Hakikat yolcusu, bilimin sırlı ikliminde iman pırıltıları toplamak için bilim adamlarının dünyasına doğru yola koyuldu. Sahte pırıltıların gözleri kamaştırdığı büyük şehirlerin uzaklarında yemyeşil bir vadiye daldı. Büyük, görkemli ağaçların gölgesindeki eski ve sırlı şehre girdi. Bir müddet yürüdü. Şehir terk edilmiş gibiydi, çıt yoktu.
Gerisini kendisinden dinleyelim.
...
Gördüğüm ilk tabelada "Francis Bacon" yazıyordu. Sokağa daldım. Francis Bacon'ı, yol üzerindeki çalışma evinde ziyaret ettim. İçeri girdim, beni görünce tebessüm etti, "Hoş geldin, sen hakikat yolcusu değil misin?" dedi. "Evet, ben hakikat yolcusuyum. Meramımı da biliyorsunuz o zaman." dedim. Başını salladı ve konuşmaya başladı:
"Bak evlât, önümüzde hata yapmamak için çalışmamız gereken iki kitap var; birincisi Allah'ın vahyi olan Kutsal Kitap, ikincisi O'nun (celle celâluhu) gücünü ifade eden yaratılanlar. İlk önce Allah'ın isteklerini ve emirlerini açıklayan Kutsal Kitabı, sonra da O'nun (celle celâluhu) gücünü gösteren varlıkları incelemeliyiz. Sonraki öncekine anahtardır. Bize mantığın ve konuşmanın genel kurallarını öğreterek İlâhî emirlerin gerçek mânâsını bilmemize yardımcı olur, aynı zamanda inancımıza yeni pencereler açar. Bize Yaratıcı'nın büyüklüğünü anlatır. Zîrâ O'nun (celle celâluhu) sonsuz kudreti ve büyüklüğü, fiillerinde ve yarattığı varlıklar üzerinde açıkça görülmektedir."1
Bu arada Galileo ile Kepler kapıda belirdi. Galileo, selâm verdikten sonra: "Haklısın kardeşim, tabiat hiç şüphesiz Allah'ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır. Allah'ın kitapları ile yarattıkları arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü her ikisi de Allah'ın (celle celâluhu) eseridir." diyerek ona destek verdi. Kepler de oturduğu sedirde ayaklarını dizine doğru çekerek: "Tabiat kitabına göre biz astronomlar, Yüce Allah'ın din adamları olduğumuzdan, bizim Allah'ın şanını konuşmamız gerekir." dedi. Artık konu tamamen Allah'ın yaratması üzerinde dönüp dolaşmaya başladı. Ben pür-dikkat dinliyordum.
Bir ara Kepler'e; "Neden bilimle uğraşmayı tercih ettiniz?" diye sordum. Bana döndü, tane tane ve üzerine bastıra bastıra "Yaratıcı'nın eserlerindeki lezzeti almak için." dedi ve "Bu evren İlâhî bir yapıdır. Allah en büyüktür, O'nun ilmi sonsuzdur, O'nun sonu yoktur." diye sözlerini bitirdi. Bu arada gözlerinin nemlendiğini fark ettim. Ben hem çok şaşırmış, hem de çok mutlu olmuştum.
İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Ben çıkarken onlar, kâinat kitabı hakkında konuşmaya devam ediyorlardı. Biraz yürüdüm, dikdörtgen bir tabela dikkatimi çekti. Sağa doğru ince, yeşil bir yol ayrılıyordu. Tabelaya yaklaştım okumaya çalıştım. Yazının üzerinde sarmaşıklar ve asırların tozu vardı. Bir taşın üzerine çıkarak tozları sildim. Taştan indim ve yazıyı okumaya başladım. "Allah, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin Yaratıcısıdır." cümlenin altında "Pascal" imzası vardı.
Biraz ilerleyince, karşıma çok güzel bir bahçe çıktı. Bahçenin girişinde "Botanikçi Ray" yazıyordu. Ray bahçede çalışıyordu. Tahta kapıdan geçtim, selâm verdim, selâmımı aldı. "Tabiatı çok seviyorsunuz herhalde?" dedim. Tebessüm ederek; "Özgür bir adam için tabiatın güzelliklerini ve Allah'ın sonsuz ilmini ve yüceliğini düşünmekten daha değerli bir şey olamaz." dedi. Söz çok güzeldi. Bir ân Kur'ân'ın tefekkür âyetleri aklıma geldi. "Kur'ân-ı Kerîm'de Allah göklerden, yerden ve bunların hikmetlerinden bahsediyor." dedim. Dikkat kesildi ve "Eğer insanoğlu yeryüzüne Allah'ın güzelliğini yansıtmak için getirilmişse, o zaman çevresinde yaratılmış olan her şeye dikkat etmelidir. Bak bütün bu işler, Allah'ın eseridir ve hepsi hâlâ ilk yaratıldıkları gibi duruyor." diye gürledi ve ekledi: "Matematikçi, astronom Galileo'nin dediği gibi "Kâinat dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe (asla) anlaşılamaz."
İçimden geçmiş zamanlara esef ettim. Bu insanların imanı karşısında suskun kalan akıllara acıdım.
Oradan ayrıldım. Çok farklı bir dünyada dolaşıyordum. Aklım, kalbim İlâhî esintiler yağmurunda gibiydi. Gözüm "Boyle Sokağı" tabelasına takıldı. Sola döndüm. Burnuma keskin kokular gelmeye başladı. Bir evin önünde durdum. Girişte bir yazı vardı: "Robert Boyle. Modern kimyanın kurucusu... İlk defa elementlerin tanımını yaptı. Suyun genleştiğini keşfetti. Hava basıncını tespit etti. Meşhur sözü: Şanı, tabiatı Yaratan'a verin. İnsanlığa iyilik getirmek için bilgiyi kullanın."
Gerçekten çok güzel özetlemiş. İyilik ve bilgi... Bilginin kendisi zaten iyiliktir. Bilginin ışığında yapılmayan bütün çalışmalar, akamete uğrayacaktır. Biraz daha yürüdüm. Uzaktan Newton ismini görür gibi oldum. Newton'un evini görünce biraz daha heyecanlandım doğrusu. Yer çekimi ile alâkalı çalışmaları yapan adam diye biliyordum onu. Ama "etki-tepki" kanununu bulan, mekanik ve optik kurallarını geliştiren, ışığın renklerini tespit çalışmalarını yapan ve en önemlisi ateizmi, tabiatçılığı reddeden yazıları ile meşhur Newton idi bu. Kapı açıktı, eve girdim. Salonun ortasındaki masanın üstünde açık bir kitap duruyordu. Yaklaştım, kendi el yazısı ile yazılmış yazıları okumaya başladım: "Bizler Allah'a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız. Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve her şeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; her şeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan her şeyi bilir. O sonsuz ve sınırsızdır; ... Daimidir ve vardır; Varlığı daimidir, her yerde mevcuttur; her zaman ve her yerde var olmasıyla O, bütün zamanı ve aralıklarını yaratır. Allah, her şeyi sayı, ağırlık ve ölçü ile yarattı."2
Çıkarken kapının üstünde asılmış bir levha dikkatimi çekti. Yazı gerçekten hikmet doluydu: "Güneş Sistemi'nin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık, yalnızca dünyanın ruhunu değil her şeyi yönetir, O; Allah'tır."
Newton'un bu sözlerinin Kur'ân âyetleri ile birebir örtüştüğünü düşündüm. Belki Newton da Kur'ân'ı okumuştur. Evden çıktım, meraklı bakışlarla yürümeye devam ettim. Karşıdan kır sakallı, saçları iyi taranmış, iyi giyimli biri geliyordu. Selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra, "Bizim dünyada ne arıyorsun?" dedi. "Ben hikmet araştırıcısıyım, bilim dünyasının yaratılış ve ulûhiyete bakışını gözlemliyorum." dedim. Elindeki bastonunu havaya kaldırdı ve "Dinle o hâlde!" dedi. "Bak, genç dostum! İlim tesadüfü reddeder. Ve dünyada ilimsiz bir şey olmaz. Her şey bir sistem ve düzen içinde ilerliyor. Dünya da, içindekiler de, tek bir güç tarafından yaratılmıştır." Ben heyecanla "Genetik çalışmaları?" dedim. Bastonunu indirdi ve "Dostum, genetik bir ilim deryası. İrsiyet (kalıtım-genetik) bize yaratılışı gösteren en büyük işaretlerdendir. Bazı hastalıklara karşı aşı geliştiren dostum Luis Pasteur'un dediği gibi "tabiatı ne kadar incelersen, Yaratıcı'nın eserleri karşısında inancım o kadar artıyor. Kısaca dostum; bilim, insanı doğrudan Allah'a götürüyor." Bu Mendel'den başkası değildi.
Bu insanların ulûhiyet inançlarının kitapların dünyasına yansımamasına üzüldüm. Her şey, Darwin teorisine göre düzenlenmeye çalışılmış. Bu bilim adamlarının çalışmalarından çıkan en büyük netice, hep gizlenmiş.
İlimlerin Allah'ın isimlerini açıklayan bir tefsir, ilim adamlarının da birer müfessir olduklarını düşünüyorum. Sonra da "Allah'tan ancak ilim adamları, âlimler korkar." âyeti geçiyor düşünce ufkumdan. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" âyetini mırıldanıyorum fakında olmadan. Sonra da modern fiziğin kurucusu Max Planck'ın sözlerini hatırlıyorum: "Hangi sahada olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: 'İman et.' İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir."3
Son olarak kendimi Dr. İnamullah'ın yerine koydum ve Sir James Jean'ı ziyarete gittim. Hava yağmurlu. Sir Jean yağmura rağmen, şemsiyesi koltuğunun altındaydı. Diğer koltuğunda İncil vardı. Düşünceli bir şekilde yürüyordu. Yaklaştım, selâm verdim, selâmımı almadı. Ben yine selâm verdim. Bu sefer baktı "Benden ne istiyorsun?" dedi. Ben "Efendim bu yağmura rağmen şemsiyeniz kapalı, bir de sizin gibi bir ilim adamını kiliseye çeken şeyi öğrenmek istiyorum." dedim. Sir James Jean gülümsedi ve "Bugün evimde bir çay içelim, lütfen teşrif ediniz." diye cevap verdi. Akşama doğru gittim. Bana göklerden, yaratılıştan, çok güzel şeyler anlattı. Anlatırken gözlerinden yaşlar damlıyordu. Bir an sözün zirvesine geldi. Durdu, gözlerini sildi, gözlerini bana çevirdi. "Ey İnamullah, Allah'ın eşsiz sanatının yansıması olan şu varlık âlemine baktığım zaman, İlâhî Kudret'in büyüklüğü karşısında vücudum ürperiyor ve titremeye başlıyorum. Allah'ın huzuruna vardığım zaman, Allah'ım sen çok büyüksün, çok yücesin diyorum ve adeta bütün hücrelerimin aynı dua ile bana katıldıklarını hissediyorum. Kendi mutluluğumu, başkalarınkinden bin kat üstün görüyorum, huzur içinde bulunuyorum. Ve ben bu kadar deliller karşısında ilim adamlarının Allah'ı inkârını anlayamıyorum İnamullah." Bu sözler kalbimde tarifi imkânsız heyecan sebep oldu. Kur'ân'dan âyetler aklıma geldi. "Efendim müsaade ederseniz Kur'an'dan bir ayet okumak istiyorum" deyince memnun oldu ve "Lütfen buyurun." dedi. Ben Fatır Sûresi'nden "Allah'tan hakkıyla ancak âlimler korkar." mealindeki âyeti okuyunca Sir irkildi. "Elli senelik araştırmalarımdan elde ettiğim neticeleri Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) haber veren kim? Hakikaten bu Kur'ân'daysa ben Kur'ân'ın Allah'ın vahyi olduğuna ve Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber olduğuna inanıyorum" diye gürledi.
Bu dünyada Allah'a olan inancım bir kat daha arttı. Her ilim adamı, kendi sahasında hikmet dürbünü ile "Tevhit hakikatini" ilân ediyor. Newton Allah'a inanıyor. Einstein Allah'a inanıyor..."4 Einstein: "Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır." derken, Bediüzzaman'ın: "Vicdanın ışığı dini ilimlerdir, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleşmesi ile hakikat tecelli eder. O iki kanat ile talebenin himmeti kanatlanır. Ayrıldıkları zaman, birincisinde taassup; ikincisinde hile, şüphe çıkar." mealindeki tespitlerine çok yaklaşıyordu.5
İşte ilmin insanı getirdiği en güzel nokta... Önemli olan bu tevhit noktasından hareketle Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rehberliğinde ilerleyebilmektir. Ancak ne yazık ki, bu hakikatler çoğu zaman modern(!) hayatın gölgesinde kalıyor ve insanların gerçek bir Rehber (sallallahu aleyhi ve sellem) önderliğinde huzura kavuşması gecikiyor.
Gerisini kendisinden dinleyelim.
...
Gördüğüm ilk tabelada "Francis Bacon" yazıyordu. Sokağa daldım. Francis Bacon'ı, yol üzerindeki çalışma evinde ziyaret ettim. İçeri girdim, beni görünce tebessüm etti, "Hoş geldin, sen hakikat yolcusu değil misin?" dedi. "Evet, ben hakikat yolcusuyum. Meramımı da biliyorsunuz o zaman." dedim. Başını salladı ve konuşmaya başladı:
"Bak evlât, önümüzde hata yapmamak için çalışmamız gereken iki kitap var; birincisi Allah'ın vahyi olan Kutsal Kitap, ikincisi O'nun (celle celâluhu) gücünü ifade eden yaratılanlar. İlk önce Allah'ın isteklerini ve emirlerini açıklayan Kutsal Kitabı, sonra da O'nun (celle celâluhu) gücünü gösteren varlıkları incelemeliyiz. Sonraki öncekine anahtardır. Bize mantığın ve konuşmanın genel kurallarını öğreterek İlâhî emirlerin gerçek mânâsını bilmemize yardımcı olur, aynı zamanda inancımıza yeni pencereler açar. Bize Yaratıcı'nın büyüklüğünü anlatır. Zîrâ O'nun (celle celâluhu) sonsuz kudreti ve büyüklüğü, fiillerinde ve yarattığı varlıklar üzerinde açıkça görülmektedir."1
Bu arada Galileo ile Kepler kapıda belirdi. Galileo, selâm verdikten sonra: "Haklısın kardeşim, tabiat hiç şüphesiz Allah'ın hiç vazgeçemeyeceğimiz, okunması gereken diğer bir kitabıdır. Allah'ın kitapları ile yarattıkları arasında hiçbir çelişki yoktur. Çünkü her ikisi de Allah'ın (celle celâluhu) eseridir." diyerek ona destek verdi. Kepler de oturduğu sedirde ayaklarını dizine doğru çekerek: "Tabiat kitabına göre biz astronomlar, Yüce Allah'ın din adamları olduğumuzdan, bizim Allah'ın şanını konuşmamız gerekir." dedi. Artık konu tamamen Allah'ın yaratması üzerinde dönüp dolaşmaya başladı. Ben pür-dikkat dinliyordum.
Bir ara Kepler'e; "Neden bilimle uğraşmayı tercih ettiniz?" diye sordum. Bana döndü, tane tane ve üzerine bastıra bastıra "Yaratıcı'nın eserlerindeki lezzeti almak için." dedi ve "Bu evren İlâhî bir yapıdır. Allah en büyüktür, O'nun ilmi sonsuzdur, O'nun sonu yoktur." diye sözlerini bitirdi. Bu arada gözlerinin nemlendiğini fark ettim. Ben hem çok şaşırmış, hem de çok mutlu olmuştum.
İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Ben çıkarken onlar, kâinat kitabı hakkında konuşmaya devam ediyorlardı. Biraz yürüdüm, dikdörtgen bir tabela dikkatimi çekti. Sağa doğru ince, yeşil bir yol ayrılıyordu. Tabelaya yaklaştım okumaya çalıştım. Yazının üzerinde sarmaşıklar ve asırların tozu vardı. Bir taşın üzerine çıkarak tozları sildim. Taştan indim ve yazıyı okumaya başladım. "Allah, matematikten elementlerin düzenine kadar her şeyin Yaratıcısıdır." cümlenin altında "Pascal" imzası vardı.
Biraz ilerleyince, karşıma çok güzel bir bahçe çıktı. Bahçenin girişinde "Botanikçi Ray" yazıyordu. Ray bahçede çalışıyordu. Tahta kapıdan geçtim, selâm verdim, selâmımı aldı. "Tabiatı çok seviyorsunuz herhalde?" dedim. Tebessüm ederek; "Özgür bir adam için tabiatın güzelliklerini ve Allah'ın sonsuz ilmini ve yüceliğini düşünmekten daha değerli bir şey olamaz." dedi. Söz çok güzeldi. Bir ân Kur'ân'ın tefekkür âyetleri aklıma geldi. "Kur'ân-ı Kerîm'de Allah göklerden, yerden ve bunların hikmetlerinden bahsediyor." dedim. Dikkat kesildi ve "Eğer insanoğlu yeryüzüne Allah'ın güzelliğini yansıtmak için getirilmişse, o zaman çevresinde yaratılmış olan her şeye dikkat etmelidir. Bak bütün bu işler, Allah'ın eseridir ve hepsi hâlâ ilk yaratıldıkları gibi duruyor." diye gürledi ve ekledi: "Matematikçi, astronom Galileo'nin dediği gibi "Kâinat dediğimiz kitap, yazıldığı dil ve harfler öğrenilmedikçe (asla) anlaşılamaz."
İçimden geçmiş zamanlara esef ettim. Bu insanların imanı karşısında suskun kalan akıllara acıdım.
Oradan ayrıldım. Çok farklı bir dünyada dolaşıyordum. Aklım, kalbim İlâhî esintiler yağmurunda gibiydi. Gözüm "Boyle Sokağı" tabelasına takıldı. Sola döndüm. Burnuma keskin kokular gelmeye başladı. Bir evin önünde durdum. Girişte bir yazı vardı: "Robert Boyle. Modern kimyanın kurucusu... İlk defa elementlerin tanımını yaptı. Suyun genleştiğini keşfetti. Hava basıncını tespit etti. Meşhur sözü: Şanı, tabiatı Yaratan'a verin. İnsanlığa iyilik getirmek için bilgiyi kullanın."
Gerçekten çok güzel özetlemiş. İyilik ve bilgi... Bilginin kendisi zaten iyiliktir. Bilginin ışığında yapılmayan bütün çalışmalar, akamete uğrayacaktır. Biraz daha yürüdüm. Uzaktan Newton ismini görür gibi oldum. Newton'un evini görünce biraz daha heyecanlandım doğrusu. Yer çekimi ile alâkalı çalışmaları yapan adam diye biliyordum onu. Ama "etki-tepki" kanununu bulan, mekanik ve optik kurallarını geliştiren, ışığın renklerini tespit çalışmalarını yapan ve en önemlisi ateizmi, tabiatçılığı reddeden yazıları ile meşhur Newton idi bu. Kapı açıktı, eve girdim. Salonun ortasındaki masanın üstünde açık bir kitap duruyordu. Yaklaştım, kendi el yazısı ile yazılmış yazıları okumaya başladım: "Bizler Allah'a muhtaç, aciz kullar olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız. Allah sonsuz ve mutlaktır; gücü sınırsızdır ve her şeyden haberdar olandır; varlığı sonsuzluğa dayanır; her şeyi yönetir, yapılan ve yapılacak olan her şeyi bilir. O sonsuz ve sınırsızdır; ... Daimidir ve vardır; Varlığı daimidir, her yerde mevcuttur; her zaman ve her yerde var olmasıyla O, bütün zamanı ve aralıklarını yaratır. Allah, her şeyi sayı, ağırlık ve ölçü ile yarattı."2
Çıkarken kapının üstünde asılmış bir levha dikkatimi çekti. Yazı gerçekten hikmet doluydu: "Güneş Sistemi'nin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri yalnızca akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık, yalnızca dünyanın ruhunu değil her şeyi yönetir, O; Allah'tır."
Newton'un bu sözlerinin Kur'ân âyetleri ile birebir örtüştüğünü düşündüm. Belki Newton da Kur'ân'ı okumuştur. Evden çıktım, meraklı bakışlarla yürümeye devam ettim. Karşıdan kır sakallı, saçları iyi taranmış, iyi giyimli biri geliyordu. Selâm verdim. Selâmımı aldıktan sonra, "Bizim dünyada ne arıyorsun?" dedi. "Ben hikmet araştırıcısıyım, bilim dünyasının yaratılış ve ulûhiyete bakışını gözlemliyorum." dedim. Elindeki bastonunu havaya kaldırdı ve "Dinle o hâlde!" dedi. "Bak, genç dostum! İlim tesadüfü reddeder. Ve dünyada ilimsiz bir şey olmaz. Her şey bir sistem ve düzen içinde ilerliyor. Dünya da, içindekiler de, tek bir güç tarafından yaratılmıştır." Ben heyecanla "Genetik çalışmaları?" dedim. Bastonunu indirdi ve "Dostum, genetik bir ilim deryası. İrsiyet (kalıtım-genetik) bize yaratılışı gösteren en büyük işaretlerdendir. Bazı hastalıklara karşı aşı geliştiren dostum Luis Pasteur'un dediği gibi "tabiatı ne kadar incelersen, Yaratıcı'nın eserleri karşısında inancım o kadar artıyor. Kısaca dostum; bilim, insanı doğrudan Allah'a götürüyor." Bu Mendel'den başkası değildi.
Bu insanların ulûhiyet inançlarının kitapların dünyasına yansımamasına üzüldüm. Her şey, Darwin teorisine göre düzenlenmeye çalışılmış. Bu bilim adamlarının çalışmalarından çıkan en büyük netice, hep gizlenmiş.
İlimlerin Allah'ın isimlerini açıklayan bir tefsir, ilim adamlarının da birer müfessir olduklarını düşünüyorum. Sonra da "Allah'tan ancak ilim adamları, âlimler korkar." âyeti geçiyor düşünce ufkumdan. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" âyetini mırıldanıyorum fakında olmadan. Sonra da modern fiziğin kurucusu Max Planck'ın sözlerini hatırlıyorum: "Hangi sahada olursa olsun bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: 'İman et.' İman, bilim adamının vazgeçemeyeceği bir özelliktir."3
Son olarak kendimi Dr. İnamullah'ın yerine koydum ve Sir James Jean'ı ziyarete gittim. Hava yağmurlu. Sir Jean yağmura rağmen, şemsiyesi koltuğunun altındaydı. Diğer koltuğunda İncil vardı. Düşünceli bir şekilde yürüyordu. Yaklaştım, selâm verdim, selâmımı almadı. Ben yine selâm verdim. Bu sefer baktı "Benden ne istiyorsun?" dedi. Ben "Efendim bu yağmura rağmen şemsiyeniz kapalı, bir de sizin gibi bir ilim adamını kiliseye çeken şeyi öğrenmek istiyorum." dedim. Sir James Jean gülümsedi ve "Bugün evimde bir çay içelim, lütfen teşrif ediniz." diye cevap verdi. Akşama doğru gittim. Bana göklerden, yaratılıştan, çok güzel şeyler anlattı. Anlatırken gözlerinden yaşlar damlıyordu. Bir an sözün zirvesine geldi. Durdu, gözlerini sildi, gözlerini bana çevirdi. "Ey İnamullah, Allah'ın eşsiz sanatının yansıması olan şu varlık âlemine baktığım zaman, İlâhî Kudret'in büyüklüğü karşısında vücudum ürperiyor ve titremeye başlıyorum. Allah'ın huzuruna vardığım zaman, Allah'ım sen çok büyüksün, çok yücesin diyorum ve adeta bütün hücrelerimin aynı dua ile bana katıldıklarını hissediyorum. Kendi mutluluğumu, başkalarınkinden bin kat üstün görüyorum, huzur içinde bulunuyorum. Ve ben bu kadar deliller karşısında ilim adamlarının Allah'ı inkârını anlayamıyorum İnamullah." Bu sözler kalbimde tarifi imkânsız heyecan sebep oldu. Kur'ân'dan âyetler aklıma geldi. "Efendim müsaade ederseniz Kur'an'dan bir ayet okumak istiyorum" deyince memnun oldu ve "Lütfen buyurun." dedi. Ben Fatır Sûresi'nden "Allah'tan hakkıyla ancak âlimler korkar." mealindeki âyeti okuyunca Sir irkildi. "Elli senelik araştırmalarımdan elde ettiğim neticeleri Hz. Muhammed'e (sallallahu aleyhi ve sellem) haber veren kim? Hakikaten bu Kur'ân'daysa ben Kur'ân'ın Allah'ın vahyi olduğuna ve Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamber olduğuna inanıyorum" diye gürledi.
Bu dünyada Allah'a olan inancım bir kat daha arttı. Her ilim adamı, kendi sahasında hikmet dürbünü ile "Tevhit hakikatini" ilân ediyor. Newton Allah'a inanıyor. Einstein Allah'a inanıyor..."4 Einstein: "Dinsiz ilim kör, ilimsiz din de topaldır." derken, Bediüzzaman'ın: "Vicdanın ışığı dini ilimlerdir, aklın nuru fen ilimleridir. İkisinin birleşmesi ile hakikat tecelli eder. O iki kanat ile talebenin himmeti kanatlanır. Ayrıldıkları zaman, birincisinde taassup; ikincisinde hile, şüphe çıkar." mealindeki tespitlerine çok yaklaşıyordu.5
İşte ilmin insanı getirdiği en güzel nokta... Önemli olan bu tevhit noktasından hareketle Kur'ân'ın ve Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rehberliğinde ilerleyebilmektir. Ancak ne yazık ki, bu hakikatler çoğu zaman modern(!) hayatın gölgesinde kalıyor ve insanların gerçek bir Rehber (sallallahu aleyhi ve sellem) önderliğinde huzura kavuşması gecikiyor.
Emin Osman UYGUR