risâle-i Nur'da iki cihet var. Biri delil ve hüccetle dolu. Her şeyi aklen makul bir şekilde izah ve ispat ediyor. Biri de; manevî feyzi var. Yani Üstad “Risâle-i Nur'un okunduğu yerde hazırım” diyor. Ne demek yani? Demek ki Üstad ruhen çok yüksek bir zattır. Bütün hayatı istikamet ve takva ile gitmiş. Hep ilimle meşgul olmuş. Böyle olunca onun ruh, kalp, akıl ve lâtifeleri çok inkişaf etmiş. Âlemi bir saray gibi temaşa etmiş. Onun talebelerinde bile öyle olanlar var elhamdülillah.
Ömer SAYGILI
0
0 0 0