"İlm-i Ledün" Ne Demektir ?

Huseyni

Müdavim
Bu ilim, olayların iç yüzüyle, hikmet ve rahmet cihetiyle ilgili bir ilimdir. Çalışmayla değil ancak İlahi ilham ile elde edilir. Hazret-i Hızır bu ilme mazhardır.

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Musa’yla Hz. Hızır’ın yolculuklarına yer verilir. Bu yolculuk ibretlerle doludur. Beraber bir gemiye binerler, Hz. Hızır, gemiyi baltayla yaralı hale getirir, geri dönerler. Yolda giderken rastladıkları bir çocuğu, Hz. Hızır, öldürür. Bir beldeden geçerken yiyecek isterler, kimse bir şey vermez. Hz. Hızır, beldeden çıkacakları zaman, yıkılmak üzere olan bir duvarı düzeltir. Hz. Musa, gördüğü olaylar karşısında hayret içinde kalmıştır. Hz. Hızır, olayların içyüzünü kendisine açıklar.

Burada dikkati çeken hususlardan birisi, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın ilimlerindeki farklılıktır. Hz. Musa, şeriat ilminde bir denizdir, Hz. Hızır da, ilm-i ledünde. Hz. Hızır’ın ilmiyle ilgili olarak, ayette “Ona kendi katımızdan bir ilim öğretmiştik” denilmektedir. (Kehf, 65.)

Âyetteki “ledün” ifadesinden hareketle, zamanla bu tür sırlı bilgilere “ilm-i ledün” denilmiştir. Olayların içyüzüne vakıf olmak, zahiren çirkin görünen hadiselerdeki güzelliği görmek, bu ilimle mümkündür.

sorularlarisaleinur.com
 

Sirac

Well-known member
Bediüzzaman, İlm-i Ledün ve Risâle-i Nur



Bediüzzaman’ın kesbî ilmi deryalar gibidir: 1882 yılında başladığı eğitimini mükellefiyet çağına varmadan, 14 yaşında “Kisve-i ilme bürün!” teklifini alacak çapta elde eder. Henüz 17 yaşında (1895’lerde) Van’da, kitap dolu konakta kaldığı sıralarda; bu asırda yalnız eski tarzdaki kelâm ilminin (İslâm felsefesinin) İslâm dini hakkındaki şek ve şüpheleri reddine kâfi olmadığına kanaat getirir. Pozitif, fen ilimlerinin tahsiline lüzûm görmüştür. Bütün fenlere başlayarak, pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyât (matematik), jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını;1 özlerini kavrar. Fen ve felsefeden İslâm’a gelen hücûmları def edecek ve modern ilimlerde kendisini kitap yazabilecek ve uzmanlarıyla münâzarâya girebilecek derecede öğrenmeye sevk etti.
İslâm ilimlerindeki vukufiyeti (derinliği) ise tartışmasızdı. 1907’de, İstanbul’a gittiğinde; Fatih’te kaldığı Şekerci Han’ın (zamanın ilim adamlarının toplandığı kültür merkezidir) kapısına, “Her suâle cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat, suâl sorulmaz!”2 yazısını astırarak, ilim dünyasına meydan okur!

Bu, dünya çapında bir olaydır... Çünkü, yaşı 29’dur ve din ilimleri veya şu saha diye bir ayırım yapmaz. Zamanın fizikçileri, kimyacılar, sosyal bilimciler, din âlimleri, öğrenciler gruplar halinde sabahlara kadar en zor soruları hazırlayıp yine gruplar halinde gidip sorarlar. Ve sanki akşam beraber hazırlamışlar gibi takır takır sorularının cevaplarını alırlar.

Vehbî ilme ne kadar mazhar olduğunun ölçütü ise Risâle-i Nur’dur:

1- On iki, altı, bir saatte, hatta on dakikada yazılan Risâle var.3

2- Öyle şartlarda yazılır ki, bazen gülle atışları altında, bazen hapiste... Meselâ, kâtibi Habib’e “Defteri çıkar” diyerek, at üstünde yazdırmış.4

3- Onlarca sene sonra keşfedilebilecek öyle sırlardan, sosyal ve teknolojik keşiflerden haber verir ki, beşer zekâsıyla çözülebilecek meseleler değildir.

4- Kendi yazdığı eserlerden bazılarını 100, 300, 400 defa okuması ve istifade ettiğini söylemesi…

5- Bediüzzaman’ın bir ekrana bakar gibi hızlı hızlı söylemesi ve kâtiplerin yazması.

6- Risâle-i Nur’da sıkça geçen şu tabirler de aynı zamanda ilhamın eseri olduğunu gösterir:

- Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.5

- Üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum.6

- İmanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.7

- Kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin…8

- İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı…9

7- “Risâletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”10

8- "Risaletü’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mû'cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalarla körlere de göstermiş.”11

9- Bir diğer önemli gösterge de Bediüzzaman’ın şu ifadeleridir: Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.12

Dipnotlar:

1- İhsan Kasım Salihî, İslâm Önderlerinden Bediüzzaman Said Nursî ve Eseri, s. 11-12.;
2- Tarihçe-i Hayat, s. 45.;
3- Kastamonu Lâhikası, s. 149.;
4- Emirdağ Lâhikası, II, 218.;
5- Şuâlar, s. 245.;
6- Şuâlar, s. 536.;
7- Mektubat, s. 371.;
8- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 167.;
9- Şuâlar, s. 612.;
10- Tarihçe-i Hayatı, s. 605.;
11- Kastamonu Lahikası, s. 8.;
12- Emirdağ Lâhikası, s. 65.


02.03.2009 Yeni Asya
 

OrhanCAN

Active member

İlm-i Ledün


Türkçe'de kat, huzur, nezd sözcükleriyle karşılamaya çalıştığımız, bir mânâda "ınde" lafzının da müteradifi sayılan "ledün" kelimesi, "ilm-i ledün" şeklinde izafetle kullanılınca; gayb ilmi, esrar ilmi, Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatlar mânâsına gelir. Başta, umum Enbiyâ ve Mürselîn olmak üzere, bütün evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin - bir başka zaman teker teker bu kelimelerin ne mânâya geldiklerini ifade etmeye çalışacağız - ilimleri, Cenab-ı Hak tarafından vahiy ve ilham ünvanıyla gönüllere ilkâ edilmiş bilgi ve marifet olması itibarıyla, hemen hepsi de bir çeşit ilm-i ledün sayılır.

Hususiyle de, "ekrabu'l-mukarrebîn" olan İlm-i Ledün Sultanı'nın hem gayb-ı mutlak hem de gayb-ı mukayyetle alâkalı her türlü bilgi ve marifeti - bununla, gayb ilmi, esrar ilmi ve vicdan kültürünü kastediyoruz - ilm-i ledün nev'indendir ve O Ferîd-i Kevn ü Zaman, Süleyman Çelebi'nin:

Bu gelen İlm-i Ledün Sultanı'dır,
Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.


mısralarıyla seslendirdiği gibi, bu gizli ilmin tam bir hazinedârı ve bu hususî irfan havzının da bir marifet kahramanıdır. Ne var ki, böyle özel bir mazhariyet, bütün evliyâ ve enbiyâ, bütün asfiyâ ve mürselîn için her zaman söz konusu olmayabilir. Zira, ilm-i ledün, ilâhî feyz yoluyla, hususî bir kısım kimselerin kalbine atılan özel bir bilgi ve marifettir..ve böyleleriyle aynı ufku paylaşmayanların ondan anlamaları da mümkün değildir.

İlm-i ledün, her zaman zahirî şer'e muvafık olmayabilir. Bu gibi durumlarda meşhûdâtlarını "usûlü'd-dîn" prensipleriyle tashihe tabi tutmayanlar, bazen yanılabilecekleri gibi, kendilerine tâbi olanları da yanıltabilirler. Keşf ve ilhamlarını muhkemâta göre tesbit edenler ise her zaman, berzahî ufuklarıyla mülk ve melekûtu birden görür.. dünya ve ukbâyı bir vahidin iki yüzü gibi müşahede eder.. ve tilmizlerine gayb u şehadet âleminin vâridâtından ne kevserler ne kevserler sunarlar.!

Kur'an-ı Kerim, Kehf Sûresi'nde bu mazhariyeti hâiz, Allah'ın has bir kulundan bahsederken - Sünnet-i Sahiha bunun Hızır olduğunu söyler - "Orada bizim seçkin kullarımızdan, has bir abdimizi buldular ki, Biz onu nezdimizden hususî bir merhametle şereflendirerek kendisine (ilâhî esrar) ilmi öğretmiştik." (Kehf/18:65) şeklinde bir açıklamada bulunur. Tasavvuf erbabına göre işte bu ilim, ilm-i ledündür.. ve Hazreti Musa gibi "ülü'l-azm" enbiyâdan birisi, temelde, ilâhî bilgilerde tam metbû olmasına rağmen, münhasıran ilm-i ledün çerçevesinin belli bir motifinde Hazreti Hızır'a tâbi olarak o ilmin ihata alanını görmeye çalışmıştır. Sahîh-i Buhari'de bu farkı ortaya koyan şöyle bir rivayet vardır: Hızır, Hazreti Musa'ya "Yâ Musa, ben, Allah'ın bana öğrettiği öyle hususî bir ilme mazharım ki, sen onu bilemezsin; sen de öyle bir ilimle serfirazsın ki, ben de onu bilemem" der.

Evet, ilm-i ledün, umuma ait bir ilim olmaktan daha çok, hususî bazı kimselere Cenabı Hak'kın özel bir ihsanıdır ve onların dışındakiler her ne kadar değişik konularda daha fazla malûmat sahibi olsalar da, bu mevzuda ilm-i ledün erbabının gerisinde sayılırlar. Zira bu ilim - liyâkat, istidat, Allah'a yakınlık.. gibi hususların şart-ı adî planında vesilelikleri mahfuz - tamamen Allah'ın bir atâ tecellisidir ve kat'iyen kesbî de değildir. Bu itibarla da onun, ne okumayla, ne araştırmayla ne de daha değişik yollarla elde edilmesi söz konusudur. Evet o, Bu tamamen Allah'ın dilediğine tahsis buyuracağı bir lütuftur ve Allah, en büyük lütf ve ihsan sahibidir." (Cuma/62:4) fehvasınca hususî bir tecellinin unvanıdır.

Ne var ki, böyle bir irfan, insanlar nazarında, ne kadar cazip, parlak, büyüleyici ve ilâhî esrara açık olsa da, yine de enbiyâ-i izâmın mazhar bulundukları ilimler ondan kat kat yüksektir, objektiftir, herkese açıktır ve insanların dünyevî-uhrevî saadetlerinin de teminatıdır. Bu iki ilim arasındaki farklılığı şu şekilde vaz' etmek de mümkündür:

Hazret-i Musa'nın ilmi, insanların dünyevî hayatlarını tanzim ve uhrevî saadetlerini temine matuf bir "ilm-i şeriat", Hızır'ın ilmi, gayb ve esrarla alâkalı ledünnî bir mevhibe; Hazreti Musa'nın ilmi, insanlar arasında nizam ve asayişi teminle alâkalı ahkâm ve kazaya müteallik, Hızır'ın malûmatı ise sadece melekût eksenli bir kısım vâridattan ibarettir - ki, buna "ilm-i ledünn-ü sırf" dendiği gibi "ilm-i hakikat" , "ilm-i bâtın" da denegelmiştir.. ve bu ilim, aynı zamanda ilâhî esrarın da en önemli kaynağıdır. Bir zat, bu mülâhazayı ifade sadedinde şöyle der:

Bakma ey hâce ilm-i kîl ü kâle,
Esrar-ı Hak'kı ilm-i ledünde ara..!

Bu itibarla da, ilm-i ledünle cehd ve gayret arasında bazı münasebetler söz konusu olsa da, temelde onun, talim ve taallümle doğrudan bir alâkasının olmadığı açıktır. Zira bu ilim, Cenab-ı Hak tarafından mahz-ı mevhibe olarak, bazı temiz gönüllerde bir kuvve-i kudsiye şeklinde tecelli etmektedir ve aynı zamanda bu tecelli, terakki sistemi içinde değil de tedellî çerçevesinde vukû bulmaktadır: Evet bu ilim, eserden eser sahibine, vücuttan vicdana akseden bir marifettir.. ve her şekliyle de keşf ve ilham kaynaklıdır. Ne var ki, böyle bir ilham bazen, farklı derecelerde tecelli ettiği gibi, seyr-i rûhânîsini Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enam'ın vesayetinde sürdürmeyenler için, bir kısım şeytanî vesvese ve nefsanî hevâcisle iltibası da söz konusudur.

İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellileriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecelli edince ona "hâtır" denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak'tan geldiği kendi karîneleriyle kat'î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak'tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazret-i "İlim"den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet'e muvafakatıdır. Bu iki asılla test edilip de doğru çıkmayan hâtır veya sûfîlerin sıkça kullandıkları bir kelimeyle ifade edecek olursak, havâtırın, nefsin hevâcisinden ve şeytanın vesveselerinden olması ihtimalden uzak değildir. İşte, böyle bir ihtimalin bahis mevzu olmadığı bir hâtırın Hazret-i İlim'in tecellilerinden bir feyiz olduğunda şüphe yoktur.

Aksine, şeytanî vesveselerin bulaşmış olması muhtemel bulunan havâtır, şeytanî; içinde nefsin hazlarının duyulup hissedileni de "heces" veya hevâcis-i nefsanîdir ki, böyle bir aldatılma alanına itilen sâlik, hemen Cenabı Hak'ka teveccüh edip, durumunu, şeriatın muhkemâtına göre yeniden ince bir ayara tabi tutması gerekir.

Sûfiye, Hak tarafından gelip kalbde yankılanan hitaba "hâtır-ı Hak", melekten geldiği bilinene "hâtır-ı melek", nefis ve şeytan tarafından esip rûhu saran manevî şerarelere de "hevâcis" veya "şeytanî vesveseler" diyegelmişlerdir ki, bunların arasını tefrik edebilme biraz da "usûlü'd-din" ve "Sünnet-i Seniye" mizanlarını bilmeye vabestedir. Zira, bu türlü havâtırın bazıları şer'î prensiplerle test edilerek anlaşılsa da, bazıları, zahiren dinin temel kaidelerine muhalif olmamakla beraber, çok sinsi bir kısım şeytanî gaye, emel ve maksatlara bağlı cereyan edebilir ki, onu da bu işin erbabından başkasının ayırt edebilmesi oldukça zordur.

Nefis ve onun hevâcisi, şeytan ve onun da vesveseleri ilm-i ledün konusunun dışında epistemolojik meseleler olduğundan şimdilik onları geçiyoruz.


http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=804

 

OrhanCAN

Active member
Bana "Şimdi Bediüzzaman ne yapıyor" dedi.

"Efendim şimdi Bediüzzaman serbest bırakıldı, eserlerinin, telifi ve dağıtımı ile ilgileniyor" dedim.

" Bizim yanımıza 14-15 yaşlarında gelmişti,

O'na İlm-i Ledûn bu kapıda nasip oldu" dedi.

Üstat Şama gittiğinde Seyyid Muhammed Yusuf Efendi ile tanışmış ve Ehli Beyt'ten olan bu zatla görüşmüştü...

Fakat daha sonra ben Üstadı görüp de bunu söyleyemedim, bir ortak tanıdığıma "Üstada bunu anlatırsın diye tembihledim" o da olur abi söylerim dedi.


feyzdergisi - Ali Faik Yurtöven Efendi
 

age

Active member
Bana "Şimdi Bediüzzaman ne yapıyor" dedi.

"Efendim şimdi Bediüzzaman serbest bırakıldı, eserlerinin, telifi ve dağıtımı ile ilgileniyor" dedim.

"Ben Bediüzzaman'ın ilk şeyhiyim" dedi.

" Bizim yanımıza 14-15 yaşlarında gelmişti,

O'na İlm-i Ledûn bu kapıda nasip oldu" dedi.

Üstat Şama gittiğinde Seyyid Muhammed Yusuf Efendi ile tanışmış ve Ehli Beyt'ten olan bu zata intisap etmiş.

Fakat daha sonra ben Üstadı görüp de bunu söyleyemedim, bir ortak tanıdığıma "Üstada bunu anlatırsın diye tembihledim" o da olur abi söylerim dedi.


www.feyzdergisi.net
Ali Faik Yurtöven Efendi

Uydurma hatıralardan Üstadın şeyh-i yoktur olmamıştır.
 

OrhanCAN

Active member
Muhterem kardeşim,

Üstad (RA) Hazretleri zamanın birçok alimi ve Şeyhlerine ziyaret etmiş ve ilimlerinden istifade ederek gençlik çağına yakın zamanlarında ve daha sonrasında derslerinde bulunmuştur...

Üstad (RA) hazretlerinin ilmi seviyesi ve manevi alemine muttali olan birçok Şeyhlerin kisve-i ilmiye teklif etmesine nazaran nazikce kabul etmemiştir..

AMA bu mübarek zatlar Üstad hazretlerinin bu ziyaret ve derslerinde bulunmasına değerlendirerek bu bilgileri aktarmışlardır... dikkatinizi çektiyse verilen link ve kişinin mahiyetinden yorumunuzun haklı olduğu anlaşılacaktır..
 

Sirac

Well-known member
Ne mânâda intisab etmiş? Bunu delil olarak kullananlar ne diyor biliyormusunuz? "Bediüzzaman'ın da şeyhi vardı. Bu zamanda tarikatsız olmaz."

Nette her bulduğunuz hatıra muteber değildir. Hele de böyle Nurcuları tarikata sevk etme peşinde olanların hatıraları.

İktibaslarınıza daha dikkatle baksanız iyi olur.
 

OrhanCAN

Active member
yanlış anlaşılmaması için iktibasımızı revize ettik..

Üstad (RA) Hazretleri zamanın birçok alimi ve Şeyhlerine ziyaret etmiş ve ilimlerinden istifade ederek gençlik çağına yakın zamanlarında ve daha sonrasında derslerinde bulunmuştur...


Üstad (RA) hazretlerinin ilmi seviyesi ve manevi alemine muttali olan birçok Şeyhlerin kisve-i ilmiye teklif etmesine nazaran nazikce kabul etmemiştir..


AMA bu mübarek zatlar Üstad hazretlerinin bu ziyaret ve derslerinde bulunmasına değerlendirerek bu bilgileri aktarmışlardır...
 
Üst