Cevap: Hubab - Sayfa: 138
Evet, öyle gördüm ve öyle de zevk ettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek mârifetullahtan başka birşey var mıdır? Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi, Cennete bile iştiyak geri kalır.
İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada cereyan eden ve husule gelen herbir şeyin iki veçhi vardır: Biri âhirete bakar ki, nefsülemirde en sabit, en ağır bu vecihtir. İkincisi dünyaya, nefsine ve hevâya bakar. Bu vecih, hakaret, hiffet ve zevalden öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ıztırabına, düşüncelerine bais olacak bir kıymette değildir.
İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanların öyle eblehleri vardır ki, şeffaf bir zerrede şemsin timsalini veya bir çiçeğin renginde şemsin tecellîsini görse, şemsin o timsal ve tecellîsinden, hakikî şemsin bütün levâzımâtını, hattâ âleme merkez olmasını ve seyyârâta olan cezbini talep edip isterler. Maahaza, o zerrede veya o çiçekte gördüğü timsal ve tecellînin bir ârızadan dolayı kayboldukları zaman, basar ve basiretinin körlüğü dolayısıyla, hakikî şemsin inkârına zehab ederler. Ve keza, o eblehler, tecelli ile husule gelen vücud-u zıllîyi, vücud-u hakikî ve aslîden fark edemezler, birbiriyle iltibas ederler. Bunun için, birşeyde şemsin timsalini, gölgesini gördükleri zaman, şemsin hararetini, ziyasını ve sair hususiyatını da istemeye başlarlar.
Ve keza, o eblehler sinek, böcek ve sair küçük ve hasis şeylere bakarken, onlarda pek yüksek bir eser-i san’at ve hikmet görmekle, derler: “Sâni bunlara pek fazla ehemmiyet vermiştir. Bir sineğin ne kıymeti olabilir ki bu kadar masraflara, külfetlere mahal olsun?”
Arkadaş! Bu gibi eblehleri ikna ve işkâllerini def için, dört şeyin bilinmesi lâzımdır.
Birincisi: Cenâb-ı Hakkın rububiyetinin kemâliyle alâkadar olan herşey Onu
Cenâb-ı Hakk: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah | Sâni: herşeyi mükemmel bir şekilde ve san’atla yaratan Allah |
alâkadar: alâkalı, ilgili | aslî: asıl, gerçek olan |
basar: görme duyusu | basiret: kalpte eşyanın hakikatini görme, sezme duyusu |
bilhassa: özellikle | bâis olmak: sebep olmak |
cereyan etme: meydana gelme | cezb: çekme, çekim |
ebleh: ahmak | eser-i san’at: san’at eseri |
hakaret: küçüklük, değersizlik | hararet: ısı, sıcaklık |
hasis: maddi görünüş itibariyle değersiz, küçük, basit
| hevâ: gelip gecici arzu ve istekler |
hiffet: hafiflik | hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması |
husule gelme: ortaya çıkma | hususiyat: özellikler |
i'lem eyyühe'l-aziz: "Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!" mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir ifade | iltibas etmek: karıştırmak |
işkâl: problem, şüphe, karışık olma, zorluk | iştiyak: aşırı arzu ve istek |
kemâl: mükemmellik | keza: bunun gibi |
külfet: güçlük, zorluk | levâzımât: gerekli şeyler; lâzım olan şeyler |
maahaza: bununla beraber, bununla birlikte | mahal: yer, zemin |
mevki: yer, konum | mârifetullah: Allah’ı bilme ve tanıma |
nefis: bir şeyin kendisi; insanı zevk ve lezzetlere sevk eden kuvvet | nefsülemir: gerçek, asıl |
rububiyet: Rablık; Cenâb-ı Hakkın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
| sair: diğer |
seyyârât: gezegenler | tecellî: görünüm, yansıma |
teellüm: elem çekme | teessür: üzüntü |
timsal: görüntü | vecih: yön, yüz |
vücud-u hakikî: asıl varlık, gerçek vücut | vücud-u zıllî: gölge varlık (aynadaki güneş gibi) |
zehâb etmek: fikrine kapılmak, yanlış düşünceye girmek | zerre: en küçük madde parçası, atom |
zeval: gelip geçici olma | ziya: ışık |
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat | âlem: dünya, evren |
ârıza: aksama | şefkat: içten ve karşılık beklemeden duyulan merhamet ve sevgi |
şems: güneş |
|