muhsin iyii
Member
İlahi Aşk ve Cezbe, Şehvet, Allah’ın el-Vedûd Güzel İsmi
Tasavvufun temeli aşk ve cezbeye dayanır. Cezbe irade dışı olarak Allah’a (c.c.) doğru çekiliş demektir. Aşk da böyledir. Tasavvufun temeli aşk ve cezbe derken iki kavramı da, yani aşk ve cezbeyi birbirinin yerine kullanmıştık. Gerçekte ise aşk gizli iken cezbe açıktadır. Yani ilahi aşk kendisini bedende cezbe ile gösterir. Cezbe çeşitleri ise pek çoktur. Tasavvuf kitaplarında cezbenin iki yüzden fazla çeşidi olduğundan söz edilir. Ama ilahi aşkın kaynağı değişmez. Birdir. O da Allah’tır.
Aşk ve cezbe kuldan kaynaklanmaz. Allah’tan gelir. Yani ilahidirler. Zira Allah’ın bir güzel ismi de el-Vedûd’dur. El-Vedûd (Allah [c.c.] müminleri sever; Allah [c.c.] sevilecek asıl varlıktır) güzel ismi, Allah âşıklarında, ariflerinde ilahi aşk ve cezbe olarak tecelli eder.
Allah (c.c.) neslin devamını kadın ile erkek arasında koyduğu aşk ve sevgiye bağlamıştır. El-Vedûd güzel ismin en büyük ve dikkati çeken tecellisi burada görülür. Bu sayede eşler ailenin onca sıkıntısına göğüs gererler.
Kuşkusuz insanın Allah’ı (c.c.) sevmesi kadar O’ndan korkması da gerekir. Bazı insanların Allah’ın (c.c.) yasaklarından kaçınmadıkları ve emirlerini yerine getirmedikleri halde Allah’ı (c.c.) sevdiklerini iddia etmeleri kuru bir sözdür. Gerçek sevgi sevileni memnun etmekten geçer. Öyleleri nefislerine uymanın verdiği bir coşkuyla ve dünyada herhangi bir cezaya çarptırılmamış olmanın cüreti ve güven duygusu ile böyle bir iddiada bulunmaktadırlar. Hâlbuki dünya bir hikmet ve imtihan yurdudur, ceza ve ödül yeri ahirettir. Gerçi O’nun yüce hikmeti gereği daha ahirete intikal etmeden de bazı kimselere bu dünyada yaptıklarının bir kısmının cezası tattırılır.
Allah’ı (c.c.) sevmek kuru bir söz olmamalı, O’nun emir ve yasakları ve rızası istikametindeki bir yaşam biçimiyle kanıtlanmalıdır.
Allah’ın haram kıldığı şeyleri işleyen kişiler, Allah’ı (c.c.) değil nefislerini sevmektedirler. Nefis sevgisi ise zamanla insanları tapılacak putlara götürür. Çağımızda insanların en çok taptıkları put ise paradır.
Allah’ın (c.c.) insanı sevmesi ise ayrı bir konudur. Kuran-ı Kerim’de geçen el-Vedûd güzel ismi ile ilgili aşağıdaki ayet-i kerimeler, buna önemli bir ışık tutmaktadırlar. Büyük bir sırrı da barındırmaktadırlar: “O, çok bağışlayandır, sevendir (Burûç suresi, ayet 14).”, “Rabb’inizden af ve mağfiret dileyin. Sonra günahlarınıza tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Gerçekten benim Rabb’im esirgeyendir, sevendir (Hûd suresi, ayet 90).”
Dikkat edilirse her iki ayet-i kerimede de Allah’ın (c.c.) sevgisi, bağışlama (el-Gafûr) ve esirgeme (er-Rahîm) anlamına gelen güzel isimlerinden sonra geçmektedir. Bunlar da kulun Allah’a (c.c.) tövbe edip günahlarının affı için sığındığı durumları karşılamaktadır. Demek ki Allah (c.c.), kulun tövbe ile kendisine yönelmesine sevinmekte ve böyle birisini de sevmektedir. Allah’ın (c.c.) sevgisi ise evrendeki en güzel şeydir. Kul için bundan daha güzel bir şey yoktur.
Şu hadis-i şerif de tövbe eden birisine karşı Allah’ın (c.c.) sevincini ve sevgisini açıklaması bakımından değerlidir: “Herhangi biriniz, ıssız bir çölde yiyeceklerle yüklü devesi ile birlikte giderken devesi elinden yiyeceklerle birlikte kaçsa o durumda aç ve üzüntülü bir halde ölümü beklerken aniden devesinin geri geldiğini görse şaşkınlık ve sevinç içinde şöyle demez misiniz: ‘Allah’ım Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabb’inim.’ Yemin olsun ki, tövbe eden kimsenin tövbesinden dolayı yüce Allah’ın (c.c.) sevinci, işte bu kulun sevincinden daha üstündür.”
El-Vedûd güzel ismi ile kula düşen görev, günahlarına tövbe ederek Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları ve rızası istikametinde bir yaşam biçimiyle O’nun sevgisine talip olmaktır.
İlahi aşk ve cezbe daima tövbe ve istiğfar halinde olan müminlere tecelli eder. Peygamberimizin (s.a.s) günde 70 kere (başka bir rivayette 100) kere tövbe ve istiğfar etmesi de böyle bir sırra sahiptir. Bilindiği üzere peygamberler ismet sıfatları icabı günahlara düşmezler. Ama onların her daim tövbe ve istiğfar etmeleri ilahi aşk ve cezbeyi davet etmekteydi, bu da Allah (c.c.) indindeki derecelerini ve makamlarını yükseltiyordu. Her ulaşılan makam ve derece, bir önceki için tövbe ve istiğfarı gerekli kılıyordu. Bu böylece devam edip gidiyordu.
Tasavvuf ve tarikat yolu tövbe ve istiğfarla başlar ve devam eder. İlahi aşk ve cezbe de bunun mükâfatı olarak peşinden gelir. Bunun sonu yoktur. Veliler de bu yolla makam ve derecelerini artırırlar. Nefis pişmanlık ateşi ile erir ve ruh da bu sırada ilahi aşk ve cezbe ile coşar. Pişmanlık ateşi ile erimeyen nefis ruhu hapsetmiştir. Bu yüzden ruhun aşka gelmesi ve coşması imkânsız bir hale gelir. Nefis aşk ve cezbe halini yaşayamaz. Aşk ve cezbe hali sadece ruha mahsustur.
Nefis ancak helal dairedeki şehvetle kendisinden geçer, yatışır. Nefis için şehvetten daha büyük bir zevk kaynağı yoktur. Bunun için adeta ona tapar. Şehvet ise bizim hayvanlarla olan ortak yanımızdır. Bizi bu dünyaya bağlar. Dünya hayatının hedefi de onun üzerine kuruludur. Aile kurmamızda ve evlat sahibi olmamızda gerekir. Bu açılardan yararlıdır. Aile hayatını da küçük görmemek gerekir. Çünkü bu dünyada cennet hayatının nüvesi aile hayatıdır. Nefis ancak aile hayatı ile teskin olup huzura erer. Ama şehvetin ilahi aşkla hiçbir ilgisi yoktur. İlahi aşkın verdiği zevk yanında o bir hiçtir. Zevk alma açısından ilahi aşk bir güneşse şehvet ancak bir mumdur. Çünkü şehvet ancak kendisi gibi bir nefis olan başka bir nefisle kaynaşırken zevk verir ve insanı tatmin eder, ilahi aşk ise âlemlerin yaratıcısı Allah’a karşı duyulur. İlahi aşk hiçbir zaman tatmin olmaz, gün geçtikçe daha çok kavurur. Nefis meşru daire dışında şehvet ateşine düştüğü zaman insanı hayvanlardan daha aşağı bir tabakaya indirir. Bu azmış ve bela arayan nefistir. Eğer tövbe nasip olmazsa bela ve musibet hem dünyada hem ahrette bu nefis sahibine mutlaka isabet eder. Hadis-i şeriflerde cehennemin ikinci katının zina edenlere ayrıldığı belirtilmektedir. Allah bundan muhafaza buyursun. Âmin. Şehvetiyle imtihan edilmeyen nefis yoktur. Hele ilahi aşk yolcusu şehvet hususunda elinin rahatlıkla uzanacağı veya bizzat karşı taraftan gelen davetlerle, baştan çıkarmalarla hem ins hem de cin sınıfındaki çok güzel dişilerle imtihan edilmeden ve bu imtihanları da geçmeden Allah dostu mevkisine çıkarılmaz. İnsan böyle bir şehvet karşısında Allah aşkını tercih ederse büyük bir devlete erer. Gönüllerin sultanı olur. Bu da ancak gerçek erlerin başarabileceği bir yiğitliktir. Geniş anlamda şehvet bizi dünyaya bağlayan bütün bağlara denir. Hak âşıkı bu bağlara yaşamı için zaruri nesneler ölçüsünce değer verir. Onun için sevgilinin murakabesi dışında hiçbir şey değerli değildir.
Nefsin tövbe ve istiğfarla oluşan pişmanlık hali, tasavvufta çok önemlidir. Bazı sofiler tarikata intisaplarında günahlarına tövbe ve istiğfar ile başlangıçta güzel haller yaşarlar. Sonra tövbe ve istiğfar devrinin bittiğini sanırlar. Artık Allah (c.c.) kendilerini affetmiştir, diye düşünürler. Hâlbuki her ibadetten sonra tövbe ve istiğfar etme tarikat adabındandır. Çünkü her ibadette kusurlarımız pek çoktur. Allah’a layık ibadet yapmamız mümkün değildir. Ayrıca sofiler virtleri ve ibadetleri sırasındaki tövbe ve istiğfarları gelişigüzel çekerler. İçten bir pişmanlık ateşi duymazlar. Yine şeyhlerine tövbe veya biyat tazeleme sırasında da yüreklerinde derin bir pişmanlık ateşi hissetmezler. Çünkü onlar pişmanlığın sadece günahlara mahsus olduğunu düşünürler. Artık günah işlemediklerine göre pişman olmalarına da gerek yoktur. Oysa tarikat ve tasavvuf yolunda en büyük günah, insanın Allah karşısında var olduğunu düşünmesidir. Onun için peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifi delil olarak mutasavvıflarca çokça söylenir: ‘Varlığın öyle büyük bir günahtır ki onunla hiç bir günah mukayese edilemez.’ Bundan başka bu dünyanın meşru nimetleri müminlere helaldir. Yani günah değildirler. Ama Allah âşıklarının veya böyle bir adayın bir iddiası vardır: ‘Allah’tan (c.c.) başka sevilecek varlık yoktur. Hatta Allah’tan (c.c.) başka her şey yoktur.’ O yüzden ona yani Hak âşıkına Allah (c.c.) dışındaki her şey, haramdır, günahtır. Bunlar için de, yani gönlünün dünyaya kaymasından da, helal olan şeylerden lezzet duyup saplanıp kalmasından da her tövbe ve istiğfar edişinde derin bir pişmanlık duyması, yüreğinde büyük bir ateş hissetmesi gerekir.
Nefis tövbe ve istiğfar sırasında pişmanlık ateşini duymuyorsa demek ki kendisini büyük görmektedir. Oysa tasavvuf ve tarikat yolunun amacı nefsi ezmek, hiç etmektir. Çünkü nefis engeli aşılmadıkça kişiye ilahi lütuflar da erişemez. Gerçi bu yolda tek amaç sevgilinin hoşnutluğunu ve rızasını elde etmektir. Bu nedenle ilahi lütuflara da kıymet verilmez.
Dünyayı helal nimetleri ile terk etmek kolay değildir. Bunu ancak gerçek yiğitler başarabilir. Elbette mesele bunları kalpten çıkarmaktır. Yoksa kalbe girmedikten sonra bütün dünyaya sahip olsak da ilahi aşkta bir sıkıntı meydana getirmezler. Ama bunu gerçekleştirmek çok zordur. Zira malı ve nüfuzu koruma düşüncesi nefsi cömert olmaktan alıkor ve bu durum da ilahi aşkı olumsuz yönde engeller. Onun için tasavvuf ve tarikat yolu genellikle zenginlere ve toplumda nüfuz sahibi insanlara pek hitap etmez ve nasip olmaz. Öyle kimselerin bir cemaatle İslami hizmete sarılmaları daha çok tabiatlarına ve meşreplerine uygun düşer. Bu yol da Allah’ın rızasına uygundur. Hele bu devirde tasavvuf ve tarikat yolundan daha önemli bir hale gelmiştir. Onun için bazı İslam büyükleri devrimizin tasavvuf ve tarikata uygun düşmediğini belirtmişlerdir. Bu sözleri ile tasavvuf ve tarikata karşı çıkmamışlar ama İslam’a hizmetin başka bir cephesinin önemine işaret etmişlerdir. Elbette tabiatı, meşrebi ve durumu tasavvuf ve tarikatlara uygun düşen insanlara kimse bir şey diyemez. Herkes sevdiği, hoşlandığı şeylerde ancak verimli olabilir. Kendisini kurtarıp başkalarına yardım edebilir.
Allah’tan başka kimsesi olmayan veya malı mülkü bulunmayanlar, tasavvuf ve tarikat yoluna çok uygundurlar. Şayet böyleleri tövbe ve istiğfar sırasında içlerindeki derin pişmanlık ateşini kaybetmeyip zikre ve rabıtaya yönelirlerse kısa zamanda ilahi aşkın eserlerini duymaya başlarlar. En azından zikir ve rabıtadan büyük zevk alırlar. Bu durum ise bu yolda büyük bir devlettir. Allah kimisine mal mülkle, nüfuzla cömertlik gösterir kimisine de ilahi aşk ve lütuflarla. Onun hikmetinden sual olunmaz.
İlahi aşk elbette Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulur. Ama Allah (c.c.) görülmez. Zatı da tasarlanamaz. O’nun zatını tasarlamak da hadis-i şeriflerde yasaklanmıştır. Bu yüzden O’nun zatına karşı duyulan ilahi aşk ibadetlerde hissedilir. Örneğin sofi için zikir ilahi aşkın bir sofrası olur. Doyamaz ve kanamaz. Cezbeye gelir. Onun zevk aldığı en sevimli uğraşısı ve işi haline gelir. Beri tarafta ilahi aşktan zerre kadar nasibi olmayan sofi için ise zikir uyku ilacı gibi tesir eder. Sofiyi mışıl mışıl uyutur. Bazılarını da vesveseye düşürür. Yani zikir hakkında olumsuz tavırlar takınmaya ve sözler söylemeye yöneltir.
Yalnız şunu unutmamak lazım ki, Allah sabredenleri sevmektedir (bk. Enfal suresi 46). Zikir hususunda ayak direyenler en sonunda gayelerine ulaşabilirler. Yani zikir başlangıçta onlara tatsız tuzsuz gelirken sonradan bundan büyük bir zevk alabilirler. Bir de insan zikirden zevk almasa da kendisinin yapabileceği belli sayıdaki virdi yerine getirmesi büyük bir kazançtır. Buna devam etmesi övülecek bir haslettir. Allah indinde de bu büyük mükâfatlar içerir. Her insanın belli bir sayıda zikir edinip çekmesi ve bu sayede Allah rızasına talip olması çok güzel bir davranıştır. İnsanın bunun için bir tarikata da intisap etmesine gerek yoktur. İnsan kendi başına da belli sayıda faziletli zikirleri edinip çekebilir. Tabii birtakım haller yaşarsa bir mürşid-i kâmilin rehberliğine mutlaka ihtiyaç duyacaktır.
İlahi aşkı nefis değil ruh hisseder. Çünkü nefis anasır-ı erbadan (toprak, su, hava, ateş) yaratılmışken ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah (c.c.) Hz. Âdem’i topraktan yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini beyan buyurmaktadır (bk. Secde suresi, 9,). Demek ki nefsimiz bu dünyaya, ruhumuz da Allah’a aittir. İlahi aşk Allah’tan gelen ruhun tekrar Allah’a ulaşmak istemesi üzerine duyulan büyük bir çekiliştir. Tabii bu çekiliş ilahi olduğundan büyük bir zevk ve kendinden geçme de buna iştirak etmektedir. Vücutta cezbe eserleri bu sayede kendisini gösterir. Bu durum beşeri (mecazi) aşkta da böyledir. Ruh beşeri aşkta da yanar, kavrulur. Böyle birisi daima sevgilisini düşünür. Başka her şey gözünden düşer. Dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığı gibi kişi kendisini de bir hiç olarak görür. Sadece var olan sevgilisidir. Ruhun karşı cinse aşkı bu yüzden mutasavvıflarca övülmüş ve ilahi aşka geçişte bir köprü olarak görülmüştür. Böylelerinin tasavvuf ve tarikat yoluna girdiklerinde mecazi (beşeri) aşktan ilahi (gerçek) aşka çok daha kolay geçebileceklerini söylemişledir. Edebiyatımızda mesnevilerin konusu genellikle mecazi aşktan ilahi aşka yükselmedir. Eski devirlerde kadının sosyal hayatta görülmemesi, örtünmesi, evlilik dışı her türlü ilişkinin (arkadaşlık, flörtlük) yasak oluşu bu mecazi aşkları kara sevdaya dönüştürmekteydi. Dolayısıyla edebiyat dünyasında mesneviler bir yaşam gerçekliğine yararlı olmak amacıyla bu konuyu seçiyordu. Mecazi aşka tutulanları ilahi aşka yönlendiriyorlardı.
Bazı şeyler kitaplardan öğrenilmez. Bunların öğrenilmesi için bir üstat gerekir. İlahi aşkta da durum böyledir. Bir mürşid-i kâmil bu ilahi aşkta ilk adımdır. Mürit ilahi aşkı önce mürşidine karşı yaşar. Çünkü mürşit ilahi tecelliye mazhardır. Mürit onu görünce cezbeye tutulur. Rabıtada adeta erir. Mürşidi bir nur ve feyz kaynağıdır. Bu durum fenafişşeyh (mürşidinde yok olma) haline kadar böyle gider. Mürşit onu manevi âlemde Rasulullah’la tanıştırır. Fenafirrasuldan (peygamberde yok olma) sonra fenafillâh (Allah’ta yok olma) makamı gelir ki o zaman ilahi aşktan söz edilebilir.
Dini kitaplar, güzel manzaralar insanı Allah’la ilgili tefekküre götürebilir. Hak âşıkı pek tefekkürle meşgul olmaz. Daha doğrusu tefekkür onun ruhunu doyurmaz. Sadece bir değişiklik verir. Ruhu bu açıdan biraz rahatlatır. İştahlandırır. O vaktini daha ziyade murakabe ile geçirir. Daima kendisinin sevgilisi tarafından gözetlendiğini düşünür.
İlahi aşkın insan için en yararlı şekli kendisini ibadetlerde gösterir. Nefis hiçbir ibadeti sevmez. Her ibadet onun zoruna gider. İbadetlerden nefret eder, kaçar. Kişi nefsinin bu eğilimine rağmen ibadetlerini yerine getiriyorsa o büyük bir kahramandır. Müslüman’dır. Nefsiyle yaptığı savaşı kazanmıştır. Allah fazl u ikramıyla bu kişiye zamanla ibadetleri sevdirir. Belli ki ruhu nefsin baskısından kurtulup ibadetlere karşı olan aşkını sahibine hissettirmiştir. O kişinin nefsi de buna pek ses çıkarmaz. Bu olgun müminin vasfıdır. Hak âşıkı ise ibadetlere adeta koşar. Yorulmak nedir bilmez. Hiçbir dünya nimeti ibadet kadar ona lezzet vermez. İşte gerçek, ilahi aşk da budur. İbadetlere karşı duyulan bu aşk Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulan aşkın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Allah (c.c.) lutf u ihsanıyla her birimize ibadetlerine karşı sevgisini ve aşkını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
Tasavvufun temeli aşk ve cezbeye dayanır. Cezbe irade dışı olarak Allah’a (c.c.) doğru çekiliş demektir. Aşk da böyledir. Tasavvufun temeli aşk ve cezbe derken iki kavramı da, yani aşk ve cezbeyi birbirinin yerine kullanmıştık. Gerçekte ise aşk gizli iken cezbe açıktadır. Yani ilahi aşk kendisini bedende cezbe ile gösterir. Cezbe çeşitleri ise pek çoktur. Tasavvuf kitaplarında cezbenin iki yüzden fazla çeşidi olduğundan söz edilir. Ama ilahi aşkın kaynağı değişmez. Birdir. O da Allah’tır.
Aşk ve cezbe kuldan kaynaklanmaz. Allah’tan gelir. Yani ilahidirler. Zira Allah’ın bir güzel ismi de el-Vedûd’dur. El-Vedûd (Allah [c.c.] müminleri sever; Allah [c.c.] sevilecek asıl varlıktır) güzel ismi, Allah âşıklarında, ariflerinde ilahi aşk ve cezbe olarak tecelli eder.
Allah (c.c.) neslin devamını kadın ile erkek arasında koyduğu aşk ve sevgiye bağlamıştır. El-Vedûd güzel ismin en büyük ve dikkati çeken tecellisi burada görülür. Bu sayede eşler ailenin onca sıkıntısına göğüs gererler.
Kuşkusuz insanın Allah’ı (c.c.) sevmesi kadar O’ndan korkması da gerekir. Bazı insanların Allah’ın (c.c.) yasaklarından kaçınmadıkları ve emirlerini yerine getirmedikleri halde Allah’ı (c.c.) sevdiklerini iddia etmeleri kuru bir sözdür. Gerçek sevgi sevileni memnun etmekten geçer. Öyleleri nefislerine uymanın verdiği bir coşkuyla ve dünyada herhangi bir cezaya çarptırılmamış olmanın cüreti ve güven duygusu ile böyle bir iddiada bulunmaktadırlar. Hâlbuki dünya bir hikmet ve imtihan yurdudur, ceza ve ödül yeri ahirettir. Gerçi O’nun yüce hikmeti gereği daha ahirete intikal etmeden de bazı kimselere bu dünyada yaptıklarının bir kısmının cezası tattırılır.
Allah’ı (c.c.) sevmek kuru bir söz olmamalı, O’nun emir ve yasakları ve rızası istikametindeki bir yaşam biçimiyle kanıtlanmalıdır.
Allah’ın haram kıldığı şeyleri işleyen kişiler, Allah’ı (c.c.) değil nefislerini sevmektedirler. Nefis sevgisi ise zamanla insanları tapılacak putlara götürür. Çağımızda insanların en çok taptıkları put ise paradır.
Allah’ın (c.c.) insanı sevmesi ise ayrı bir konudur. Kuran-ı Kerim’de geçen el-Vedûd güzel ismi ile ilgili aşağıdaki ayet-i kerimeler, buna önemli bir ışık tutmaktadırlar. Büyük bir sırrı da barındırmaktadırlar: “O, çok bağışlayandır, sevendir (Burûç suresi, ayet 14).”, “Rabb’inizden af ve mağfiret dileyin. Sonra günahlarınıza tövbe edip O’na sığının. O sizi affeder ve korur. Gerçekten benim Rabb’im esirgeyendir, sevendir (Hûd suresi, ayet 90).”
Dikkat edilirse her iki ayet-i kerimede de Allah’ın (c.c.) sevgisi, bağışlama (el-Gafûr) ve esirgeme (er-Rahîm) anlamına gelen güzel isimlerinden sonra geçmektedir. Bunlar da kulun Allah’a (c.c.) tövbe edip günahlarının affı için sığındığı durumları karşılamaktadır. Demek ki Allah (c.c.), kulun tövbe ile kendisine yönelmesine sevinmekte ve böyle birisini de sevmektedir. Allah’ın (c.c.) sevgisi ise evrendeki en güzel şeydir. Kul için bundan daha güzel bir şey yoktur.
Şu hadis-i şerif de tövbe eden birisine karşı Allah’ın (c.c.) sevincini ve sevgisini açıklaması bakımından değerlidir: “Herhangi biriniz, ıssız bir çölde yiyeceklerle yüklü devesi ile birlikte giderken devesi elinden yiyeceklerle birlikte kaçsa o durumda aç ve üzüntülü bir halde ölümü beklerken aniden devesinin geri geldiğini görse şaşkınlık ve sevinç içinde şöyle demez misiniz: ‘Allah’ım Sen benim kulumsun, ben de Senin Rabb’inim.’ Yemin olsun ki, tövbe eden kimsenin tövbesinden dolayı yüce Allah’ın (c.c.) sevinci, işte bu kulun sevincinden daha üstündür.”
El-Vedûd güzel ismi ile kula düşen görev, günahlarına tövbe ederek Allah’ın (c.c.) emir ve yasakları ve rızası istikametinde bir yaşam biçimiyle O’nun sevgisine talip olmaktır.
İlahi aşk ve cezbe daima tövbe ve istiğfar halinde olan müminlere tecelli eder. Peygamberimizin (s.a.s) günde 70 kere (başka bir rivayette 100) kere tövbe ve istiğfar etmesi de böyle bir sırra sahiptir. Bilindiği üzere peygamberler ismet sıfatları icabı günahlara düşmezler. Ama onların her daim tövbe ve istiğfar etmeleri ilahi aşk ve cezbeyi davet etmekteydi, bu da Allah (c.c.) indindeki derecelerini ve makamlarını yükseltiyordu. Her ulaşılan makam ve derece, bir önceki için tövbe ve istiğfarı gerekli kılıyordu. Bu böylece devam edip gidiyordu.
Tasavvuf ve tarikat yolu tövbe ve istiğfarla başlar ve devam eder. İlahi aşk ve cezbe de bunun mükâfatı olarak peşinden gelir. Bunun sonu yoktur. Veliler de bu yolla makam ve derecelerini artırırlar. Nefis pişmanlık ateşi ile erir ve ruh da bu sırada ilahi aşk ve cezbe ile coşar. Pişmanlık ateşi ile erimeyen nefis ruhu hapsetmiştir. Bu yüzden ruhun aşka gelmesi ve coşması imkânsız bir hale gelir. Nefis aşk ve cezbe halini yaşayamaz. Aşk ve cezbe hali sadece ruha mahsustur.
Nefis ancak helal dairedeki şehvetle kendisinden geçer, yatışır. Nefis için şehvetten daha büyük bir zevk kaynağı yoktur. Bunun için adeta ona tapar. Şehvet ise bizim hayvanlarla olan ortak yanımızdır. Bizi bu dünyaya bağlar. Dünya hayatının hedefi de onun üzerine kuruludur. Aile kurmamızda ve evlat sahibi olmamızda gerekir. Bu açılardan yararlıdır. Aile hayatını da küçük görmemek gerekir. Çünkü bu dünyada cennet hayatının nüvesi aile hayatıdır. Nefis ancak aile hayatı ile teskin olup huzura erer. Ama şehvetin ilahi aşkla hiçbir ilgisi yoktur. İlahi aşkın verdiği zevk yanında o bir hiçtir. Zevk alma açısından ilahi aşk bir güneşse şehvet ancak bir mumdur. Çünkü şehvet ancak kendisi gibi bir nefis olan başka bir nefisle kaynaşırken zevk verir ve insanı tatmin eder, ilahi aşk ise âlemlerin yaratıcısı Allah’a karşı duyulur. İlahi aşk hiçbir zaman tatmin olmaz, gün geçtikçe daha çok kavurur. Nefis meşru daire dışında şehvet ateşine düştüğü zaman insanı hayvanlardan daha aşağı bir tabakaya indirir. Bu azmış ve bela arayan nefistir. Eğer tövbe nasip olmazsa bela ve musibet hem dünyada hem ahrette bu nefis sahibine mutlaka isabet eder. Hadis-i şeriflerde cehennemin ikinci katının zina edenlere ayrıldığı belirtilmektedir. Allah bundan muhafaza buyursun. Âmin. Şehvetiyle imtihan edilmeyen nefis yoktur. Hele ilahi aşk yolcusu şehvet hususunda elinin rahatlıkla uzanacağı veya bizzat karşı taraftan gelen davetlerle, baştan çıkarmalarla hem ins hem de cin sınıfındaki çok güzel dişilerle imtihan edilmeden ve bu imtihanları da geçmeden Allah dostu mevkisine çıkarılmaz. İnsan böyle bir şehvet karşısında Allah aşkını tercih ederse büyük bir devlete erer. Gönüllerin sultanı olur. Bu da ancak gerçek erlerin başarabileceği bir yiğitliktir. Geniş anlamda şehvet bizi dünyaya bağlayan bütün bağlara denir. Hak âşıkı bu bağlara yaşamı için zaruri nesneler ölçüsünce değer verir. Onun için sevgilinin murakabesi dışında hiçbir şey değerli değildir.
Nefsin tövbe ve istiğfarla oluşan pişmanlık hali, tasavvufta çok önemlidir. Bazı sofiler tarikata intisaplarında günahlarına tövbe ve istiğfar ile başlangıçta güzel haller yaşarlar. Sonra tövbe ve istiğfar devrinin bittiğini sanırlar. Artık Allah (c.c.) kendilerini affetmiştir, diye düşünürler. Hâlbuki her ibadetten sonra tövbe ve istiğfar etme tarikat adabındandır. Çünkü her ibadette kusurlarımız pek çoktur. Allah’a layık ibadet yapmamız mümkün değildir. Ayrıca sofiler virtleri ve ibadetleri sırasındaki tövbe ve istiğfarları gelişigüzel çekerler. İçten bir pişmanlık ateşi duymazlar. Yine şeyhlerine tövbe veya biyat tazeleme sırasında da yüreklerinde derin bir pişmanlık ateşi hissetmezler. Çünkü onlar pişmanlığın sadece günahlara mahsus olduğunu düşünürler. Artık günah işlemediklerine göre pişman olmalarına da gerek yoktur. Oysa tarikat ve tasavvuf yolunda en büyük günah, insanın Allah karşısında var olduğunu düşünmesidir. Onun için peygamberimizin (s.a.s) bir hadis-i şerifi delil olarak mutasavvıflarca çokça söylenir: ‘Varlığın öyle büyük bir günahtır ki onunla hiç bir günah mukayese edilemez.’ Bundan başka bu dünyanın meşru nimetleri müminlere helaldir. Yani günah değildirler. Ama Allah âşıklarının veya böyle bir adayın bir iddiası vardır: ‘Allah’tan (c.c.) başka sevilecek varlık yoktur. Hatta Allah’tan (c.c.) başka her şey yoktur.’ O yüzden ona yani Hak âşıkına Allah (c.c.) dışındaki her şey, haramdır, günahtır. Bunlar için de, yani gönlünün dünyaya kaymasından da, helal olan şeylerden lezzet duyup saplanıp kalmasından da her tövbe ve istiğfar edişinde derin bir pişmanlık duyması, yüreğinde büyük bir ateş hissetmesi gerekir.
Nefis tövbe ve istiğfar sırasında pişmanlık ateşini duymuyorsa demek ki kendisini büyük görmektedir. Oysa tasavvuf ve tarikat yolunun amacı nefsi ezmek, hiç etmektir. Çünkü nefis engeli aşılmadıkça kişiye ilahi lütuflar da erişemez. Gerçi bu yolda tek amaç sevgilinin hoşnutluğunu ve rızasını elde etmektir. Bu nedenle ilahi lütuflara da kıymet verilmez.
Dünyayı helal nimetleri ile terk etmek kolay değildir. Bunu ancak gerçek yiğitler başarabilir. Elbette mesele bunları kalpten çıkarmaktır. Yoksa kalbe girmedikten sonra bütün dünyaya sahip olsak da ilahi aşkta bir sıkıntı meydana getirmezler. Ama bunu gerçekleştirmek çok zordur. Zira malı ve nüfuzu koruma düşüncesi nefsi cömert olmaktan alıkor ve bu durum da ilahi aşkı olumsuz yönde engeller. Onun için tasavvuf ve tarikat yolu genellikle zenginlere ve toplumda nüfuz sahibi insanlara pek hitap etmez ve nasip olmaz. Öyle kimselerin bir cemaatle İslami hizmete sarılmaları daha çok tabiatlarına ve meşreplerine uygun düşer. Bu yol da Allah’ın rızasına uygundur. Hele bu devirde tasavvuf ve tarikat yolundan daha önemli bir hale gelmiştir. Onun için bazı İslam büyükleri devrimizin tasavvuf ve tarikata uygun düşmediğini belirtmişlerdir. Bu sözleri ile tasavvuf ve tarikata karşı çıkmamışlar ama İslam’a hizmetin başka bir cephesinin önemine işaret etmişlerdir. Elbette tabiatı, meşrebi ve durumu tasavvuf ve tarikatlara uygun düşen insanlara kimse bir şey diyemez. Herkes sevdiği, hoşlandığı şeylerde ancak verimli olabilir. Kendisini kurtarıp başkalarına yardım edebilir.
Allah’tan başka kimsesi olmayan veya malı mülkü bulunmayanlar, tasavvuf ve tarikat yoluna çok uygundurlar. Şayet böyleleri tövbe ve istiğfar sırasında içlerindeki derin pişmanlık ateşini kaybetmeyip zikre ve rabıtaya yönelirlerse kısa zamanda ilahi aşkın eserlerini duymaya başlarlar. En azından zikir ve rabıtadan büyük zevk alırlar. Bu durum ise bu yolda büyük bir devlettir. Allah kimisine mal mülkle, nüfuzla cömertlik gösterir kimisine de ilahi aşk ve lütuflarla. Onun hikmetinden sual olunmaz.
İlahi aşk elbette Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulur. Ama Allah (c.c.) görülmez. Zatı da tasarlanamaz. O’nun zatını tasarlamak da hadis-i şeriflerde yasaklanmıştır. Bu yüzden O’nun zatına karşı duyulan ilahi aşk ibadetlerde hissedilir. Örneğin sofi için zikir ilahi aşkın bir sofrası olur. Doyamaz ve kanamaz. Cezbeye gelir. Onun zevk aldığı en sevimli uğraşısı ve işi haline gelir. Beri tarafta ilahi aşktan zerre kadar nasibi olmayan sofi için ise zikir uyku ilacı gibi tesir eder. Sofiyi mışıl mışıl uyutur. Bazılarını da vesveseye düşürür. Yani zikir hakkında olumsuz tavırlar takınmaya ve sözler söylemeye yöneltir.
Yalnız şunu unutmamak lazım ki, Allah sabredenleri sevmektedir (bk. Enfal suresi 46). Zikir hususunda ayak direyenler en sonunda gayelerine ulaşabilirler. Yani zikir başlangıçta onlara tatsız tuzsuz gelirken sonradan bundan büyük bir zevk alabilirler. Bir de insan zikirden zevk almasa da kendisinin yapabileceği belli sayıdaki virdi yerine getirmesi büyük bir kazançtır. Buna devam etmesi övülecek bir haslettir. Allah indinde de bu büyük mükâfatlar içerir. Her insanın belli bir sayıda zikir edinip çekmesi ve bu sayede Allah rızasına talip olması çok güzel bir davranıştır. İnsanın bunun için bir tarikata da intisap etmesine gerek yoktur. İnsan kendi başına da belli sayıda faziletli zikirleri edinip çekebilir. Tabii birtakım haller yaşarsa bir mürşid-i kâmilin rehberliğine mutlaka ihtiyaç duyacaktır.
İlahi aşkı nefis değil ruh hisseder. Çünkü nefis anasır-ı erbadan (toprak, su, hava, ateş) yaratılmışken ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Kuran-ı Kerim’de yüce Allah (c.c.) Hz. Âdem’i topraktan yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini beyan buyurmaktadır (bk. Secde suresi, 9,). Demek ki nefsimiz bu dünyaya, ruhumuz da Allah’a aittir. İlahi aşk Allah’tan gelen ruhun tekrar Allah’a ulaşmak istemesi üzerine duyulan büyük bir çekiliştir. Tabii bu çekiliş ilahi olduğundan büyük bir zevk ve kendinden geçme de buna iştirak etmektedir. Vücutta cezbe eserleri bu sayede kendisini gösterir. Bu durum beşeri (mecazi) aşkta da böyledir. Ruh beşeri aşkta da yanar, kavrulur. Böyle birisi daima sevgilisini düşünür. Başka her şey gözünden düşer. Dünyanın hiçbir kıymeti kalmadığı gibi kişi kendisini de bir hiç olarak görür. Sadece var olan sevgilisidir. Ruhun karşı cinse aşkı bu yüzden mutasavvıflarca övülmüş ve ilahi aşka geçişte bir köprü olarak görülmüştür. Böylelerinin tasavvuf ve tarikat yoluna girdiklerinde mecazi (beşeri) aşktan ilahi (gerçek) aşka çok daha kolay geçebileceklerini söylemişledir. Edebiyatımızda mesnevilerin konusu genellikle mecazi aşktan ilahi aşka yükselmedir. Eski devirlerde kadının sosyal hayatta görülmemesi, örtünmesi, evlilik dışı her türlü ilişkinin (arkadaşlık, flörtlük) yasak oluşu bu mecazi aşkları kara sevdaya dönüştürmekteydi. Dolayısıyla edebiyat dünyasında mesneviler bir yaşam gerçekliğine yararlı olmak amacıyla bu konuyu seçiyordu. Mecazi aşka tutulanları ilahi aşka yönlendiriyorlardı.
Bazı şeyler kitaplardan öğrenilmez. Bunların öğrenilmesi için bir üstat gerekir. İlahi aşkta da durum böyledir. Bir mürşid-i kâmil bu ilahi aşkta ilk adımdır. Mürit ilahi aşkı önce mürşidine karşı yaşar. Çünkü mürşit ilahi tecelliye mazhardır. Mürit onu görünce cezbeye tutulur. Rabıtada adeta erir. Mürşidi bir nur ve feyz kaynağıdır. Bu durum fenafişşeyh (mürşidinde yok olma) haline kadar böyle gider. Mürşit onu manevi âlemde Rasulullah’la tanıştırır. Fenafirrasuldan (peygamberde yok olma) sonra fenafillâh (Allah’ta yok olma) makamı gelir ki o zaman ilahi aşktan söz edilebilir.
Dini kitaplar, güzel manzaralar insanı Allah’la ilgili tefekküre götürebilir. Hak âşıkı pek tefekkürle meşgul olmaz. Daha doğrusu tefekkür onun ruhunu doyurmaz. Sadece bir değişiklik verir. Ruhu bu açıdan biraz rahatlatır. İştahlandırır. O vaktini daha ziyade murakabe ile geçirir. Daima kendisinin sevgilisi tarafından gözetlendiğini düşünür.
İlahi aşkın insan için en yararlı şekli kendisini ibadetlerde gösterir. Nefis hiçbir ibadeti sevmez. Her ibadet onun zoruna gider. İbadetlerden nefret eder, kaçar. Kişi nefsinin bu eğilimine rağmen ibadetlerini yerine getiriyorsa o büyük bir kahramandır. Müslüman’dır. Nefsiyle yaptığı savaşı kazanmıştır. Allah fazl u ikramıyla bu kişiye zamanla ibadetleri sevdirir. Belli ki ruhu nefsin baskısından kurtulup ibadetlere karşı olan aşkını sahibine hissettirmiştir. O kişinin nefsi de buna pek ses çıkarmaz. Bu olgun müminin vasfıdır. Hak âşıkı ise ibadetlere adeta koşar. Yorulmak nedir bilmez. Hiçbir dünya nimeti ibadet kadar ona lezzet vermez. İşte gerçek, ilahi aşk da budur. İbadetlere karşı duyulan bu aşk Allah’ın (c.c.) zatına karşı duyulan aşkın bir yansımasından başka bir şey değildir.
Allah (c.c.) lutf u ihsanıyla her birimize ibadetlerine karşı sevgisini ve aşkını nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi