İlim-irfan
Well-known member
İmam Gazalinin İhya yu ulumiddininde 5 Mezhep İmamı Hakkındaki yazıları Süfyanı Sevri hz.lerin mezhebi günümüzde yok:
İmam Şâfiî:
Âbid olduğunu ifade eden delil şudur: Kendisi geceyi üçe tak sim eder, birinci bölümünü ilme, ikinci bölümünü ibadete, üçüncü bölümünü de uyku ve istirahate ayırırdı.
Rebî91 şöyle demiştir: İmam Şâfiî Ramazan ayında kıldığı namazlarda Kur'an'ı Kerîm'i altmış kere hatmederdi'.
İmam Şâfiî'nin talebelerinden olan Ebu Yakub Yusuf b. Yahya el-Buveytî92 de hocasına uyarak Ramazan ajanda hergün bir hatim indirirdi.
Hasan el-Kerabisî93 şöyle demiştir: 'Çok zaman İmam Şâfiî ile geceleyip gördüm ki, İmam Şâfiî gecenin üçte birinde namaz kılmakla meşgul olurdu. Bütün bu namazlarda, elli ayetten az okuduğuna asla rastlamadım. En fazla okuduğu da yüz ayeti geç
mezdi. Rahmetten bahseden ayetleri okuduğu zaman kendisi ve bütün müslümanlar için Allah'ın rahmetini talep eder, azaptan haber veren bir ayeti okuduğu zaman mutlaka azabından Allah'a sığınırdı; kendisi ve bütün müslümanlar için azaptan emin olmayı Allah'tan dilerdi. Sanki onda ümit ve korku birbirlerine yakın iki komşu gibiydi'.
İmam Şâfiî'nin bu uzun namazlarında sadece Kur'an'ın elli ayeti gibi az bir miktarını okumakla Kur'an'ın esrarına vakıf ol makta ne derece ileri gittiğini ve Kur'an'a ne kadar derinlemesine daldığını bir görünüz!
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Onaltı seneden beri hiçbir zaman doya doya yemek yemiş değilim. Zira tam bir şekilde doymak be deni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, zekâyı dumura uğratır, uykuyu celbeder ve sahibini ibadet yapmaktan alıkoyar...'
İmam Şâfiî'nin tıka basa yemek yemenin âfetlerinden nasıl çe kindiğine bakarak, birtakım hikmetleri anlamaya çalışınız! O, iba detler için doya doya yemek yemediğim söylüyor. Çünkü ibadetin başı, az yemekle yetinmektir.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Gerek doğru ve gerekse yalan, hiç bir şekilde ve hiçbir zaman bütün hayatım boyunca Allah'ın is miyle yemin etmedim'.
Allah'ı ulu ve büyük görmesinin ve O'na eğilmesinin derece sine bakınız! İmam Şâfiî'nin bu hâli, onun Allah'ın celâli hakkındaki derin ilminin en büyük delilidir.
İmam Şâfiî'ye bir mesele soruldu. Sükût ederek bu suale cevap vermedi. Orada hazır bulunanlardan biri kendisine 'Allah senden razı olsun, neden cevap vermedin?' deyince şöyle buyurdu: 'Acaba fazilet bu suale cevap vermekte midir, yoksa vermemekte mi? İşte bunu düşünebilmek için bekledim'.
Fakihlere en çok musallat olan illetlerden biri olan dilini, nasıl zapt u rapt altına aldığına bakınız! İşte İmam Şâfiî dilini kontrol ettiğini bu hâdisede göstermiş oluyor. Aynı zamanda bu hâdise imam Şâfii'nin sadece Allah nezdindeki sevaba nail olmak için konuşup, sustuğunu göstermektedir.
Ahmed b. Yahya b. Vezir94 şöyle anlatır: İmam Şâfiî birgün kandiller çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunu yor. Bunu duyan İmam Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi: 'Dillerinizi gıybetten ve ihanetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak suretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saadete ererler'.
İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bir hakîm başka bir hakîme yazdığı mektupta 'Allah sana bir ilim vermiş. Bu ilmi günahların çirkefiyle kirletme ki ehl-i ilinin, ilimlerinin nûru ile yürüdükleri o gün (kıyamet günü) zulmette kalmış olmayasın' diye yazmıştır".
İmam Şâfiî'nin zühdüne gelince, o şöyle demiştir: 'Dünya ile Allah sevgisini bir kalpte barındırdığını söyleyen kimse yalan söy lemiş demektir'.
Humeydî95 şöyle anlatır: İmam Şâfiî bir ara bazı idarecilerle Yemen'e gitti. Oradan da Mekke'ye geldi. O anda elinde onbin dir hem para vardı. Mekke dışında kendisine bir çadır kuruldu. Halk onu grup grup ziyaret etmeye geliyordu. O da gelen fakirlere para dağıtıyordu. O kadar ki, o çevredeki fakirlere vermekten elinde bir kuruş bile kalmamış ve oradan meteliksiz ayrılıp gitmişti.
Birgün İmam Şâfiî hamamdan çıkarken, hamamcıya birçok mal vererek ayrıldı. Elindeki kamçı bir ara yere düştü. Biri yere eğilip kamçıyı alarak kendisine verdi. İmam Şâfiî derhal o adama elli dinar para verdi.
İmam Şâfiî'nin cömertliği burada anlatılanlardan çok daha iyi bilinmektedir. Zaten zühdün başı cömertliktir. Kişi neyi seviyorsa onu elinden kaçırmamaya bakar, Dünya malını ancak dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiler dağıtır. Bu hal zühdün kemâl hâlidir.
İmam Şâfiî'nin zühdünün ne kadar ileri olduğuna, Allah'tan ne kadar çok korktuğuna ve himmetini daima ahirete yönelttiğine delil olmak bakımından şu hikâye yeter de artar bile!
Süfyan b. Uyeyne96 Rekâik'den aldığı bir hadîsi kendisine ri vayet etti. İmam, hadîsi duyar duymaz kendinden geçti. Süfyan'a 'İmam öldü' dendiği zaman Süfyan şöyle buyurdu: 'Eğer Şâfiî bayılmış değil de ölmüş ise, zamanının en faziletli kişisi ölmüş demektir'.
Abdullah b. Muhammed el-Belevî şöyle anlatır: "Ben ve Ömer b. Nebâte oturuyorduk. Aramızda âbidlerden ve zâhidlerden bahsedi yorduk. Bu konuşma sırasında Ömer bana şunları söyledi: 'Muhammed b. İdris Şâfiî'den daha müttaki, daha beliğ, daha fa sih bir kimseyi görmedim'. Ben, Ömer ve Haris b. Lebid, birlikte Safa tepesine çıktık. (Hâris b. Lebid, Salih el-Murrâ'nm97 talebe siydi ve çok güzel bir sesi vardı).
Hâris burada Kur'an'ı Kerim'den şu ayetleri okudu: 'Bugün dilleri tutulacak gündür. (İnkârcılara) izin verilmez ki özür dilesinler' (Mürselât/35-36) Orada bulunan ve ayeti dinleyen Şâfiî'nin benzi sarardı, âdeta tüyleri diken diken oldu. Sonra onun tir tir titreyerek yere serildiğini gördüm. Gözünü açtığı zaman Allah Teâlâ'ya şöyle niyazda bulundu.
Ey yüceler yücesi Allahım! Yalancılardan olmaktan ve ga fillerin yüzçevirmelerinden sana ve rahmetine sığınırım! Allahım! Ariflerin kalbi sana eğilmiş, müştekilerin boynu senin rahmetinin önünde bükülmüştür. İlâhi! Cömertliği bana hibe eyle ve beni örtünle setreyle. Mübarek yüzünün keremiyle kusurumu affet!
Abdullah diyor ki: Bu durumdan sonra İmam Şâfiî yürüdü ve biz de arkasından geri döndük. Ben Bağdad'a geldiğim zaman İmam Şâfiî de Irak'ta bulunuyordu. Dicle'nin kenarında abdest alıyordum. Birisi yanımdan geçerken bana seslendi: 'Ey genç! Abdestini güzel al ki, Allah sana dünyada ve ahirette güzellik ih san etsin'. Başımı çevirip baktığım zaman yanında topluluk bulunan bir zat gördüm. Abdestimi çabucak alarak derhal bu zâtı takip etmeye koyuldum. Bir ara bana dönerek şöyle buyurdu: 'Bir ihti yacın mı var?' Ben 'Evet, Allah'ın sana öğrettiklerinden sen de bana öğret!' dedim. O 'Bilmiş ol ki Allah'a sadakatle kulluk yapan lar kurtulur. Allah'ın dinine şefkat gösteren felâketten selâmet bu lur. Dünyada zâhid olanın gözleri yarın kıyâmet gününde karşılaştığı sevaptan dolayı nürlanır. Daha fazlasını söyleyeyim mi?' Ben 'evet' dedim. O da şöyle dedi: 'Kimde üç haslet varsa o imanını kemâle erdirmiştir, mârufu emr ve tatbik eden, münkeri yasaklayıp sakınan, Allah'ın hududlarını gözetip aşmayan. Daha fazlasını ister misin?' Ben 'evet isterim' dedim. O da şöyle dedi: 'Dünyaya sırt çevir, ahirete yöııel! Bütün işlerinde Allah'a doğruluk göster ki kurtulanlarla birlikte kurtulmuş olasın'. İşte bütün bunları söyleyerek uzaklaşıp gitti. O gittikten sonra kim olduğunu sordum. Bana onun İmam Şâfiî olduğunu söylediler".
İmam Şâfiî'nin Kur'an karşısında nasıl bayıldığını ve ayıldıktan sonra neler söylediğini dikkatlice düşünecek olursanız, bütün bu haller İmam Şafiî'nin ne kadar zâhid bir kimse olduğunu size anlatmaya, yeter. Çünkü bütün bu haller onun Allah'tan ne kadar çok korktuğunun apaçık birer delilidir. Böyle bir korku ve zühd ancak Allah Teâlâ'yı çok iyi tanıyanlara ve rilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Fâtır sûresinin 28. ayetinde bu hak îkate şu şekilde işaret buyurmaktadır: 'Allah'tan kulları içinde ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar'.
İmam Şâfiî bu takvâyı ve zühdü selem, icare ve diğer fıkhî ba hislerden elde etmemiştir. O takvâsını ancak Kur'an ve Sünnet'ten çıkarmış, ahiret ilimlerinden almıştır. Çünkü geçmişlerin ve gele ceklerin ilmi Kur'an'ı Kerim ile Sünnete dayanmaktadır.
İmam Şâfiî'nin kalbin sırlarını ve ahiret ilimlerini bilen bir âlim olduğuna dair delil ise, kendisinden rivayet edilen hüküm lerden anlaşılmaktadır:
Rivayet edildiğine göre, İmam Şâfiî'ye riya hakkında sual sor dukları zaman hiç düşünmeksizin riyayı şöyle tarif etmiştir: 'Riya bir fitnedir. Bu fitneyi heva ve heves meydana getirmiş ve âlimlerin kalp gözlerini tıkayarak görmelerine mâni olmuştur. Âlimler ne fislerinin arzusuna uyarak bu perdeye bakmışlar ve bütün amelle
Yine İmam Şâfiî şöyle buyurur: 'Amelini kibir ve gururun ze deleyeceğini hissedip korktuğun zaman, kimi razı etmek istediğine dikkat et! Hangi sevabı istediğini keşfetmeye çalış. Hangi cezadan korktuğunu araştır. Neden dolayı şükrettiğini anlamaya çalış. Hangi belâdan dolayı hatırlamış olduğunu tahkik et. Sen bu haslet lerden biri hakkında bile düşündüğünde amellerin gözünde küçülür'.
İmam Şâfiî'nin riyanın hakikatlerini nasıl belirtmiş olduğunu ve ayrıca riya kadar tehlikeli olan kibir ve gururun ilacını nasıl gösterdiğini düşün de, onun bu sahadaki büyük ilmini takdir et!
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Nefsini günahlardan korumayana ilim bir fayda sağlamaz'.
Yine İmam Şafiî şöyle buyuruyor: 'İlmiyle Allah'a itâat eden, ibadetinin mânevî zevkine erer'.
Yine kendileri şöyle demiştir: 'Bu yeryüzünde dostu veya düşmanı olmayan hiç kimse yoktur. Madem ki durum böyledir sen, kendini Allah'ın ibadetine adayanlarla birlikte ol!'
Abdülkâhir b. Abdülâziz salihlerdendi ve çok muttaki bir kim seydi. İşte bu muttaki zat takvâ hakkında İmam Şâfiî'ye birçok sual sorardı. İmam da bu zâtın suallerine takvasından dolayı usanmadan cevap verirdi. Bu zat günün birinde İmam Şâfiî'ye şu suali sordu: 'Sabır mı, mihnet mi yoksa temkin mi daha üstün dür?'
İmam ise şöyle cevap verdi: Temkin peygamberlerin derecesi dir. Temkin derecesine ancak Mihnet'ten sonra varılır. O hale eren kimse imtihana çekildiği zamanlarda sabreder. Sabrettiği zamanlarda ise temkine varmış olur. Ey Abdülkâhir! Görmez mi sin? Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü İbrahim'i (a.s) önce denedi. Sonra da temkin mertebesine ulaştırdı. Hz. Musa'yı da önce imtihan etti, sonra temkin derecesine vardırdı. Hz. Eyyûb'u da önce imtihandan geçirdi, sonra temkin'e vardırdı. Yine Hz. Süleyman'ı da imtihan ettikten sonra temkin derecesine vardırdı ve kendisine mülk ihsan eyledi. Demek oluyor ki temkin derecelerin en üstünü ve en efdali dir. 'İşte Yusufu böylece Mısır'a (temkin edip) yerleştirdik!' (Yusuf/21). Hz. Eyyûp büyük imtihandan sonra temkin mertebe sine vardi. Allah. Teâlâ HZ. Eyyûb'un başından geçen bu imtihan ve temkini Kur'an-ı Kerîm'de aynen şöyle ifade buyurmaktadır: 'Bizde duasını kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha ver dik'. (Enbiya/84)
İmam Şâfiî'nin verdiği bu cevap, Kur'an'ın sırlarını ve Allah'a yönelen enbiya ve evliyanın derecelerini ne denli bildiğini göster mektedir. Bu ise ahiret ilimlerini bilmenin bir sonucudur.
İmam Şâfiî'ye 'Bir kişi ne zaman âlim olur?' diye so rulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'İlmini derinleştirip, diğer âlimleri tedkik ettiğinde hangisinin bilip, hangisinin bilmediğini anladığında...'
Hekîm Calinos'a 'Sen bir hastalık için niçin birçok ilaçtan mü rekkeb bir tedavi usûlü tavsiye ediyorsun' diye sorulunca, o bu sözü söyleyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Gayeye bir ilaç da vardırır. Ancak o bir ilaca birçok ilacın eklenmesi hastanın hiddetini din dirmeye yarar. Zira teklik öldürücüdür'.
İmam Şâfiî'nin bu ve buna benzer daha nice sözleri, onun ma rifetullah' ta ve Ahiret İlmi'nde ne denli yüksek mertebelere çıkmış olduğunu göstermektedir.
İmam Şâfiî'nin Fıkıh'tan ve fıkhî konulardaki münazaralar dan sadece Allah'ın rızasını kastettiğine bir delil gösterelim.
Kendisi şöyle buyurmuştur: İsterdim ki herkes bu ilimden (fıkıh ilminden) menfaat görsün de bana bu menfaatin zerresi dahi isabet etmesin; hiçbir şeyi bana nisbet edilmesin'.
Dikkat edilecek olursa, İmam Şâfiî'nin ilimden doğacak olan âfeti ve ilmi şöhret elde etmek için istemenin felâketini nasıl idrâk etmiş olduğu, ilmi sadece Allah için istediği, ilimden gelecek olan şöhrete ise hiç iltifat etmeyip, kalbini benliğin her çeşidinden arındırdığı açıkça görülecektir.
İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kimle konuştuysam ilmî mü nazarada muvaffak olmasını, doğru yolda gitmesini ve Allah'tan yardım görmesini, Allah'ın muhafazası altında olmasını niyaz et tim. Kimle ilmî bir münazara yapmış isem, Allah Teâlâ'nın onun diliyle mi, yoksa benim dilimle mi hakkı açığa çıkaracağını bir an bile kendime mesele edinmedim'.
Yine şöyle buyurmuşlardır: 'Hak ve hakikatı hangi âlime söy lemişsem ve o söylediğim kimse de hakkı kabul etmişse, mutlaka onu büyük saydım ve onun sevgisinin bana gerekli olduğuna inandım. Benimle hak ve hakîkat konusunda haksız yere tartışarak hakkı kabul etmeyen kimseler ise gözümden düşmüş; hakkı kabul etmedikleri için kalbimde onlara karşı en küçük bir sevgi kalmamıştır'. Bütün bunlar İmam Şâfiî'nin Fıkıh'ta ve fıkhî münazaralarda dahi sadece Allah'ın rızasını aradığının açık bi rer delilidir.
İmam Şâfiî:
Âbid olduğunu ifade eden delil şudur: Kendisi geceyi üçe tak sim eder, birinci bölümünü ilme, ikinci bölümünü ibadete, üçüncü bölümünü de uyku ve istirahate ayırırdı.
Rebî91 şöyle demiştir: İmam Şâfiî Ramazan ayında kıldığı namazlarda Kur'an'ı Kerîm'i altmış kere hatmederdi'.
İmam Şâfiî'nin talebelerinden olan Ebu Yakub Yusuf b. Yahya el-Buveytî92 de hocasına uyarak Ramazan ajanda hergün bir hatim indirirdi.
Hasan el-Kerabisî93 şöyle demiştir: 'Çok zaman İmam Şâfiî ile geceleyip gördüm ki, İmam Şâfiî gecenin üçte birinde namaz kılmakla meşgul olurdu. Bütün bu namazlarda, elli ayetten az okuduğuna asla rastlamadım. En fazla okuduğu da yüz ayeti geç
mezdi. Rahmetten bahseden ayetleri okuduğu zaman kendisi ve bütün müslümanlar için Allah'ın rahmetini talep eder, azaptan haber veren bir ayeti okuduğu zaman mutlaka azabından Allah'a sığınırdı; kendisi ve bütün müslümanlar için azaptan emin olmayı Allah'tan dilerdi. Sanki onda ümit ve korku birbirlerine yakın iki komşu gibiydi'.
İmam Şâfiî'nin bu uzun namazlarında sadece Kur'an'ın elli ayeti gibi az bir miktarını okumakla Kur'an'ın esrarına vakıf ol makta ne derece ileri gittiğini ve Kur'an'a ne kadar derinlemesine daldığını bir görünüz!
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Onaltı seneden beri hiçbir zaman doya doya yemek yemiş değilim. Zira tam bir şekilde doymak be deni ağırlaştırır, kalbi katılaştırır, zekâyı dumura uğratır, uykuyu celbeder ve sahibini ibadet yapmaktan alıkoyar...'
İmam Şâfiî'nin tıka basa yemek yemenin âfetlerinden nasıl çe kindiğine bakarak, birtakım hikmetleri anlamaya çalışınız! O, iba detler için doya doya yemek yemediğim söylüyor. Çünkü ibadetin başı, az yemekle yetinmektir.
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Gerek doğru ve gerekse yalan, hiç bir şekilde ve hiçbir zaman bütün hayatım boyunca Allah'ın is miyle yemin etmedim'.
Allah'ı ulu ve büyük görmesinin ve O'na eğilmesinin derece sine bakınız! İmam Şâfiî'nin bu hâli, onun Allah'ın celâli hakkındaki derin ilminin en büyük delilidir.
İmam Şâfiî'ye bir mesele soruldu. Sükût ederek bu suale cevap vermedi. Orada hazır bulunanlardan biri kendisine 'Allah senden razı olsun, neden cevap vermedin?' deyince şöyle buyurdu: 'Acaba fazilet bu suale cevap vermekte midir, yoksa vermemekte mi? İşte bunu düşünebilmek için bekledim'.
Fakihlere en çok musallat olan illetlerden biri olan dilini, nasıl zapt u rapt altına aldığına bakınız! İşte İmam Şâfiî dilini kontrol ettiğini bu hâdisede göstermiş oluyor. Aynı zamanda bu hâdise imam Şâfii'nin sadece Allah nezdindeki sevaba nail olmak için konuşup, sustuğunu göstermektedir.
Ahmed b. Yahya b. Vezir94 şöyle anlatır: İmam Şâfiî birgün kandiller çarşısından çıktı, bizler de onun arkasından gidiyorduk. Baktık ki bir adam ilim ehlinden olan birinin gıybetinde bulunu yor. Bunu duyan İmam Şâfiî bizlere dönerek şöyle dedi: 'Dillerinizi gıybetten ve ihanetten koruduğunuz gibi, kulaklarınızı da tıkamak suretiyle bunları işitmekten koruyun; zira dinleyen söyleyene ortak olur. Ahmak kimse kendi içindeki kötü şeyleri sizin gönüllerinize boşaltmak ister. Bu kimsenin sözlerini dinleyenler günahkâr olur, reddedenler ise saadete ererler'.
İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: "Bir hakîm başka bir hakîme yazdığı mektupta 'Allah sana bir ilim vermiş. Bu ilmi günahların çirkefiyle kirletme ki ehl-i ilinin, ilimlerinin nûru ile yürüdükleri o gün (kıyamet günü) zulmette kalmış olmayasın' diye yazmıştır".
İmam Şâfiî'nin zühdüne gelince, o şöyle demiştir: 'Dünya ile Allah sevgisini bir kalpte barındırdığını söyleyen kimse yalan söy lemiş demektir'.
Humeydî95 şöyle anlatır: İmam Şâfiî bir ara bazı idarecilerle Yemen'e gitti. Oradan da Mekke'ye geldi. O anda elinde onbin dir hem para vardı. Mekke dışında kendisine bir çadır kuruldu. Halk onu grup grup ziyaret etmeye geliyordu. O da gelen fakirlere para dağıtıyordu. O kadar ki, o çevredeki fakirlere vermekten elinde bir kuruş bile kalmamış ve oradan meteliksiz ayrılıp gitmişti.
Birgün İmam Şâfiî hamamdan çıkarken, hamamcıya birçok mal vererek ayrıldı. Elindeki kamçı bir ara yere düştü. Biri yere eğilip kamçıyı alarak kendisine verdi. İmam Şâfiî derhal o adama elli dinar para verdi.
İmam Şâfiî'nin cömertliği burada anlatılanlardan çok daha iyi bilinmektedir. Zaten zühdün başı cömertliktir. Kişi neyi seviyorsa onu elinden kaçırmamaya bakar, Dünya malını ancak dünyaya ehemmiyet vermeyen kişiler dağıtır. Bu hal zühdün kemâl hâlidir.
İmam Şâfiî'nin zühdünün ne kadar ileri olduğuna, Allah'tan ne kadar çok korktuğuna ve himmetini daima ahirete yönelttiğine delil olmak bakımından şu hikâye yeter de artar bile!
Süfyan b. Uyeyne96 Rekâik'den aldığı bir hadîsi kendisine ri vayet etti. İmam, hadîsi duyar duymaz kendinden geçti. Süfyan'a 'İmam öldü' dendiği zaman Süfyan şöyle buyurdu: 'Eğer Şâfiî bayılmış değil de ölmüş ise, zamanının en faziletli kişisi ölmüş demektir'.
Abdullah b. Muhammed el-Belevî şöyle anlatır: "Ben ve Ömer b. Nebâte oturuyorduk. Aramızda âbidlerden ve zâhidlerden bahsedi yorduk. Bu konuşma sırasında Ömer bana şunları söyledi: 'Muhammed b. İdris Şâfiî'den daha müttaki, daha beliğ, daha fa sih bir kimseyi görmedim'. Ben, Ömer ve Haris b. Lebid, birlikte Safa tepesine çıktık. (Hâris b. Lebid, Salih el-Murrâ'nm97 talebe siydi ve çok güzel bir sesi vardı).
Hâris burada Kur'an'ı Kerim'den şu ayetleri okudu: 'Bugün dilleri tutulacak gündür. (İnkârcılara) izin verilmez ki özür dilesinler' (Mürselât/35-36) Orada bulunan ve ayeti dinleyen Şâfiî'nin benzi sarardı, âdeta tüyleri diken diken oldu. Sonra onun tir tir titreyerek yere serildiğini gördüm. Gözünü açtığı zaman Allah Teâlâ'ya şöyle niyazda bulundu.
Ey yüceler yücesi Allahım! Yalancılardan olmaktan ve ga fillerin yüzçevirmelerinden sana ve rahmetine sığınırım! Allahım! Ariflerin kalbi sana eğilmiş, müştekilerin boynu senin rahmetinin önünde bükülmüştür. İlâhi! Cömertliği bana hibe eyle ve beni örtünle setreyle. Mübarek yüzünün keremiyle kusurumu affet!
Abdullah diyor ki: Bu durumdan sonra İmam Şâfiî yürüdü ve biz de arkasından geri döndük. Ben Bağdad'a geldiğim zaman İmam Şâfiî de Irak'ta bulunuyordu. Dicle'nin kenarında abdest alıyordum. Birisi yanımdan geçerken bana seslendi: 'Ey genç! Abdestini güzel al ki, Allah sana dünyada ve ahirette güzellik ih san etsin'. Başımı çevirip baktığım zaman yanında topluluk bulunan bir zat gördüm. Abdestimi çabucak alarak derhal bu zâtı takip etmeye koyuldum. Bir ara bana dönerek şöyle buyurdu: 'Bir ihti yacın mı var?' Ben 'Evet, Allah'ın sana öğrettiklerinden sen de bana öğret!' dedim. O 'Bilmiş ol ki Allah'a sadakatle kulluk yapan lar kurtulur. Allah'ın dinine şefkat gösteren felâketten selâmet bu lur. Dünyada zâhid olanın gözleri yarın kıyâmet gününde karşılaştığı sevaptan dolayı nürlanır. Daha fazlasını söyleyeyim mi?' Ben 'evet' dedim. O da şöyle dedi: 'Kimde üç haslet varsa o imanını kemâle erdirmiştir, mârufu emr ve tatbik eden, münkeri yasaklayıp sakınan, Allah'ın hududlarını gözetip aşmayan. Daha fazlasını ister misin?' Ben 'evet isterim' dedim. O da şöyle dedi: 'Dünyaya sırt çevir, ahirete yöııel! Bütün işlerinde Allah'a doğruluk göster ki kurtulanlarla birlikte kurtulmuş olasın'. İşte bütün bunları söyleyerek uzaklaşıp gitti. O gittikten sonra kim olduğunu sordum. Bana onun İmam Şâfiî olduğunu söylediler".
İmam Şâfiî'nin Kur'an karşısında nasıl bayıldığını ve ayıldıktan sonra neler söylediğini dikkatlice düşünecek olursanız, bütün bu haller İmam Şafiî'nin ne kadar zâhid bir kimse olduğunu size anlatmaya, yeter. Çünkü bütün bu haller onun Allah'tan ne kadar çok korktuğunun apaçık birer delilidir. Böyle bir korku ve zühd ancak Allah Teâlâ'yı çok iyi tanıyanlara ve rilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Fâtır sûresinin 28. ayetinde bu hak îkate şu şekilde işaret buyurmaktadır: 'Allah'tan kulları içinde ancak (kudret ve azametini bilen) âlimler korkar'.
İmam Şâfiî bu takvâyı ve zühdü selem, icare ve diğer fıkhî ba hislerden elde etmemiştir. O takvâsını ancak Kur'an ve Sünnet'ten çıkarmış, ahiret ilimlerinden almıştır. Çünkü geçmişlerin ve gele ceklerin ilmi Kur'an'ı Kerim ile Sünnete dayanmaktadır.
İmam Şâfiî'nin kalbin sırlarını ve ahiret ilimlerini bilen bir âlim olduğuna dair delil ise, kendisinden rivayet edilen hüküm lerden anlaşılmaktadır:
Rivayet edildiğine göre, İmam Şâfiî'ye riya hakkında sual sor dukları zaman hiç düşünmeksizin riyayı şöyle tarif etmiştir: 'Riya bir fitnedir. Bu fitneyi heva ve heves meydana getirmiş ve âlimlerin kalp gözlerini tıkayarak görmelerine mâni olmuştur. Âlimler ne fislerinin arzusuna uyarak bu perdeye bakmışlar ve bütün amelle
Yine İmam Şâfiî şöyle buyurur: 'Amelini kibir ve gururun ze deleyeceğini hissedip korktuğun zaman, kimi razı etmek istediğine dikkat et! Hangi sevabı istediğini keşfetmeye çalış. Hangi cezadan korktuğunu araştır. Neden dolayı şükrettiğini anlamaya çalış. Hangi belâdan dolayı hatırlamış olduğunu tahkik et. Sen bu haslet lerden biri hakkında bile düşündüğünde amellerin gözünde küçülür'.
İmam Şâfiî'nin riyanın hakikatlerini nasıl belirtmiş olduğunu ve ayrıca riya kadar tehlikeli olan kibir ve gururun ilacını nasıl gösterdiğini düşün de, onun bu sahadaki büyük ilmini takdir et!
İmam Şâfiî şöyle demiştir: 'Nefsini günahlardan korumayana ilim bir fayda sağlamaz'.
Yine İmam Şafiî şöyle buyuruyor: 'İlmiyle Allah'a itâat eden, ibadetinin mânevî zevkine erer'.
Yine kendileri şöyle demiştir: 'Bu yeryüzünde dostu veya düşmanı olmayan hiç kimse yoktur. Madem ki durum böyledir sen, kendini Allah'ın ibadetine adayanlarla birlikte ol!'
Abdülkâhir b. Abdülâziz salihlerdendi ve çok muttaki bir kim seydi. İşte bu muttaki zat takvâ hakkında İmam Şâfiî'ye birçok sual sorardı. İmam da bu zâtın suallerine takvasından dolayı usanmadan cevap verirdi. Bu zat günün birinde İmam Şâfiî'ye şu suali sordu: 'Sabır mı, mihnet mi yoksa temkin mi daha üstün dür?'
İmam ise şöyle cevap verdi: Temkin peygamberlerin derecesi dir. Temkin derecesine ancak Mihnet'ten sonra varılır. O hale eren kimse imtihana çekildiği zamanlarda sabreder. Sabrettiği zamanlarda ise temkine varmış olur. Ey Abdülkâhir! Görmez mi sin? Allah Teâlâ, kulu ve rasûlü İbrahim'i (a.s) önce denedi. Sonra da temkin mertebesine ulaştırdı. Hz. Musa'yı da önce imtihan etti, sonra temkin derecesine vardırdı. Hz. Eyyûb'u da önce imtihandan geçirdi, sonra temkin'e vardırdı. Yine Hz. Süleyman'ı da imtihan ettikten sonra temkin derecesine vardırdı ve kendisine mülk ihsan eyledi. Demek oluyor ki temkin derecelerin en üstünü ve en efdali dir. 'İşte Yusufu böylece Mısır'a (temkin edip) yerleştirdik!' (Yusuf/21). Hz. Eyyûp büyük imtihandan sonra temkin mertebe sine vardi. Allah. Teâlâ HZ. Eyyûb'un başından geçen bu imtihan ve temkini Kur'an-ı Kerîm'de aynen şöyle ifade buyurmaktadır: 'Bizde duasını kabul edip hemen kendisindeki hastalığı giderdik. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de onlarla beraber bir katını daha ver dik'. (Enbiya/84)
İmam Şâfiî'nin verdiği bu cevap, Kur'an'ın sırlarını ve Allah'a yönelen enbiya ve evliyanın derecelerini ne denli bildiğini göster mektedir. Bu ise ahiret ilimlerini bilmenin bir sonucudur.
İmam Şâfiî'ye 'Bir kişi ne zaman âlim olur?' diye so rulduğunda şöyle cevap vermiştir: 'İlmini derinleştirip, diğer âlimleri tedkik ettiğinde hangisinin bilip, hangisinin bilmediğini anladığında...'
Hekîm Calinos'a 'Sen bir hastalık için niçin birçok ilaçtan mü rekkeb bir tedavi usûlü tavsiye ediyorsun' diye sorulunca, o bu sözü söyleyenlere şöyle cevap vermiştir: 'Gayeye bir ilaç da vardırır. Ancak o bir ilaca birçok ilacın eklenmesi hastanın hiddetini din dirmeye yarar. Zira teklik öldürücüdür'.
İmam Şâfiî'nin bu ve buna benzer daha nice sözleri, onun ma rifetullah' ta ve Ahiret İlmi'nde ne denli yüksek mertebelere çıkmış olduğunu göstermektedir.
İmam Şâfiî'nin Fıkıh'tan ve fıkhî konulardaki münazaralar dan sadece Allah'ın rızasını kastettiğine bir delil gösterelim.
Kendisi şöyle buyurmuştur: İsterdim ki herkes bu ilimden (fıkıh ilminden) menfaat görsün de bana bu menfaatin zerresi dahi isabet etmesin; hiçbir şeyi bana nisbet edilmesin'.
Dikkat edilecek olursa, İmam Şâfiî'nin ilimden doğacak olan âfeti ve ilmi şöhret elde etmek için istemenin felâketini nasıl idrâk etmiş olduğu, ilmi sadece Allah için istediği, ilimden gelecek olan şöhrete ise hiç iltifat etmeyip, kalbini benliğin her çeşidinden arındırdığı açıkça görülecektir.
İmam Şâfiî şöyle buyurmuştur: 'Kimle konuştuysam ilmî mü nazarada muvaffak olmasını, doğru yolda gitmesini ve Allah'tan yardım görmesini, Allah'ın muhafazası altında olmasını niyaz et tim. Kimle ilmî bir münazara yapmış isem, Allah Teâlâ'nın onun diliyle mi, yoksa benim dilimle mi hakkı açığa çıkaracağını bir an bile kendime mesele edinmedim'.
Yine şöyle buyurmuşlardır: 'Hak ve hakikatı hangi âlime söy lemişsem ve o söylediğim kimse de hakkı kabul etmişse, mutlaka onu büyük saydım ve onun sevgisinin bana gerekli olduğuna inandım. Benimle hak ve hakîkat konusunda haksız yere tartışarak hakkı kabul etmeyen kimseler ise gözümden düşmüş; hakkı kabul etmedikleri için kalbimde onlara karşı en küçük bir sevgi kalmamıştır'. Bütün bunlar İmam Şâfiî'nin Fıkıh'ta ve fıkhî münazaralarda dahi sadece Allah'ın rızasını aradığının açık bi rer delilidir.