İlim-irfan
Well-known member
Tokat’tan Mehmet Berk Tayyar’ın birinci sorusunu Pazartesi günü cevaplandırmıştım. Araya başka konular girdi. İkinci sorusunu da bugün cevaplamaya çalışalım. Tayyar’ın ikinci sorusu da şöyle: “Osmanlı’da Harem Müessesesi nasıl işlerdi? Gerçekten de Harem ağaları hadım edilir miydi?”
Bu konu soru-cevap çerçevesine sığmayacak kadar geniştir sevgili Mehmet Berk. İlk fırsatta müstakilen ele almayı düşünüyorum.
Şimdilik şu kadarını belirteyim ki, “Harem Ağalığı” saray içinde yüksek bir rütbe idi ve harem ağaları çok itibarlı insanlardı.
Düşünün ki, padişahın tüm ailesinden sorumluydular. İtibarları ve gelirleri buna göre idi. Bu yüzden de her türlü cefasına katlanıp “haremağası” olmak isteyenlerin sayısı oldukça çoktu.
Hareme girebilmenin şartı ya doğuştan kadın olmak, ya da erkekliğini kaybetmiş olmaktı.
Tabiatıyla haremağaları erkekliği giderilmiş (hadım edilmiş) insanlar arasından seçilirdi…
Ama bu iş genel olarak İstanbul’da yapılmaz, haremağası adayları iğdiş edilmiş olarak İstanbul’a getirilirdi. Bu iş umumiyetle Mısırlı esir tüccarları tarafından yapılırdı.
Saray haremağası ihtiyacını bunların arasından seçer, eğittikten sonra görevlendirirdi.
Bir bakıma padişahların namusu onlara emanetti. Bu yüzden de haremağası seçiminde ahlâki yapı ve karakter çok önemli bir rol oynardı.
Harem hayatına gelince: Öncelikle belirtmeliyim ki, “Osmanlı’da Harem” üzerine yazılmış bazı kitaplarla yapılmış filmlerde gerçek dışına çıkılmış, harem istismar edilmiş, Osmanlı’yı, özellikle de Osmanlı padişahlarını kirletme çabasına girilmiştir.
Hiçbir yabancı gezgin hareme girememiş, ancak girmiş ve görmüş gibi herkes çalakalem bir şeyler yazmıştır.
“Şark fantezileri”ne düşkün insanlar da bunları gerçek olarak kabul etmiştir. Bu yüzden harem hakkındaki yanlış izlenimleri yok etmek fevkalâde güçtür.
Hemen şunu söylemeliyim ki, harem, dayatıldığı gibi bir “zevk ve eğlence merkezi” değil, bir yandan padişahların aile ocağı, diğer yandan ise bir üniversitedir.
Osmanlı sarayında biri erkeklere (Enderun), diğeri kadınlara (harem) mahsus iki üniversite vardır: Enderun’da geleceğin yöneticileri yetiştirilirken, haremde o yöneticilere eşlik edebilecek zekâ, kapasite, beceri ve birikimde kadın yetiştirilmektedir.
Padişahların zamanı, yazıldığı gibi, zevk-u sefa ile geçseydi, baş döndürücü bir hızla aşiretten beyliğe, oradan devlete, oradan imparatorluğa çıkılabilir, Osmanlı Devleti kısa süre içinde çağının en büyük devletlerinin önüne geçebilir miydi?
Osmanlı asırlarında “Harem-i Hümayun” olarak anılan harem, padişahların anneleri, kadınları (haseki), ikballeri, şehzadeleri, kızları (sultan) ile onlara hizmet eden usta, kalfa ve cariye gibi kadın hizmetçilerin yetiştirildiği saray bölümüdür.
Harem, “Dar’üs-saade”, “İffet-saray-ı Şahane”, “Harem-i Has”, “Saray-ı duhteran”, “Harem-i İsmet-makrun” gibi isimlerle de anılmıştır. Genel olarak Edirne Sarayı’nda başladığı kabul edilmektedir. Oradan önce Saray-ı Âmire’ye (bugünkü İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan yer), sonra da diğer saraylara geçmiştir.
Şunu bilmek lâzımdır ki, Topkapı Sarayı’nda hak vardır, hukuk vardır, adâlet vardır, fazilet vardır, ahlâk vardır, hayâ vardır ve tabii sınırlar vardır. Padişahlar bile bu sınırları aşamaz, kuralların dışına çıkamazlardı.
Kısacası Osmanlı sarayında İslâmın ruhuna uygun bir hayat yaşanırdı. Bu çerçevede günde beş vakit ezan okunup cemaatle namaz kılınır, haremin hemen yanı başındaki Hırka-i Saadet Dairesi’nde ise her gün yirmi dört saat Kur’an okunurdu…
Dini hayat çoğunlukla Şeyhülislam tarafından denetlenir, namazda, oruçta ihmal olup olmadığı gözlemlenirdi.
Hal böyle iken, yabancılarla kültürümüze en az “yabancılar” kadar yabancılaşmış yazarlar, kafalarındaki “entrika masalları”nı yazıp durmakta, süt banyoları gibi, hareme ilişkin fanteziler uydurmaktadırlar.
Yani Harem, bazı yazarların ve yabancı romancıların anlatımında ısrarla işlediği gibi bir “entrika merkezi” değil, özenle seçilmiş, her türlü sınavdan geçirilmiş, ahlâki duruşu belirlenmiş güvenilir birkaç hadım “Haremağası” dışında, hiçbir erkeğin giremeyeceği müstesna bir yerleşim ve “yaşam merkezi”dir.
Öylesine sıkı bir denetim altındadır ki, Padişahlar bile canları her istediğinde hareme giremez, ancak “Valide Sultan”dan (padişahın annesi ve haremin başkomutanı) “izin” aldıktan ve yolu yordamı (günü, saati) belirlendikten sonra, hareme girebilmektedir.
Padişah haremde gözükünce, köşe başlarını tutmuş ak ve kara hadımlar, bastonlarını döşemelere vura vura, “Hünkâr, destuuurrr!” diye bağırır, harem halkını uyarırlardı. Bu uyarı ile namahrem olanlar kaçışır, padişah bütün cariyeleri bir arada hiç görmezdi.
Bu konunun detaylarını merak eden okurlarıma Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Osmanlı’da Harem” isimli kitabını öneriyorum.
Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
27/02/2010
Bu konu soru-cevap çerçevesine sığmayacak kadar geniştir sevgili Mehmet Berk. İlk fırsatta müstakilen ele almayı düşünüyorum.
Şimdilik şu kadarını belirteyim ki, “Harem Ağalığı” saray içinde yüksek bir rütbe idi ve harem ağaları çok itibarlı insanlardı.
Düşünün ki, padişahın tüm ailesinden sorumluydular. İtibarları ve gelirleri buna göre idi. Bu yüzden de her türlü cefasına katlanıp “haremağası” olmak isteyenlerin sayısı oldukça çoktu.
Hareme girebilmenin şartı ya doğuştan kadın olmak, ya da erkekliğini kaybetmiş olmaktı.
Tabiatıyla haremağaları erkekliği giderilmiş (hadım edilmiş) insanlar arasından seçilirdi…
Ama bu iş genel olarak İstanbul’da yapılmaz, haremağası adayları iğdiş edilmiş olarak İstanbul’a getirilirdi. Bu iş umumiyetle Mısırlı esir tüccarları tarafından yapılırdı.
Saray haremağası ihtiyacını bunların arasından seçer, eğittikten sonra görevlendirirdi.
Bir bakıma padişahların namusu onlara emanetti. Bu yüzden de haremağası seçiminde ahlâki yapı ve karakter çok önemli bir rol oynardı.
Harem hayatına gelince: Öncelikle belirtmeliyim ki, “Osmanlı’da Harem” üzerine yazılmış bazı kitaplarla yapılmış filmlerde gerçek dışına çıkılmış, harem istismar edilmiş, Osmanlı’yı, özellikle de Osmanlı padişahlarını kirletme çabasına girilmiştir.
Hiçbir yabancı gezgin hareme girememiş, ancak girmiş ve görmüş gibi herkes çalakalem bir şeyler yazmıştır.
“Şark fantezileri”ne düşkün insanlar da bunları gerçek olarak kabul etmiştir. Bu yüzden harem hakkındaki yanlış izlenimleri yok etmek fevkalâde güçtür.
Hemen şunu söylemeliyim ki, harem, dayatıldığı gibi bir “zevk ve eğlence merkezi” değil, bir yandan padişahların aile ocağı, diğer yandan ise bir üniversitedir.
Osmanlı sarayında biri erkeklere (Enderun), diğeri kadınlara (harem) mahsus iki üniversite vardır: Enderun’da geleceğin yöneticileri yetiştirilirken, haremde o yöneticilere eşlik edebilecek zekâ, kapasite, beceri ve birikimde kadın yetiştirilmektedir.
Padişahların zamanı, yazıldığı gibi, zevk-u sefa ile geçseydi, baş döndürücü bir hızla aşiretten beyliğe, oradan devlete, oradan imparatorluğa çıkılabilir, Osmanlı Devleti kısa süre içinde çağının en büyük devletlerinin önüne geçebilir miydi?
Osmanlı asırlarında “Harem-i Hümayun” olarak anılan harem, padişahların anneleri, kadınları (haseki), ikballeri, şehzadeleri, kızları (sultan) ile onlara hizmet eden usta, kalfa ve cariye gibi kadın hizmetçilerin yetiştirildiği saray bölümüdür.
Harem, “Dar’üs-saade”, “İffet-saray-ı Şahane”, “Harem-i Has”, “Saray-ı duhteran”, “Harem-i İsmet-makrun” gibi isimlerle de anılmıştır. Genel olarak Edirne Sarayı’nda başladığı kabul edilmektedir. Oradan önce Saray-ı Âmire’ye (bugünkü İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan yer), sonra da diğer saraylara geçmiştir.
Şunu bilmek lâzımdır ki, Topkapı Sarayı’nda hak vardır, hukuk vardır, adâlet vardır, fazilet vardır, ahlâk vardır, hayâ vardır ve tabii sınırlar vardır. Padişahlar bile bu sınırları aşamaz, kuralların dışına çıkamazlardı.
Kısacası Osmanlı sarayında İslâmın ruhuna uygun bir hayat yaşanırdı. Bu çerçevede günde beş vakit ezan okunup cemaatle namaz kılınır, haremin hemen yanı başındaki Hırka-i Saadet Dairesi’nde ise her gün yirmi dört saat Kur’an okunurdu…
Dini hayat çoğunlukla Şeyhülislam tarafından denetlenir, namazda, oruçta ihmal olup olmadığı gözlemlenirdi.
Hal böyle iken, yabancılarla kültürümüze en az “yabancılar” kadar yabancılaşmış yazarlar, kafalarındaki “entrika masalları”nı yazıp durmakta, süt banyoları gibi, hareme ilişkin fanteziler uydurmaktadırlar.
Yani Harem, bazı yazarların ve yabancı romancıların anlatımında ısrarla işlediği gibi bir “entrika merkezi” değil, özenle seçilmiş, her türlü sınavdan geçirilmiş, ahlâki duruşu belirlenmiş güvenilir birkaç hadım “Haremağası” dışında, hiçbir erkeğin giremeyeceği müstesna bir yerleşim ve “yaşam merkezi”dir.
Öylesine sıkı bir denetim altındadır ki, Padişahlar bile canları her istediğinde hareme giremez, ancak “Valide Sultan”dan (padişahın annesi ve haremin başkomutanı) “izin” aldıktan ve yolu yordamı (günü, saati) belirlendikten sonra, hareme girebilmektedir.
Padişah haremde gözükünce, köşe başlarını tutmuş ak ve kara hadımlar, bastonlarını döşemelere vura vura, “Hünkâr, destuuurrr!” diye bağırır, harem halkını uyarırlardı. Bu uyarı ile namahrem olanlar kaçışır, padişah bütün cariyeleri bir arada hiç görmezdi.
Bu konunun detaylarını merak eden okurlarıma Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün “Osmanlı’da Harem” isimli kitabını öneriyorum.
Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
27/02/2010