Muhakemat
Şu fakir, garib Nursî ki, Bid'atü'z-zaman lakabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bedîüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.
Bid'atü'z-zaman: Zamanın bid'ası. Zamanın acib ve garibi.
Müsemma: İsimlendirilen, adlandırılan, isimlenen.
Tedenni-i millet: Milletin alçalışı, milletin gerilemesi.
Feryad u figan: Bağırıp çağırma ve ağlayıp sızlama.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Mağz: Öz, iç.
Kışr: Kabuk, dış taraf.
Vakf-ı nazar: Dikkati vermek, düşünceyi vermek ve bağlamak.
Sû'-i fehm: Anlayış kötülüğü, kötü anlayış, yanlış anlama.
Sû'-i edeb: Edepsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık.
Îfa: Yapma, yerine getirme.
Hayalât: Hayaller, hülyalar.
Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te'dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.
İsrailiyat: İsrail oğullarından (yahudilikten) kalma asılsız ve uydurma bilgiler ve hikayeler.
Hikâyat: Hikayeler.
Akaid: İtikada ait hükümler, iman esasları.
Mecazat: Mecazlar.
Hakaik: Hakikatlar, gerçekler ve doğrular.
Te'dib: Edeblendirme, terbiye etme, terbiye verme.
Sefalet: Fakirlik, yoksulluk, perişanlık, düşkünlük.
Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn!.. Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun habl-ül metinine sarılacağız.
İhvan-ı müslimîn: Müslüman kardeşler.
Tarziye: Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dileme.
Habl-ül metin: Sağlam ip. *Mc: İslamiyet . Kur'an-ı Kerim.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...
Bilâ-perva: Korkmadan, çekinmeden.
Efkâr: Fikirler, düşünceler.
Mübareze: Çekişme, kavga, çarpışma, çatışma.
Şecaat: Cesaret, cesurluk, yiğitlik, kahramanlık.
Sevk-ül ceyş: Asker sevki.
İtikad: İnanmak, inanç.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kesin bilgi.
Neşv ü nema: Büyüme ve gelişme.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Mültezim: İltizam eden, üstlenen.
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir. Evet saadet-saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar... Zira mazi kıt'asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra'nın galebe-i mutlak ve istila-i tâmmına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye'stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Hâkim-i mutlak: Sonsuz hakimiyet ve güç sahibi.
Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.
Saadet-saray-ı istikbal: Geleceğin mutluluk sarayı.
Taht-nişin: Tahta oturan.
Maarif: İlim, bilgi, malumat.
Emare: Belirti, ipucu.
Vahşetâbâd: Issız, korku ve ürkeklik verici yer.
Hayme-nişin: Çadırda oturan.
Taassub: Tutucu olma, aşırı bağlılık.
Cehlistan: Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
Menzil-nişin: Evde oturan.
Müzahrefat: Pislikler, süprüntüler. *Sahtelikler, yalancılıklar.
İstibdad: Zulüm ve baskı, kaksızlık ve zorbalık.
Şeriat-ı Garra: Parlak ve nurlu şeriat, islâm dini.
Galebe-i mutlak: Mutlak galibiyet, kayıtsız ve şartsız üstünlük.
İstila-i tâmmına: Tam olarak istilasına.
Zîr ü zeber: Alt üst, darmadağın.
Cehalet: Cahillik, bilgisizlik.
Kıssîs: Keşiş, papaz, Hıristiyan din adamı.
Riyaset: Reislik, başkanlık.
İstibdad-ı mütenevvi: Çeşit çeşit baskı ve zorbalık.
Müşevveşiyet-i ahval: Hallerinin karışıklığı, durumlarının düzensizliği.
Atalet: Tembellik, işsizlik, boş durma, hareketsizlik.
İntaç: Netice verme, doğurma, meydana getirme.
Ye's: Ümitsizlik.
Şems-i İslâmiyet: İslâmiyet güneşi.
Küsuf: Karanlık dönem, kararma.
Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Zevahir-i İslâmiyet: İslam dininin görünen ve göze çarpan kısımları.
Mesail-i fünun: Fenlerin meseleleri, fenlerin konuları.
Hayal-i bâtıl: Asılsız ve uydurma hayal.
Müsademet: Çarpışmalar, vuruşmalar.
Münakazat: Zıtlık, uymazlık, tutarsızlık.
Fünun: Fenler, ilimler.
Himmet-i merdane: Mertçe çalışma ve çaba.
Meyl-i taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma meyli.
Muhabbet-i insaniyet: İnsanlık sevgisi.
Meyl-i insaf: İnsaf meyli.
Techiz: Cihazlandırma, donatmak.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet'i münkesif ettiren, sû'-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil'aceb!... Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû'-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye'si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes'eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes'elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Münkesif: Tutulmuş, tutulan.
Sû'-i tefehhüm: Kötü anlayış, yanlış anlayış.
Tevehhüm-ü müsademet ve muhalefet: Çatışmaların ve zıtlığın bulunduğunu sanma.
Feya lil'aceb: Acayip şey! Şaşılacak şey, hayret!.
Muarız: Karşı çıkan, karşı gelen.
Seyyid: Efendi.
Mürşid: Doğru yolu gösteren.
Ulûm-u hakikiye: Gerçek ilimler.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Tevehhüm-ü bâtıl: Asılsız ve uydurma düşüncelere kapılma, gerçek dışı kuruntulara kapılma.
Bâb-ı medeniyet: Medeniyet kapısı.
Ekrad: Kürtler.
Zevahir-i diniye: Dinle ilgili görünüşler, dine ait görünüşler.
Mesailine: Meselelerine, konularına.
Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
Küreviyet-i arz: Yerin (dünyanın) yuvarlaklığı.
Münafî: Zıt, ters, aykırı.
Bedihî: Açık, belli.
Mükâbere: Tartışmada kurala aykırı olarak ağız kalabalığıyla karşısındakini alt etmeye çalışma. *Haksızlığını bildiği halde laf kalabalığıyla karşısındakini susturmaya çalışma.
Ey benim şu kitabıma im'an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a'da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
İm'an-ı nazar: Dikkatlice ve inceden inceye bakmak.
Tarîk-ı müstakim: İstikametli yol, doğru yol.
Ehl-i tefrit: Tefrit edenler.
Teşkikat: Şüpheler, şüphelendirmeler, şüpheler atma.
Canib: Yön, taraf.
Sadîk-ı ahmak: Ahmak dost.
Ehl-i ifrat: İfrat edenler, aşırı gidenler.
Zahirperest: Dış görünüşe kıymet veren, dış görünüşe dikkat edip iç yüze aldırış etmeyen.
Tard: Kovma.
Rehber-i hakikat: Gerçeğin yol göstericisi.
Âlem-i İslâmiyet: İslâmiyet âlemi.
Kemal-i ümid-i zafer: Tam bir zafer ümidi.
Muhakkikîn-i İslâm: İslâm dini araştırmacıları.
Elhasıl:
Maksadım: Ol elmas kılınca saykal vurmaktır.
Elhasıl: Kısacası, özetle.
Saykal: Cila, parlatıcı.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i'lam demektir?..
Ulûm-u mütearife: Herkesçe bilinen ve tanınan ilimler.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Telahuk-u efkâr: Fikirlerin eklenmesi, düşüncelerin birbirine katılması.
Tecarüb: Tecrübeler.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar.
Meydan-ı bedahet: Görünme ve bilinme alanı, apaçıklık sahası.
Mesail: Meseleler, konular.
İ'lam: Bildirme, anlatma.
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.
Cevaben: Cevap olarak.
Maatteessüf: Ne yazık ki, teessüfle beraber.
İştirak: Katılma, ortak olma, ortaklık.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Sureten: Şekil olarak, görünüşçe, suretçe.
Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
Cihetiyle: Yönüyle.
Kurûn-u vustâ: Orta çağ, orta asırlar.
Muasırlar: Aynı asırda yaşayan.
Asır: Yüz yıl.
Enmuzec: Nümune, misal, örnek.
Bedihiyat: Açıklık, açık olma, belli olma.
Mevhumat: Asılsız olanlar, gerçek dışı olanlar, hayal ürünleri.
Şu fakir, garib Nursî ki, Bid'atü'z-zaman lakabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bedîüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.
Bid'atü'z-zaman: Zamanın bid'ası. Zamanın acib ve garibi.
Müsemma: İsimlendirilen, adlandırılan, isimlenen.
Tedenni-i millet: Milletin alçalışı, milletin gerilemesi.
Feryad u figan: Bağırıp çağırma ve ağlayıp sızlama.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Mağz: Öz, iç.
Kışr: Kabuk, dış taraf.
Vakf-ı nazar: Dikkati vermek, düşünceyi vermek ve bağlamak.
Sû'-i fehm: Anlayış kötülüğü, kötü anlayış, yanlış anlama.
Sû'-i edeb: Edepsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık.
Îfa: Yapma, yerine getirme.
Hayalât: Hayaller, hülyalar.
Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te'dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.
İsrailiyat: İsrail oğullarından (yahudilikten) kalma asılsız ve uydurma bilgiler ve hikayeler.
Hikâyat: Hikayeler.
Akaid: İtikada ait hükümler, iman esasları.
Mecazat: Mecazlar.
Hakaik: Hakikatlar, gerçekler ve doğrular.
Te'dib: Edeblendirme, terbiye etme, terbiye verme.
Sefalet: Fakirlik, yoksulluk, perişanlık, düşkünlük.
Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn!.. Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun habl-ül metinine sarılacağız.
İhvan-ı müslimîn: Müslüman kardeşler.
Tarziye: Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dileme.
Habl-ül metin: Sağlam ip. *Mc: İslamiyet . Kur'an-ı Kerim.
Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...
Bilâ-perva: Korkmadan, çekinmeden.
Efkâr: Fikirler, düşünceler.
Mübareze: Çekişme, kavga, çarpışma, çatışma.
Şecaat: Cesaret, cesurluk, yiğitlik, kahramanlık.
Sevk-ül ceyş: Asker sevki.
İtikad: İnanmak, inanç.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kesin bilgi.
Neşv ü nema: Büyüme ve gelişme.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Mültezim: İltizam eden, üstlenen.
Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir. Evet saadet-saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar... Zira mazi kıt'asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra'nın galebe-i mutlak ve istila-i tâmmına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye'stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Hâkim-i mutlak: Sonsuz hakimiyet ve güç sahibi.
Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.
Saadet-saray-ı istikbal: Geleceğin mutluluk sarayı.
Taht-nişin: Tahta oturan.
Maarif: İlim, bilgi, malumat.
Emare: Belirti, ipucu.
Vahşetâbâd: Issız, korku ve ürkeklik verici yer.
Hayme-nişin: Çadırda oturan.
Taassub: Tutucu olma, aşırı bağlılık.
Cehlistan: Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
Menzil-nişin: Evde oturan.
Müzahrefat: Pislikler, süprüntüler. *Sahtelikler, yalancılıklar.
İstibdad: Zulüm ve baskı, kaksızlık ve zorbalık.
Şeriat-ı Garra: Parlak ve nurlu şeriat, islâm dini.
Galebe-i mutlak: Mutlak galibiyet, kayıtsız ve şartsız üstünlük.
İstila-i tâmmına: Tam olarak istilasına.
Zîr ü zeber: Alt üst, darmadağın.
Cehalet: Cahillik, bilgisizlik.
Kıssîs: Keşiş, papaz, Hıristiyan din adamı.
Riyaset: Reislik, başkanlık.
İstibdad-ı mütenevvi: Çeşit çeşit baskı ve zorbalık.
Müşevveşiyet-i ahval: Hallerinin karışıklığı, durumlarının düzensizliği.
Atalet: Tembellik, işsizlik, boş durma, hareketsizlik.
İntaç: Netice verme, doğurma, meydana getirme.
Ye's: Ümitsizlik.
Şems-i İslâmiyet: İslâmiyet güneşi.
Küsuf: Karanlık dönem, kararma.
Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Zevahir-i İslâmiyet: İslam dininin görünen ve göze çarpan kısımları.
Mesail-i fünun: Fenlerin meseleleri, fenlerin konuları.
Hayal-i bâtıl: Asılsız ve uydurma hayal.
Müsademet: Çarpışmalar, vuruşmalar.
Münakazat: Zıtlık, uymazlık, tutarsızlık.
Fünun: Fenler, ilimler.
Himmet-i merdane: Mertçe çalışma ve çaba.
Meyl-i taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma meyli.
Muhabbet-i insaniyet: İnsanlık sevgisi.
Meyl-i insaf: İnsaf meyli.
Techiz: Cihazlandırma, donatmak.
Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet'i münkesif ettiren, sû'-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil'aceb!... Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû'-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye'si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes'eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes'elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Münkesif: Tutulmuş, tutulan.
Sû'-i tefehhüm: Kötü anlayış, yanlış anlayış.
Tevehhüm-ü müsademet ve muhalefet: Çatışmaların ve zıtlığın bulunduğunu sanma.
Feya lil'aceb: Acayip şey! Şaşılacak şey, hayret!.
Muarız: Karşı çıkan, karşı gelen.
Seyyid: Efendi.
Mürşid: Doğru yolu gösteren.
Ulûm-u hakikiye: Gerçek ilimler.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Tevehhüm-ü bâtıl: Asılsız ve uydurma düşüncelere kapılma, gerçek dışı kuruntulara kapılma.
Bâb-ı medeniyet: Medeniyet kapısı.
Ekrad: Kürtler.
Zevahir-i diniye: Dinle ilgili görünüşler, dine ait görünüşler.
Mesailine: Meselelerine, konularına.
Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
Küreviyet-i arz: Yerin (dünyanın) yuvarlaklığı.
Münafî: Zıt, ters, aykırı.
Bedihî: Açık, belli.
Mükâbere: Tartışmada kurala aykırı olarak ağız kalabalığıyla karşısındakini alt etmeye çalışma. *Haksızlığını bildiği halde laf kalabalığıyla karşısındakini susturmaya çalışma.
Ey benim şu kitabıma im'an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a'da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
İm'an-ı nazar: Dikkatlice ve inceden inceye bakmak.
Tarîk-ı müstakim: İstikametli yol, doğru yol.
Ehl-i tefrit: Tefrit edenler.
Teşkikat: Şüpheler, şüphelendirmeler, şüpheler atma.
Canib: Yön, taraf.
Sadîk-ı ahmak: Ahmak dost.
Ehl-i ifrat: İfrat edenler, aşırı gidenler.
Zahirperest: Dış görünüşe kıymet veren, dış görünüşe dikkat edip iç yüze aldırış etmeyen.
Tard: Kovma.
Rehber-i hakikat: Gerçeğin yol göstericisi.
Âlem-i İslâmiyet: İslâmiyet âlemi.
Kemal-i ümid-i zafer: Tam bir zafer ümidi.
Muhakkikîn-i İslâm: İslâm dini araştırmacıları.
Elhasıl:
Maksadım: Ol elmas kılınca saykal vurmaktır.
Elhasıl: Kısacası, özetle.
Saykal: Cila, parlatıcı.
Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i'lam demektir?..
Ulûm-u mütearife: Herkesçe bilinen ve tanınan ilimler.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Telahuk-u efkâr: Fikirlerin eklenmesi, düşüncelerin birbirine katılması.
Tecarüb: Tecrübeler.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar.
Meydan-ı bedahet: Görünme ve bilinme alanı, apaçıklık sahası.
Mesail: Meseleler, konular.
İ'lam: Bildirme, anlatma.
Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.
Cevaben: Cevap olarak.
Maatteessüf: Ne yazık ki, teessüfle beraber.
İştirak: Katılma, ortak olma, ortaklık.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Sureten: Şekil olarak, görünüşçe, suretçe.
Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
Cihetiyle: Yönüyle.
Kurûn-u vustâ: Orta çağ, orta asırlar.
Muasırlar: Aynı asırda yaşayan.
Asır: Yüz yıl.
Enmuzec: Nümune, misal, örnek.
Bedihiyat: Açıklık, açık olma, belli olma.
Mevhumat: Asılsız olanlar, gerçek dışı olanlar, hayal ürünleri.
Said Nursi