genc_kalem
Okumak,Yaþamaktýr
Hiçbir Kimseyi İhmal Etmeyen Peygamber Ufku
Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor.
Soru: Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor. Diğer taraftan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), risaletinin ilk zamanlarında iki Ömer’den biriyle dinin teyit buyrulması için dua ediyor. Bu açılardan, bir beldede, iman ve Kur’ân hizmeti adına ilk adımlar atılmaya çalışılırken, muhatap seçiminde, öncelikli olarak o beldenin garipleri sayılabilecek kimseler mi, yoksa toplumun önderleri sayılan şahıslar mı esas alınmalıdır?
Cevap: Değişik münasebetlerle üzerinde durulmaya çalışıldığı gibi “gurbet” kavramının bizim mülâhazalarımız içinde çok önemli ve oturmuş bir yeri vardır. O mülâhazalar çerçevesinde konuyu hatırlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Herhangi bir yararı olmayan yahut ne bir yararı ne de bir zararı söz konusu olan gurbetler olduğu gibi, faydalı ve Hak nezdinde makbul gurbetler de vardır. Sorunuzdaki hadis-i şerifte beyan buyrulan gurbetin ise ikinci kategoride değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, gurbet fertler için mevzubahis olabileceği gibi, aileler, toplumlar hatta bir millet ve ümmet için de söz konusudur. Mesela inandıklarını ifade ve tatbik etme imkânlarından mahrum bulunan ve yaşadıkları ortam içerisinde yabancılık çeken fertler garip olduğu gibi, değişik kanallardan gelen baskılarla preslenen ve günümüzün moda tabiriyle “mahalle baskısına” maruz bırakılan aileler de gariptirler. Nitekim bir kısım İslâmî eserlerde; namaz kılınmayan muhitte bulunan bir mescidin, fâsık bir kimsenin kalbinde ve okunmayan bir evdeki Kur’ân’ın, zalim bir erkeğin nikâhı altındaki sâliha kadının, serkeş ve arsız bir kadınla aynı evi paylaşan sâlih erkeğin ve hâlinden anlamayanların içinde âlim kimsenin gurbeti olmak üzere fert ve toplum hayatında yaşanan çeşit çeşit gurbetlerden bahsedilir. Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en büyük gurbet, hâlden anlamayanların arasında bulunan mânâ erlerinin gurbetidir ve bu mânâdaki gurbetin en büyüğü de, Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gurbetidir, sonra da derecesine göre nübüvvet yolunu temsil etmeye çalışan temsilcilerin gurbeti gelir.
İslâm Coğrafyası ve Gurbet
Gurbet denilince, günümüzde bütün bir İslâm dünyasının yaşamış olduğu gurbet içre gurbetleri hatırlamamak mümkün değildir. Zira 1,5 milyara varan nüfusuyla tarihin hiçbir döneminde ulaşamadığı bir kemmiyete kavuşmuş bulunsa da, ne yazık ki bu mübarek coğrafya, şimdilerde, tarihin hiçbir devrinde yaşamadığı ölçüde hüzünlü bir gurbeti iliklerine kadar hissetmektedir. Evet, dünyanın değişik yerlerinde bulunan az sayıdaki dertli sine ve onların Allah rızası istikametindeki bir kısım mini gayretleri istisna edilecek olursa –ki o mini gayretler içinde de istenen seviyede, ihlâs, samimiyet ve kardeşliğin korunabildiği iddia edilemez– İslâm coğrafyasında Müslümanlar hesabına ne halk ne de idareciler seviyesinde, sağlam bir plan ve projeye dayanan, ileriye matuf, kayda değer, ciddi bir çalışmanın var olduğu söylenemez. Bu açıdan denilebilir ki, bizim dünyamız bir mânâda hesapsız ve mefkûresiz insanlar dünyasıdır. Evet, başka ülke ve milletlerin karşısında âciz, bir silleyle sarsılabilecek, bir kıvılcımla efradı birbirine düşürülüp birbirinin kurdu hâline getirilebilecek içler acısı manzarasıyla bu coğrafya, katmerli gurbetler altında sürüm sürüm bir hâldedir. Yüce Rabbimizden niyaz ederiz, bu ümmete, ulvî gaye ve yüksek mefkûre sahibi, canını dişine takıp dünyanın dört bir bucağında diriliş soluklayan, kardeşleriyle el ele yürürken çevresine hep emn ü eman hisleri neşreden ve bu yolda attığı her adımını şer’-i şerifin kat’î nasslarıyla test eden müstakîm mü’minler bahşeylesin; bahşeylesin de asırlar boyu yaşanan bu hazin gurbeti onlar vesilesiyle hitama erdirip İslâm âleminin yüzünü bir kez daha güldürsün.
İlk Garipler
Asıl konumuza dönecek olursak, sorunuzda da ifade edildiği üzere Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; “
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ
– İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) buyuruyor.
Hadis-i şerifteki, “İslâm garip olarak başladı.” mübarek beyanını, bu dinin; edasından, üslubundan, yolundan, mesajından, hâlinden anlaşılamayan bir cahiliye atmosferinde neş’et ettiği ve onu temsil edenlerin bu tür gurbetlerle imtihan olduğu şeklinde anlayabiliriz. Çünkü bilindiği üzere Mekke müşrikleri uzunca bir zaman İslâm’a karşı direnmiş, onun bir avuç müntesibine boykottan komploya, ondan her türlü eza ve işkenceye kadar yapmadıkları despotluk ve zulüm bırakmamışlardı. Bir diğer taraftan İslâm, ilk neş’et ettiğinde gariplerle temsil edilmiştir. Evet, o ilk temsilcilerinin içinde toplumun ileri gelenlerinden hemen hemen hiç kimse yok gibidir.
Hatırlayacaksınız, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Dihyetü’l-Kelbî (radıyallâhu anh) ile Roma imparatoru Hirakl’e mektup gönderdiğinde, Hirakl Ebû Süfyan’ı çağırtmış ve ona bazı sorular sormuştu. O sorulardan birinde de, Peygamber Efendimiz’i kastederek “O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi garipler mi?” diye sormuş; Ebû Süfyan da, “garipler” diye cevap vermişti. İşte bu garipler, kendi toplumları içinde çok garip karşılanmış ve ciğersûz denecek ölçüde çok garip muamelelere maruz bırakılmışlardır. Fakat o mü’minler bunların hiçbirine takılmamış, her türlü “akabe”yi aşarak, Allah’la münasebetlerini kusursuz denebilecek ölçüde devam ettirmiş ve din-i mübîn-i İslâm’ın intişarında tarihin daha sonraki hiçbir döneminde görülemeyecek ölçüde Allah’ın yüce adının bir bayrak gibi gönül burçlarında dalgalanmasına vesile olmuşlardır.
İslâm’ın İzzeti ve Hazreti Ömer
Sorunuzun diğer vechesini teşkil eden hadis-i şerif ise, “
اللَّهُمَّ أَعِزَّ الْإِسْلَامَ بِأَحَبِّ هَذَيْنِ الرَّجُلَيْنِ إِلَيْكَ بِأَبِي جَهْلٍ أَوْ بِعُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ
– Allah’ım, şu iki adamdan –Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan– sana en sevimli olanı ile İslâm’ı güçlendir.” şeklindedir. Bu mübarek sözlerinin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; Müsned, 2/25) buyurmuştur.
Bu beyan-ı nebevî her şeyden önce O Nebi-yi Zîşan’ın sinesindeki tebliğ aşk ve iştiyakını göstermektedir. Nebiler Serveri’nin, uykularını kaçıracak ölçüdeki o emsalsiz tebliğ sancısını değişik misalleriyle defaatle arz etmeye çalıştığımdan burada sadece, Cenâb-ı Hakk’ın, ilâhî kelamında, O’nun hakkında, “Neredeyse –Kur’ân’a inanmıyorlar diye– Kendini helâk edeceksin!” şeklindeki takdir edalı ta’dîlini hatırlatıp geçmek istiyorum.
İşte ihtimal Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o toplum içinde Hazreti Ömer ve Ebû Cehil gibi kimseleri gözüne kestirmişti. Onların İslâm için çok faydalı olabileceklerini, onlar vesilesiyle nice insanın kurtuluşa erebileceğini düşünüyordu. Elbette ki hidayetleri için dua ettiği kimseler bu iki zattan ibaret değildi. Belki pek çok kimsenin hidayeti için tek tek isimlerini zikrederek Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarıyordu. Mesela, onlardan biri Seyyidina Hazreti Hâlid (radıyallâhu anh) idi. Müslüman olmak için huzur-u risaletpenâhîlerine geldiğinde Kâinatın İftihar Tablosu ona, “Hamdolsun Allah’a ki, seni hidayete erdirdi. Ben zaten senin gibi akıllı bir insanın İslâm’a yöneleceğini umuyordum.” demişti. Demek ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Hazreti Halid ve onun gibi din-i mübîn-i İslâm’a hizmet edebilecek, toplum içinde parmakla gösterilip gözünün içine bakılan şahısların iltihakını bekliyor ve onlar için dua ediyordu.
Bizim gibi sıradan insanların bile, bazı zatlar hakkında, “Allahım, onun kalbini imanla doldur, hem öyle doldur ki, tepeden tırnağa âdeta her tarafında iman nümayan olsun.” diyerek dua ettiğimizi düşünecek olursanız, o En Büyük Mübelliğ’in bu konuda nasıl yana yakıla yalvardığı zannediyorum daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü çevresine müessir olabilecek bu tip insanların kazanılması hak ve hakikatin intişarı adına çok önem arz eder. Bunlardan bazen bir düzine, bazen birkaç, hatta bazen bir insanın “evet” demesiyle bile arkadan fevç fevç dehaletler olabilir. Allah Resûlü’nün Yahudiler hakkında böyle bir ümit taşıdığını biliyoruz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların kanaat önderi diyebileceğimiz önde gelenlerinden birkaç kişinin Müslüman olmasıyla o dinin müntesipleri üzerinde olumlu pek çok değişimin gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ne var ki, Abdullah ibn Selâm, Vehb ibn Münebbih gibi birkaç kişi istisna edilecek olursa, o toplumun önde gelenleri, geleceğini bildikleri ve hatta ne zaman geleceğini dahi bildikleri dine ve onun resûlüne sıcak bakmadı; bakmadı ve böylece hem kendileri hayatlarının en büyük kaybını yaşadı ve hem de onları takip eden, onların peşinden giden nice insana hayatlarının en büyük haybet ve hüsranını yaşattılar. Eğer o dönem Huyeyy b. Ahtab, Ka’b b. Eşref gibi şahıslar Efendiler Efendisi’ne karşı küstahlıkta bulunup O’na saygısızca dil uzatacaklarına O’nu anlamaya çalışsalar, büyüklüğünü kabul edebilseler ve İslâm’a azıcık sıcak bakabilselerdi herhâlde onların peşinden giden nice insan da hak ve hakikati kabullenmiş olurdu.
İşte meseleye bu perspektiften bakıldığında, karakteri ve toplum içindeki konumu itibarıyla Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) gözünden kaçması düşünülemez. Dolayısıyla da Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun hakkında Cenâb-ı Allah’a dua etmesi –yukarıda zikredilen mülâhazalar ışığında bakıldığında– gayet yerinde olur. Evet, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) kastederek, “Allahım onunla bu dini aziz kıl.” diye yalvarması O’nun hem tebliğ sancısı, hem de fetanet ufku açısından gayet muvafık düşmektedir.
Zaten Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bereket dolu hayatlarına baktığımızda bu hususu açık ve net bir şekilde görebiliriz. Çünkü onun Müslüman olmasıyla, o dönemde çeşitli eziyetlere maruz kalan Müslümanların Allah ve Resûlü’ne olan inançları daha bir kuvvetlenmiş, Kâdir-i Mutlak olan Rabb-i Kerimlerinin havl ve kuvvetine itimatları daha bir artmıştır. Evet, Abdullah ibn Mes’ud hazretlerinin de ifade buyurdukları gibi Hazreti Ömer’in İslâm’a dehaletiyle Müslümanlar ruhlarındaki izzeti bir kere daha derinlemesine duymuştur. Allah Resûlü’nün bu âlemdeki terakkisini tamamlayıp kendi ruh ufkunun enginliklerine yürümesinden sonra da, Hazreti Ömer, Allah Resûlü’nün ikinci halifesi olmuş, İslâm’ın intişarında çok önemli hizmetlerde bulunmuş, pek çok beldeler fethetmiş ve dünya muvazenesini tehdit eden iki devleti hizaya getirerek Müslümanların bu muvazenede hak ettikleri konumu ihraz etmelerine vesile olmuştur. Evet, ne taraftan bakarsanız bakınız, o zat, tarihin emsalini kaydetmekten âciz kaldığı müstesna bir kâmet, müstesna bir şahsiyettir.
Kimseyi İhmal Etmeye Hakkımız Yoktur
Buraya kadar anlatılanlardan şu sonuca varabiliriz. Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) hayat-ı seniyyelerine bir bütün olarak bakıldığında O Rehber-i Ekmel’in bütün ömrü boyunca hem toplumun ileri gelenleriyle meşgul olup ilgilendiği, hem de kendini ifade edemeyen, ezilen, parya muamelesi gören gariplere kucak açıp onlarla alâkadar olduğu görülür. Evet, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) bütün hayatı boyunca âdeta bu iki ucu bir araya getirmek için kendini helak edercesine çabalayıp durmuştur. Tabiî o engin sinesini bu iki ucun arasında kalan toplum kesimlerine de hep açık tutmuştur.
Meselenin bize bakan yönüne gelince: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de açık ya da kapalı, şöyle veya böyle dünyanın hemen her yerinde bir kast sisteminin yaşandığı bir vakıadır. Ayrıca insanların donanımları nazar-ı itibara alındığında toplumlar içinde her iki kesimin de her zaman mevcut olacağı muhakkaktır. O hâlde gönüllüler hareketinin temsilcilerine düşen de, toplumun hiçbir kesimini ihmal etmeksizin herkesi kucaklamak olmalıdır. Evet, vicdan olabildiğince geniş tutulmalı, herkesin konumuna saygı duyulup diyalog zeminleri oluşturulmalı, toplumun bütününe kucak açılmalı, hatta gelmeyen/gelemeyenlerin dahi ayağına gidilmelidir. Bulunulan coğrafyanın şartları göz önünde tutularak bir taraftan, toplumda önemli yerler ihraz eden akademisyen, parlamenter vb. gibi söz söyledikleri zaman referans olabilecek kimselerle diyalog köprüleri kurulmalı; diğer taraftan da yaşadıkları içtimaî hayat içerisinde değişik mazlûmiyet, mahkûmiyet ve mağduriyetlerin zebunu olmuş gariplere el uzatıp onlara destek olunmalıdır. Çünkü mesleğimiz herkese açık bir peygamber şehrahıdır. Bundan dolayı bir taraftan içtimaî yapıda önemli konumları ihraz etmiş insanlara hak ettikleri bir seviyede muamelede bulunulmalı, saygıda kusur edilmemeli, düşünce dünyamızın daha başka gönüllere ulaştırılması adına onların referanslarından istifade edilmeli; diğer yandan da içtimaî statüde daha alt tabakalarda kalmış olan insanlara imkân hazırlanıp onların içine düştükleri kompleksten çıkmalarına ve kendilerini ifade etmelerine yardımcı olunmalıdır. Böylece o garipler, ezilmiş ve düşmüşlüğü tatmış olmanın verdiği anilmerkez bir hızla şahlanacak ve Allah’ın izni ve inayetiyle üzerlerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getireceklerdir.
Gurbetin İksiri Kurbet
Sözün başında koskocaman bir coğrafyanın hüzün dolu manzarasına işarette bulunmuştuk. Fakat şu husus da asla unutulmamalı ki, İslâm dünyası Asr-ı Saadet’ten bu yana pek çok gurbet yaşamış, ancak o gurbetlerin hepsi Allah’a kurbet sayesinde zamanla aşılmıştır. Zaten gurbetin Allah’a kurbet ve düzgün temsilden başka bir iksiri yoktur. Bir kısım pansuman tedbirlerle ne bir mahallenin ne bir müessesenin ne de bir grubun baskısından yani gurbet yaşamaktan kurtulmak kat’iyen mümkün değildir. Pansuman müdahaleleri çare olarak görmek parya muamelesi altında ezik olarak yaşamaya devam etmek mânâsına gelir. Evet, bütün gurbetler evvela Allah’ın izin ve inayetiyle, sonra da kimliğinden fedakârlıkta bulunmayan, başkalaşmaya karşı direnen, dimdik duran, her defasında bir kere daha bir İslâm mütefekkirinin ifadesiyle, “Yeniden bir kez daha İslâm”a diyebilen iyi temsilcilerin göz dolduran temsilleriyle aşılmıştır.
Asrımızın Müslümanları olarak biz de dileriz ve Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz ki, İslâm Dünyası; Moğol ve Haçlı işgalleri, Asya’da yaşanan hercümerçler gibi hazin ve büyük gurbetlerden sıyrılıp kurtulduğu gibi, son asırlarda içine düştüğü ve günümüzde en ağır şekilde yaşadığı hercümerçlerden de bir an önce kurtulur. Ne var ki, bunun da ancak Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) on dört asır evvel müjdelemiş olduğu o kendini ıslaha adamış kurbet eri garipler sayesinde gerçekleşeceği asla unutulmamalıdır.
Fethullah GÜLEN
herkul.org
Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor.
Soru: Bir hadis-i şerifte, İslâm’ın garip olarak başladığı ve bir gün yine garipliğe avdet edeceği ifade edilerek garipler müjdeleniyor. Diğer taraftan Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), risaletinin ilk zamanlarında iki Ömer’den biriyle dinin teyit buyrulması için dua ediyor. Bu açılardan, bir beldede, iman ve Kur’ân hizmeti adına ilk adımlar atılmaya çalışılırken, muhatap seçiminde, öncelikli olarak o beldenin garipleri sayılabilecek kimseler mi, yoksa toplumun önderleri sayılan şahıslar mı esas alınmalıdır?
Cevap: Değişik münasebetlerle üzerinde durulmaya çalışıldığı gibi “gurbet” kavramının bizim mülâhazalarımız içinde çok önemli ve oturmuş bir yeri vardır. O mülâhazalar çerçevesinde konuyu hatırlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: Herhangi bir yararı olmayan yahut ne bir yararı ne de bir zararı söz konusu olan gurbetler olduğu gibi, faydalı ve Hak nezdinde makbul gurbetler de vardır. Sorunuzdaki hadis-i şerifte beyan buyrulan gurbetin ise ikinci kategoride değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, gurbet fertler için mevzubahis olabileceği gibi, aileler, toplumlar hatta bir millet ve ümmet için de söz konusudur. Mesela inandıklarını ifade ve tatbik etme imkânlarından mahrum bulunan ve yaşadıkları ortam içerisinde yabancılık çeken fertler garip olduğu gibi, değişik kanallardan gelen baskılarla preslenen ve günümüzün moda tabiriyle “mahalle baskısına” maruz bırakılan aileler de gariptirler. Nitekim bir kısım İslâmî eserlerde; namaz kılınmayan muhitte bulunan bir mescidin, fâsık bir kimsenin kalbinde ve okunmayan bir evdeki Kur’ân’ın, zalim bir erkeğin nikâhı altındaki sâliha kadının, serkeş ve arsız bir kadınla aynı evi paylaşan sâlih erkeğin ve hâlinden anlamayanların içinde âlim kimsenin gurbeti olmak üzere fert ve toplum hayatında yaşanan çeşit çeşit gurbetlerden bahsedilir. Bunlar içerisinde hiç şüphesiz en büyük gurbet, hâlden anlamayanların arasında bulunan mânâ erlerinin gurbetidir ve bu mânâdaki gurbetin en büyüğü de, Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) gurbetidir, sonra da derecesine göre nübüvvet yolunu temsil etmeye çalışan temsilcilerin gurbeti gelir.
İslâm Coğrafyası ve Gurbet
Gurbet denilince, günümüzde bütün bir İslâm dünyasının yaşamış olduğu gurbet içre gurbetleri hatırlamamak mümkün değildir. Zira 1,5 milyara varan nüfusuyla tarihin hiçbir döneminde ulaşamadığı bir kemmiyete kavuşmuş bulunsa da, ne yazık ki bu mübarek coğrafya, şimdilerde, tarihin hiçbir devrinde yaşamadığı ölçüde hüzünlü bir gurbeti iliklerine kadar hissetmektedir. Evet, dünyanın değişik yerlerinde bulunan az sayıdaki dertli sine ve onların Allah rızası istikametindeki bir kısım mini gayretleri istisna edilecek olursa –ki o mini gayretler içinde de istenen seviyede, ihlâs, samimiyet ve kardeşliğin korunabildiği iddia edilemez– İslâm coğrafyasında Müslümanlar hesabına ne halk ne de idareciler seviyesinde, sağlam bir plan ve projeye dayanan, ileriye matuf, kayda değer, ciddi bir çalışmanın var olduğu söylenemez. Bu açıdan denilebilir ki, bizim dünyamız bir mânâda hesapsız ve mefkûresiz insanlar dünyasıdır. Evet, başka ülke ve milletlerin karşısında âciz, bir silleyle sarsılabilecek, bir kıvılcımla efradı birbirine düşürülüp birbirinin kurdu hâline getirilebilecek içler acısı manzarasıyla bu coğrafya, katmerli gurbetler altında sürüm sürüm bir hâldedir. Yüce Rabbimizden niyaz ederiz, bu ümmete, ulvî gaye ve yüksek mefkûre sahibi, canını dişine takıp dünyanın dört bir bucağında diriliş soluklayan, kardeşleriyle el ele yürürken çevresine hep emn ü eman hisleri neşreden ve bu yolda attığı her adımını şer’-i şerifin kat’î nasslarıyla test eden müstakîm mü’minler bahşeylesin; bahşeylesin de asırlar boyu yaşanan bu hazin gurbeti onlar vesilesiyle hitama erdirip İslâm âleminin yüzünü bir kez daha güldürsün.
İlk Garipler
Asıl konumuza dönecek olursak, sorunuzda da ifade edildiği üzere Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz; “
بَدَأَ اْلإِسْلاَمُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ
– İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) buyuruyor.
Hadis-i şerifteki, “İslâm garip olarak başladı.” mübarek beyanını, bu dinin; edasından, üslubundan, yolundan, mesajından, hâlinden anlaşılamayan bir cahiliye atmosferinde neş’et ettiği ve onu temsil edenlerin bu tür gurbetlerle imtihan olduğu şeklinde anlayabiliriz. Çünkü bilindiği üzere Mekke müşrikleri uzunca bir zaman İslâm’a karşı direnmiş, onun bir avuç müntesibine boykottan komploya, ondan her türlü eza ve işkenceye kadar yapmadıkları despotluk ve zulüm bırakmamışlardı. Bir diğer taraftan İslâm, ilk neş’et ettiğinde gariplerle temsil edilmiştir. Evet, o ilk temsilcilerinin içinde toplumun ileri gelenlerinden hemen hemen hiç kimse yok gibidir.
Hatırlayacaksınız, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Dihyetü’l-Kelbî (radıyallâhu anh) ile Roma imparatoru Hirakl’e mektup gönderdiğinde, Hirakl Ebû Süfyan’ı çağırtmış ve ona bazı sorular sormuştu. O sorulardan birinde de, Peygamber Efendimiz’i kastederek “O’na daha ziyade ittiba edenler kimlerdir, zenginler mi garipler mi?” diye sormuş; Ebû Süfyan da, “garipler” diye cevap vermişti. İşte bu garipler, kendi toplumları içinde çok garip karşılanmış ve ciğersûz denecek ölçüde çok garip muamelelere maruz bırakılmışlardır. Fakat o mü’minler bunların hiçbirine takılmamış, her türlü “akabe”yi aşarak, Allah’la münasebetlerini kusursuz denebilecek ölçüde devam ettirmiş ve din-i mübîn-i İslâm’ın intişarında tarihin daha sonraki hiçbir döneminde görülemeyecek ölçüde Allah’ın yüce adının bir bayrak gibi gönül burçlarında dalgalanmasına vesile olmuşlardır.
İslâm’ın İzzeti ve Hazreti Ömer
Sorunuzun diğer vechesini teşkil eden hadis-i şerif ise, “
اللَّهُمَّ أَعِزَّ الْإِسْلَامَ بِأَحَبِّ هَذَيْنِ الرَّجُلَيْنِ إِلَيْكَ بِأَبِي جَهْلٍ أَوْ بِعُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ
– Allah’ım, şu iki adamdan –Ebû Cehil ve Ömer b. Hattâb’tan– sana en sevimli olanı ile İslâm’ı güçlendir.” şeklindedir. Bu mübarek sözlerinin devamında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “O iki kişiden Allah’a sevimli olanı Ömer’di.” (Tirmizî, Menâkıb, 18; Müsned, 2/25) buyurmuştur.
Bu beyan-ı nebevî her şeyden önce O Nebi-yi Zîşan’ın sinesindeki tebliğ aşk ve iştiyakını göstermektedir. Nebiler Serveri’nin, uykularını kaçıracak ölçüdeki o emsalsiz tebliğ sancısını değişik misalleriyle defaatle arz etmeye çalıştığımdan burada sadece, Cenâb-ı Hakk’ın, ilâhî kelamında, O’nun hakkında, “Neredeyse –Kur’ân’a inanmıyorlar diye– Kendini helâk edeceksin!” şeklindeki takdir edalı ta’dîlini hatırlatıp geçmek istiyorum.
İşte ihtimal Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), o toplum içinde Hazreti Ömer ve Ebû Cehil gibi kimseleri gözüne kestirmişti. Onların İslâm için çok faydalı olabileceklerini, onlar vesilesiyle nice insanın kurtuluşa erebileceğini düşünüyordu. Elbette ki hidayetleri için dua ettiği kimseler bu iki zattan ibaret değildi. Belki pek çok kimsenin hidayeti için tek tek isimlerini zikrederek Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarıyordu. Mesela, onlardan biri Seyyidina Hazreti Hâlid (radıyallâhu anh) idi. Müslüman olmak için huzur-u risaletpenâhîlerine geldiğinde Kâinatın İftihar Tablosu ona, “Hamdolsun Allah’a ki, seni hidayete erdirdi. Ben zaten senin gibi akıllı bir insanın İslâm’a yöneleceğini umuyordum.” demişti. Demek ki, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm), Hazreti Halid ve onun gibi din-i mübîn-i İslâm’a hizmet edebilecek, toplum içinde parmakla gösterilip gözünün içine bakılan şahısların iltihakını bekliyor ve onlar için dua ediyordu.
Bizim gibi sıradan insanların bile, bazı zatlar hakkında, “Allahım, onun kalbini imanla doldur, hem öyle doldur ki, tepeden tırnağa âdeta her tarafında iman nümayan olsun.” diyerek dua ettiğimizi düşünecek olursanız, o En Büyük Mübelliğ’in bu konuda nasıl yana yakıla yalvardığı zannediyorum daha iyi anlaşılacaktır.
Çünkü çevresine müessir olabilecek bu tip insanların kazanılması hak ve hakikatin intişarı adına çok önem arz eder. Bunlardan bazen bir düzine, bazen birkaç, hatta bazen bir insanın “evet” demesiyle bile arkadan fevç fevç dehaletler olabilir. Allah Resûlü’nün Yahudiler hakkında böyle bir ümit taşıdığını biliyoruz. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların kanaat önderi diyebileceğimiz önde gelenlerinden birkaç kişinin Müslüman olmasıyla o dinin müntesipleri üzerinde olumlu pek çok değişimin gerçekleşebileceğini düşünüyordu. Ne var ki, Abdullah ibn Selâm, Vehb ibn Münebbih gibi birkaç kişi istisna edilecek olursa, o toplumun önde gelenleri, geleceğini bildikleri ve hatta ne zaman geleceğini dahi bildikleri dine ve onun resûlüne sıcak bakmadı; bakmadı ve böylece hem kendileri hayatlarının en büyük kaybını yaşadı ve hem de onları takip eden, onların peşinden giden nice insana hayatlarının en büyük haybet ve hüsranını yaşattılar. Eğer o dönem Huyeyy b. Ahtab, Ka’b b. Eşref gibi şahıslar Efendiler Efendisi’ne karşı küstahlıkta bulunup O’na saygısızca dil uzatacaklarına O’nu anlamaya çalışsalar, büyüklüğünü kabul edebilseler ve İslâm’a azıcık sıcak bakabilselerdi herhâlde onların peşinden giden nice insan da hak ve hakikati kabullenmiş olurdu.
İşte meseleye bu perspektiften bakıldığında, karakteri ve toplum içindeki konumu itibarıyla Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh), Peygamber Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) gözünden kaçması düşünülemez. Dolayısıyla da Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), onun hakkında Cenâb-ı Allah’a dua etmesi –yukarıda zikredilen mülâhazalar ışığında bakıldığında– gayet yerinde olur. Evet, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) kastederek, “Allahım onunla bu dini aziz kıl.” diye yalvarması O’nun hem tebliğ sancısı, hem de fetanet ufku açısından gayet muvafık düşmektedir.
Zaten Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) bereket dolu hayatlarına baktığımızda bu hususu açık ve net bir şekilde görebiliriz. Çünkü onun Müslüman olmasıyla, o dönemde çeşitli eziyetlere maruz kalan Müslümanların Allah ve Resûlü’ne olan inançları daha bir kuvvetlenmiş, Kâdir-i Mutlak olan Rabb-i Kerimlerinin havl ve kuvvetine itimatları daha bir artmıştır. Evet, Abdullah ibn Mes’ud hazretlerinin de ifade buyurdukları gibi Hazreti Ömer’in İslâm’a dehaletiyle Müslümanlar ruhlarındaki izzeti bir kere daha derinlemesine duymuştur. Allah Resûlü’nün bu âlemdeki terakkisini tamamlayıp kendi ruh ufkunun enginliklerine yürümesinden sonra da, Hazreti Ömer, Allah Resûlü’nün ikinci halifesi olmuş, İslâm’ın intişarında çok önemli hizmetlerde bulunmuş, pek çok beldeler fethetmiş ve dünya muvazenesini tehdit eden iki devleti hizaya getirerek Müslümanların bu muvazenede hak ettikleri konumu ihraz etmelerine vesile olmuştur. Evet, ne taraftan bakarsanız bakınız, o zat, tarihin emsalini kaydetmekten âciz kaldığı müstesna bir kâmet, müstesna bir şahsiyettir.
Kimseyi İhmal Etmeye Hakkımız Yoktur
Buraya kadar anlatılanlardan şu sonuca varabiliriz. Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) hayat-ı seniyyelerine bir bütün olarak bakıldığında O Rehber-i Ekmel’in bütün ömrü boyunca hem toplumun ileri gelenleriyle meşgul olup ilgilendiği, hem de kendini ifade edemeyen, ezilen, parya muamelesi gören gariplere kucak açıp onlarla alâkadar olduğu görülür. Evet, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) bütün hayatı boyunca âdeta bu iki ucu bir araya getirmek için kendini helak edercesine çabalayıp durmuştur. Tabiî o engin sinesini bu iki ucun arasında kalan toplum kesimlerine de hep açık tutmuştur.
Meselenin bize bakan yönüne gelince: Geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de açık ya da kapalı, şöyle veya böyle dünyanın hemen her yerinde bir kast sisteminin yaşandığı bir vakıadır. Ayrıca insanların donanımları nazar-ı itibara alındığında toplumlar içinde her iki kesimin de her zaman mevcut olacağı muhakkaktır. O hâlde gönüllüler hareketinin temsilcilerine düşen de, toplumun hiçbir kesimini ihmal etmeksizin herkesi kucaklamak olmalıdır. Evet, vicdan olabildiğince geniş tutulmalı, herkesin konumuna saygı duyulup diyalog zeminleri oluşturulmalı, toplumun bütününe kucak açılmalı, hatta gelmeyen/gelemeyenlerin dahi ayağına gidilmelidir. Bulunulan coğrafyanın şartları göz önünde tutularak bir taraftan, toplumda önemli yerler ihraz eden akademisyen, parlamenter vb. gibi söz söyledikleri zaman referans olabilecek kimselerle diyalog köprüleri kurulmalı; diğer taraftan da yaşadıkları içtimaî hayat içerisinde değişik mazlûmiyet, mahkûmiyet ve mağduriyetlerin zebunu olmuş gariplere el uzatıp onlara destek olunmalıdır. Çünkü mesleğimiz herkese açık bir peygamber şehrahıdır. Bundan dolayı bir taraftan içtimaî yapıda önemli konumları ihraz etmiş insanlara hak ettikleri bir seviyede muamelede bulunulmalı, saygıda kusur edilmemeli, düşünce dünyamızın daha başka gönüllere ulaştırılması adına onların referanslarından istifade edilmeli; diğer yandan da içtimaî statüde daha alt tabakalarda kalmış olan insanlara imkân hazırlanıp onların içine düştükleri kompleksten çıkmalarına ve kendilerini ifade etmelerine yardımcı olunmalıdır. Böylece o garipler, ezilmiş ve düşmüşlüğü tatmış olmanın verdiği anilmerkez bir hızla şahlanacak ve Allah’ın izni ve inayetiyle üzerlerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getireceklerdir.
Gurbetin İksiri Kurbet
Sözün başında koskocaman bir coğrafyanın hüzün dolu manzarasına işarette bulunmuştuk. Fakat şu husus da asla unutulmamalı ki, İslâm dünyası Asr-ı Saadet’ten bu yana pek çok gurbet yaşamış, ancak o gurbetlerin hepsi Allah’a kurbet sayesinde zamanla aşılmıştır. Zaten gurbetin Allah’a kurbet ve düzgün temsilden başka bir iksiri yoktur. Bir kısım pansuman tedbirlerle ne bir mahallenin ne bir müessesenin ne de bir grubun baskısından yani gurbet yaşamaktan kurtulmak kat’iyen mümkün değildir. Pansuman müdahaleleri çare olarak görmek parya muamelesi altında ezik olarak yaşamaya devam etmek mânâsına gelir. Evet, bütün gurbetler evvela Allah’ın izin ve inayetiyle, sonra da kimliğinden fedakârlıkta bulunmayan, başkalaşmaya karşı direnen, dimdik duran, her defasında bir kere daha bir İslâm mütefekkirinin ifadesiyle, “Yeniden bir kez daha İslâm”a diyebilen iyi temsilcilerin göz dolduran temsilleriyle aşılmıştır.
Asrımızın Müslümanları olarak biz de dileriz ve Rahmeti Sonsuz’dan niyaz ederiz ki, İslâm Dünyası; Moğol ve Haçlı işgalleri, Asya’da yaşanan hercümerçler gibi hazin ve büyük gurbetlerden sıyrılıp kurtulduğu gibi, son asırlarda içine düştüğü ve günümüzde en ağır şekilde yaşadığı hercümerçlerden de bir an önce kurtulur. Ne var ki, bunun da ancak Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü vesselâm) on dört asır evvel müjdelemiş olduğu o kendini ıslaha adamış kurbet eri garipler sayesinde gerçekleşeceği asla unutulmamalıdır.
Fethullah GÜLEN
herkul.org