Hakîkat-i Ahmediye

kasif1

Well-known member
Hakikat, hak kökünden türetilmiş bir lafızdır ve zatında var olan, ayrıca gerçek, doğru ve sabit mânâlarına da gelen.. bütün bunların yanında insanların koruyup kollaması, saygı duyup ihtiramda bulunması ve güvenip itimat etmesi gerekli görülen hususlar için de kullanılan bir kelimedir.

Tasavvuf ıstılahında bu kelime, hak yolcusunu Allah'a ulaştıran dört makam veya dört mertebenin üçüncüsüdür ki, şeriat, tarikat ve mârifet gibi diğer basamaklarıyla o, "fenâ fillâh" ve "beka billâh"a uzanan güzergâhın en önemli kademelerinden biri sayılmıştır. Ahmediye kelime-i mübarekesi ise, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm Efendimiz'e (aleyhi ekmelüttehâyâ) nisbeti ifade eden ve bir anlamda Ahmedîlik –biz, yanlış mânâlara kapı aralayan bu kelimeyi kullanmıyoruz– demek olan bir kiptir.

Sofîler Hakikat-i Ahmediye'yi –bazılarına göre Hakikat-i Muhammediye– akl-ı evvel, dürre-i beyzâ, akl-ı küll, nüve-i kâinât ve taayyün-ü evvel sözleriyle de dillendirmişlerdir ki, bunların hepsinden maksûd, sebeb-i hilkat-i kâinat olan Efendimiz'in mâhiyet-i mâneviye ve mâhiyet-i kaderiyesidir. "Kader O'nu seçti, rahmet yoluna su serpti / O Zât hem bir çekirdek hem de meyve idi..." (likailih)

Bazı sofîlere göre, akl-ı evvel diye ifade edilen hakikatle, evvelen ve bizzat Hazreti Ruh-u Kâinat Ahmed aleyhi ekmelütteslîmât; sâniyen ve bilaraz sâir enbiyâ-i izâm ve rusül-i fihâm hazerâtı kastedilmektedir. Bunun yanında sofiyyûn, akl-ı evsat, akl-ı âhir, akl-ı meâş, akl-ı meâd, akl-ı dünyâ, akl-ı ukbâ ve akl-ı kuds... gibi daha bir kısım akıllardan da bahsederler ki, bunlar da bir mânâda akl-ı evvelin inkişaf ve açılımlarından ibaret sayılmıştır. Bu akıllardan bazıları eflâkte izzet ve azamete perdedarlık vazifesi görmekte; bazıları eşya ve hâdiselere nezaretle muvazzaf; bazıları esbab planında canlılardaki insiyak ve ihsaslara nezaretçi; bazıları da insan irade, ilham ve mevâridinin alkışçısı akıllardır. Burada felsefecilerin "ukûl-u aşere" nazariyelerine benzeyen bir ifade söz konusu olsa da mutasavvıfîn, farklı tecellî dalga boyundaki teveccühlere hep böyle bakmış ve onları ulvîsi, a'lâsı ve mutavassıtı itibarıyla böyle isimlendirmişlerdir. Bu cümleden olarak bir kısım sofîler Cebrâil (aleyhisselâm)'a min vechin "akl-ı âşir" ve min vechin "akl-ı küll"; aşk u iştiyak temsilcisi bazı (müheyyeme) "ukûl-u mücerrede", zâhir ilimlerle iştigal eden ulemânın tezekkür, tefekkür, tedebbür insiyaklarına "akl-ı nazarî", ehl-i keşf ve ehl-i hâlin taakkul, ihsas, ihtisas keyfiyet ve kabiliyetine "akl-ı kuds", mebde ü meâdı birden duyan yüksek istidatlara "akl-ı kâmil", iradenin hakkını verebilen üstün kabiliyet ve idraklere "akl-ı mükteseb" diye gelmişlerdir. Bu hususlar, ehl-i keşf ve ilhamın müşahedelerine dayanan hakaik-ı nisbiye ise, diğerleri, içinde çokça yanılma payları da bulunan bir kısım felsefî faraziyelerdir.

Hakikat-i Ahmediye'nin (aleyhisselâm) önemli bir unvanı olan "akl-ı evvel"e, Efendimiz أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ نُور۪ي –"Allah'ın ilk yarattığı benim nurumdur." beyanıyla imada bulunur; bulunur ve varlık ağacının o nur ve o çekirdekten meydana geldiğini işaretler. أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللّٰهُ الْقَلَمُ – "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diyerek de kâinat kitabını yazan kalem ve daha doğrusu o kalemin mürekkebi olduğunu hatırlatır ki, bunların hemen hepsinin o nur ve ziya-i Hakk'ın bir inkişaf ve inbisatından ibaret olduğu açıktır.

Ayrıca O'na akl-ı evvel denmesi, mesajının mâkuliyetini, temsilinin mâkuliyetini, üslûbunun mâkuliyetini ve akla kapı açıp onun müşahede, mükâşefe ve işhâdına farklı bir değer vereceğini de hatırlatma sayılabilir. Bundan başka, o, hâricî vücudu nokta-i nazarından sadece ve sadece Hazreti Allâmu'l-Guyûb'un mâlumu olması itibarıyla da Ruh-u A'zâm unvanıyla anılmıştır. Kütüb-ü sâlifede "sâhibu's-seyf ve'l-kalem" evsâfıyla yâd edilmesi, O'nun kasemle ifade edilen kalem unvân-ı âlîsini almasına, melek evsâfıyla ittisaf etmesi de "Ruh-u Seyyidi'l-Enâm" pâyesiyle anılmasına vesile olmuştur.. evet, mâhiyet ve donanımı itibarıyla O, melekûtî yanı önde öyle bir vücûd-u necm-i nûrânî kahramanı idi ki, bu mazhariyeti açısından O'na melek demek bile az gelirdi. Beşer suretinde –tenezzül yanı Hakk'ın takdiriyle O'na ait– Kur'ân mesajıyla bize gönderilmesi O'nun vazife ve misyonu itibarıyla idi. O simâ-yı mümtaz ve ruh-u mübeccel, bu sorumluluğunu Hakikat-i Muhammediye (aleyhissalâtü vesselâm) unvân-ı âlîsiyle ekmeliyet ve etemmiyet zirvesinde eda ettikten sonra da اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلَى diyerek vücûd-u câvidânîsiyle ruhanî ve uhrevî seyahatini "beka billâh maallah" şâhikalarında sürdürmek üzere Rûh-u Enver'inin ufkuna yürüdü. Evet O, varlık, eşya ve insanlık âlemi adına ilâhî ilk tecellîydi; mesajı ve hükmüyle de hakikate son noktayı koyan bir söz kesendi. Nizâmî ne hoş söyler: "Kâinat şiiri O'nun adına tanzim edildi, hükmü de bir kafiye gibi sonunda geldi." Bu hususu ifade sadedinde bir hoş söz de İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri söyler:

"Eyledi Hak akl-ı evvelden cihana ibtidâ,
Buldu Âdemle binâ-yı âlem âhir intihâ."

İbtidâda, sebeb-i hilkat-i âlemin nâm-ı celîli Ahmed'dir ve mânâsındaki ziyade ile, O'nun dünyaları bir hamd ü senâ zikirhanesine çevireceğini işaretlemenin yanında, ötelerde bundan daha derin bulunan "livâü'l-hamd" temsilciliğinin biricik mümessili olacağının da remzi gibidir. O, şu haricî vücud âlemini şereflendireceği âna kadar Ahmed (aleyhi ekmelüttehâyâ) unvanıyla yâd edildiğinden dolayıdır ki, Seyyidinâ Hazreti Mesih: وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِنْ بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ – "Benden sonra gelecek ismi Ahmed bir nebiyi müjdelemek üzere geldim." (Saf sûresi, 61/6) ferman-ı ilâhîdeki tebşîrinde Muhammed ism-i şerifine bedel O'nu Ahmed ism-i celîliyle yâd etmiştir.

Bu yaklaşımların yanında, Hakikat-i Ahmediye'yi "taayyün-ü evvel"in farklı bir unvanı kabul edenlerin sayısı da az değildir. Taayyün, bir nesnenin ilim âleminde veya gayb-ı mutlakta başkalarından ayrıştırılarak müteayyin ve mütemeyyiz olmasından ibarettir. Hakikat-i Ahmediye, böyle bir taayyünle sâbıklar sâbıkı ve kendinden sonraki bütün ilmî taayyünlerin de esası ve hakikatidir. Bu yüce taayyünden sonra bir "taayyün-ü sânî" ve bir "taayyün-ü sâlis"ten de söz edilir ki, sofîler, ikinci taayyüne âlem-i ervâh ve üçüncü taayyüne de âlem-i şehadet demişlerdir. Bu itibarla da taayyün-ü Ahmedî veya Muhammedî mutlak kabul edilmiştir, zira O, Hakikatü'l-Hakaik'ı tam aksettiren bir mir'ât-ı mücellâdır.. ve şairin dediği gibi "O mir'ât-ı mücellâda Allah görünür dâim." Evet, Hakikat-i Ahmediye bütün varlığın en eltafı, en eşrefi ve en ekmelidir. O'nun nuru, ins ü cin ve ruhanîlerin basîret ziyası ve sâlim düşüncenin de biricik mâyesidir. O nur ve ziya sayesinde erbab-ı basîret göreceğini doğru görmüş, okuyacağını doğru okumuş ve evc-i kemâlât-ı insâniyeye çıkmıştır. O nur ve ziyaya kapalı yaşayanlarsa nefsâniyet ve cismâniyetin gayyalarına yuvarlanmış, iç içe zulmetler yaşamış ve hiç olmayacak şekilde heder olup gitmişlerdir.

Hakikat-i Ahmediye unvanıyla yâd edilen o taayyün-ü evvel âbidesi, yaşadığımız şu âlemin kapılarını لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ الْأَفْلاَكَ fehvâsınca açan sırlı ve şûlefeşân bir anahtar; risâleti, mesajı ve ubûdiyetiyle de ötelerdeki sürmeli kapıların fettâhı Muhammed unvanlı şeref-i nev'-i insan ve bir fasîh beyandır. (Aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâm)

اَللّٰهُمَّ نَوِّرْ ظَوَاهِرَنَا وَبَوَاطِنَنَا بِأَنْوَارِكَ وَأَنْوَارِ سَيِّدِنَا أَحْمَدَ عَلَيْهِ وَعَلَى اٰلِهِ وَأَصْحَابِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ الصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ
 
Üst