İskender Paladan...

seheryeli

Active member
Efendimiz (s.a.s) Ömer'e diyordu ki: "Ben sana herkesten daha sevimli olmadıkça iman etmiş sayılmazsın!".
Ayet de diyordu ki:"İman edenler Allah'ı daha şiddetle sever!".

Bilindiği gibi aşk kelimesinin bir anlamı da " sevgide ölçüyü aşmak, sınırın ötesine geçmek" demektir. Her aşk, sevginin dozu çoğaltılmış drajeleridir. Bu yüzden her sevgi aşka olamaz; ama aşk mutlaka damıtılmış sevgidir.
Arifler katında aşka düşen kişinin dört hali vardır: Kabz (tutukluk, sıkıştırılmışlık hissi ve hesaba çekme), bast ( açıklık; zihnin açık, gönlün şen olması), sekr ( sarhoşluk, kayıtlardan ve alakalardan kurtulup yalnızca sevgi ile oluş, onda kendini yitiriş hali) ve sahv (ayıklık, kendinden geçen aşığın yeniden kendine gelmesi).
Âşık kabz halindeyken bir türlü davranır, bast halindeyken bir türlü. Sekr halindeyken bir türlü konuşur da, sahv halinde belki konuşmayı bile istemez.

Aşkın en aşkın ve taşkın hali sekrdir. Sekr halinde âşık ne yaptığını da ne söylediğini de bilmez. Burada bilinçsizlik değil, iradesizlik söz konusudur. Belki önce kâmil, ardından vasl ve nihayet fani olmuş bir aşığın özle ve özenilesi hali söz konusudur. İşte bu yüzden sekr halindeki aşığa yaptıklarından ve söylediklerinden dolayı sorgu sual caiz olmaz. Sarhoşa yalpalama denilebilir mi? Belki neden içki içip sarhoş oldun, denilebilir. Çünkü sarhoş olduktan sonra kişi kendine hâkim değildir. Bilakis aşk ona hâkimdir. Aşkın hâkimiyeti insanı sekre sürüklediği gibi, irade de aşkı giderip kişiyi sahv haline döndürür. Aşk sekr halindeyken ağızdan çıkan şath (şathiye, paradoksal söylemler, görünüşte küfür ve saçmalık gibi görünen ama yorumlandığı vakit derin anlamları olan sözler) yüzünden sorguya çekilemeyeceği gibi sahv halinde iken de bu söylediğini yalanlamaz. Çünkü bunlar aşığı değil bizzat aşkın çıkarımları, sevgide aşırı gitmenin sonuçlarıdır.

Öyle ki bu ileri gidiş, aşığı maşukta kaybeder, seven ile seveni aynileştirir. Seven kendisini sevilende yok edince sevilenin kimliğine bürünür. İşte Hallac'ın " Enelhakk"demesi de, Bistami'nin "Subhani ma'azama şani" demesi de, hatta Nesime'ye atfedilen " Leyse fi cübbeti illallah" sözü de, Yunus'un "Ete kemiğe büründü/Yunus diye göründü" dizeleri de bu bakımdan hor görülemez, bu sözlerinden dolayı bu âşıklar sorgulanamaz. Belki onlara sorulması gereken soru " neden böyle söylediniz?" değil de "neden sırrı açığa vurdunuz" biçiminde olmalıdır. Çünkü aşk içinde sır gerektir ki, hakikat yolunu göstersin. Bu açıdan bakıldığında, onarlın bu sözleri ile " La ilahe ill-Allah" demek arasında bir fark bulunmaz. Ama eğer aynı sözleri sahv halinde iken söylemiş olurlarsa o vakit küfürleri icap eder. Nitekim Hallac'ın Enelhakk sözü Firavun'unun ağzından da çıkmıştır; ama bu defa "Ben Hakk'ım!" yerine " Ben Tanrıyım!" anlamına bürünmüştür.

Bütün bunlardan sonra düşünmek ve görmek lazımdır ki, seven de sevilen de yalnızca O'dur. Sevindirir diye de ummamız işte O'ndan!...

İSKENDER PALA
 

seheryeli

Active member
SEVMEYİ BİLMEYENE BİLMEYİ SEVMEK NE Kİ!..
Kul, sabırdan daha geniş bir rızık ile rızıklandırılmamıştır.”(hadis-i şerif)*
Hâlâ okula alınmıyorlar!?..
Nur-ı aynım, iki gözüm, Bildin mi neydi sabır?
Ya neydi kirpiğinin kıvrımına tutulup kalan burukluk?
Hani neydi nesre çevrilemeyen söz?
Neydi bilgiye adanmış ayazların derununu dolduran acı?

Sabır bir aydınlık, sabır bir teselli... Büyük Sahra’ya yağmur, istiridyeye inci... Sabır göz pınarlarını kurutan ferahlık; sabır hüzünler kulübesinin ışığı... Eyyub ile Yakup, derviş ile sultan...
Nur-ı aynım, iki gözüm, Bildin mi neydi sabır? Haşre dek yokluğa hüküm giymiş bir güzelin kadehindeki iksir miydi; son gezginin gözyaşlarıyla suladığı bir çiçek mi, ıssız harabelerin eşiğinde ıstırabı emerek büyümüş nazenin bir kelebek mi? Karlı caddelerin kıyısında açmış ayın ondördü zambaklar bilir sabrı, nur-ı aynım, altın şehirlere uçan ebabiller bilir. Sadık rüyalarda bir gemi Ağrı Dağı’na çıkar sabırla ve yaralı süvariler geçer kehkeşanlardan daruşşifalara doğru. Serazad türküsüyle hercaî bir bülbül konar Kitab’ın son sayfasına, sabrı şeydalanır seherler ve sabahlar boyu nur-ı aynım, sabrı şeydalanır. Sabır bir hazine ki... Yılanlar bekler gerçek!.. Bir hazine ki... Tek miskali Yusuflar satın alır...… Bir hazine ki... Beşiği âb-ı hayat sükunetiyle süslenen bebekler büyür hendesesinde nur-ı aynım, ve tahammül renkli güzellikler yansır eşyaya bakışlarından. Bir hikaye anlat bana sabra dair, nur-ı aynım, bir hikaye anlat; gerçek olsun. Kalbinin rengi damlarken hani, çekik gözlü nakışlar vururdu sevinçleri, onu anlat. Yanağına düşen her güneş damlası yeni mağlubiyetler asardı boynuna ve eksik olan şey hep bir adım önde giderdi hani, onu anlat. Kafesi taşlara çalıp içindekini salıvermediğinden mi nur-ı aynım, yoksa bir derya mavisinde buruk toprak kokusuna dalıvermediğinden mi, bir imtihan içre iplik iplik bağlanmışsın şah yüreğine ve kirkitler erişlere vuruyor, argıçlar kirişlere... Sabır bir kilim oluyor nur-ı aynım, kilimi anlat...… Sabrı bildin mi nur-ı aynım, bildin mi sabrı? Hani yağmur çamur okula gidip de tipi boran kapıda bekleyen var ya?!.. Hani masumiyeti Kandehar tepelerinden boşluğa bir şahin gibi süzülen beyaz kuğu?!.. Sonsuz köşeli dayatmalarda hani zamanı biriktiren nazenin yasemen var ya?!.. Hani nisan dallarında vurulup kanı akmayan kanarya?!.. Helvaya durdu korukları, acımsılık lezzet oluyor dimağlarında. Onlar ki, soluk almadan bekleyişlerin sırrını öğrendiler kalpleri henüz durmadan, ve bulamayacakları çarelere adreslenmiş mektupların, açılmayacak kapılara gizlenmiş umutların sırrına erdiler; adı sabırdı!.. İsteksiz gülüşler serpildi kanayan yaralara nur-ı aynım, sabır adına bilinçsiz köşelere asılan afişler kirlendi, yolların üstüne uzaklar düştü, hep uzaklar... Karşılıksız sevmelerin şarkısı eski plaklarda kaldı iki gözüm, ve bir gece daha sancıdı yıldızlar, bir gece daha... Şimdi geceler en ince yerinden bölünmede nur-ı aynım, şehir bir denize doğru ağlamakta. Bildin mi sabrı nur-ı aynım, neydi sabır? Sabır adına, ve umut adına... Kol kanat edinip umutları, bereketli baharlara bir koşu başlar mı acep? Mum gibi eriyen ve mum rengince üzülenlerin; yandıkça ağlayan ve gözyaşlarınca yananların can ipliklerinde dumanı tütmez alevler parıldıyor, aydınlıklar tel tel yüzlerine vuruyor. Mutsuzluğun beslediği uzak arzular değil oysa umutsuzluk... Ve yakınlarda, çok yakınlarda bir sabır heykelinin eli değiyor eline. Zirvede bir imtihan var nur-ı aynım, zirvede bir imtihan var.
*Müsned, III ,47;Müstedrek II,414
İskender PALA
 

seheryeli

Active member
Dinle neyden


Dinle! Ayrılıklardan nasıl şikayet etmede şu ney, ve nasıl anlatmada ayrılıkları, dinle:

"Erkek - kadın herkes ağlayıp inliyor feryadımdan; ağlayıp inliyor herkes beni kamışlıktan kestikleri gün başladığım feryadımdan...
Özlemimi açmaya bir kalp istemedeyim oysa ben, ayrılıktan parça parça olmuş, beni anlayacak bir kalp istemedeyim. Hani vuslat zamanını arar ya aslından uzak düşmüş kişi, durmadan aslını arar ya hani!..
Her toplulukta ağladığım bu yüzden benim, her yerde inlediğim bu yüzden. İyilerle dost olmam da, kötülerle oturup kalkmam da bu yüzden. Herkes dostum oluyordu zannımca benim, kendine yakın buluyordu çokları. Ne çare, araştırmadı kimsecikler içimdeki sırları, ve kimse anlamadı ayrılıktan şikayetimi...
Oysa Sırlarım Çığlıklarımdan Hiç de Uzak Değildir Benim!
Keskin bakan görür, ve dikkatle dinleyen duyar onları. Yazık, yazık ki her gözde yok o nur, her kulakta yok o dikkat!.. Gizli değildir elbette ten candan; ve can tenden gizli değildir. Lakin canı görmek için izin çıkmadı kimseye...
Hava değildir neyden çıkan bu ses, ateştir söyledikleri, nefes nefes ateştir. Ve yok olsun her kimde yoksa bu ateş! Bir aşk ateşidir içini yakan neyin; hani bir aşk coşkusu gibi içine düşen meyin!..
Sevgiliden ayrı düşmüşü teselli eder bir ney, yoldaş olur ve musiki perdeleriyle yırtar aşığın sır perdelerini, sırdaş olur. Kim gördü ney gibi hem zehir hem tiryaki, hem dert hem derman başı? Kim gördü ney gibi hem özlemde, hem sarmaş dolaşı?
Kanla dolu yoldan bahsetmede hep ney; aşk yolunun, Mecnun'un gittiği yolun öykülerini dillendirmede hep. Hani akılsızdır ya sırdaş olan akla, hani zordur ya müşteri bulmak kulaktan gayrı dile; işte o haldeyiz ki zaman erimede üzüntümüzden bizim; anlar yolunu şaşırmada... Ve günler yanışlara yoldaş durmada.
Geçip gidiyorsa varsın geçsin günler; korkumuz yok ondan... Ey temiz yaratılışın biriciği, hemen sen yanımızda kal yeter! Günler uzadıkça uzadı nasibi olmayan için, ve suya kandı balık dışında her şey. (Bencileyin, bir balık kaldı susuz)

Pişkinin halinden ne anlasın ki ham...

Öyleyse sözü kısa kesmek gerek vesselam!..."
(Mesnevi I - B, 1 - 18)

Mevlana`dan İskender Pala
 

seheryeli

Active member
Ağlamaktan Korkma Gözüm!

Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tevbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Madem ki gözyaşı bir kutlu demdir, elbette bir erdemdir.

Bir gözyaşı, bir cevherdir ateşten kaynayan ve alev gibi yanan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateş düşünün, dumanı âh ile çıkar da külleri göz yaşına karışır ya…Hayat bir mum alegorisidir hani, mumun başındaki yanış gözde yaş olur da gözyaşı alevle barışır ya…Alev can ipliğini yakınca, acıdır ki, bedenini eritir de mumun, su ile alev birbiriyle yarışır ya… Aşıka göre cennet olur cinnet ve kendi gözyaşında boğulur akıbet...

Gözyaşıdır ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler…Fazilettir, diyettir…Bu yüzden denilir ki gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır.

Tohumu eken bilir, Göz yaşın döken bilir, Gül kadrin diken değil, Çileyi çeken bilir, Ve ey gözyaşım,

Bulutuna sadık yağmurlar gibi gel, ve kadim bir dostu uğurlar gibi git… Bir atımlık mesafede yalnızlığın kurşunlanan coşkusuyla gel, geleceği savaşa mecbur annelerin korkusuyla git…Geceyi içine döken tomurcukların yeşiliyle gel; goncayı açılsın diye bekleyen bülbülün diliyle git…Bülbüller konan dallarda yaprak gibi gel, ve derinlerde bendini yıkan bir ırmak gibi git. Yalınkalem savaşlara meftun acılarla gel, pişmanlık dolu yüreklerden sancılarla git…

Ve ağlamaktan korkma gözüm!..

İskender Pala
 

seheryeli

Active member
Yan Ey Gönül

Yan ey gönül yan, yan ey gönül yan

Yanmadan oldu derdine derman

Pervane gibi, pervane gibi

Şem’ine aşkın yandı bu gönlüm



Pervane gönül işinde, bütün zamanların en büyük âşığı geçer. Bülbülün güle olan aşkı çile, ızdırap ve çılgınlık (şeydalanma) ile doludur; ancak, pervanenin muma üftadeliği her daim ölümle neticelenmiştir. Şem’in (mumun) başındaki aşktır onu yakan, yıkan, harap eden. Ateş başkasından olunca yanışın önüne geçilmez ki zaten!.. Pervanenin kelebekçe canı bu ateşe nasıl dayansın!?.. Pervanesiz mum, kuru ışıktan gayri nedir ki? Işık güneşte de vardır, ayda da. Amma güneşin ışığı hakikî ateşten olduğu için çevresinde pervaneleri döner durur. Halbuki ayın ışığı sahtedir, güneşten çalınmadır ve tabiî bu yüzden ayın etrafında dönen hiçbir yıldız görülmemiştir. Çünkü aşk gerçeğedir, gölgeye değil. Gölgeye âşık olanın, hakikatinden haberi yok demektir. Gerçeğe âşık olan ise ışıktadır. Belki bu yüzden olsa gerek, mum, ayın yapamadığını yapar ve varlığı aşksız, ateşsiz, dönüşsüz bırakmamak için gecenin güneşi misali yanar. Ta ki seher olup güneş yeni bir aşkı, yeni bir ateşi ve yeni bir dönüşü getirsin. Mum, kendi mütevazi yanışı içinde muhteşem âşıklar peyda ederken güneşin ihtişamı nice âşıkları tevazu ile büyütür. Onun için güneş gelince mum, aşk nöbetini devreder.



Ah mine'l Aşk İskender Pala

 

seheryeli

Active member
SEVGILI(Iskender PALA)
Sevgili!Sen gitmistin...Koyup bir basimiza, birakip pak ellerimizi,
gurbetlerine salmistin bizi.Yetim kaldik, öksüz kaldik ve ellerimiz kirlendi
yoklugunda...Sen gitmistin...Ayriliklarin dilini hece hece agliyoruz
simdi.Aksamlar iniyor daglara ve hasretimiz yankilaniyor
yamaçlarda.Sevgili!Nasil iltica edelim sana ;huzuruna nasil varalim,
yalvaralim?!.Ve duyurabilsin mi sesini!?.Efendim, duyar misin
sesimizi?..Sevgili!Sen ask ikliminde sultan, sen güzellik sahikasinda
dolunay, sen vefa gögündehilal.Biz bir bakisinin dilencisi,biz dolunay
tutkunlari,biz bayrami gözleyen oruçlar.Güzellik ordusunun hakani sen, gam
ruzigârinda gedalar biz.Sen imrenme, biz ayiplanma.Sen özüsün varligin ve
biz varlik iddiasinda küstah yoksullar.Sen sabah yildizlarinin isigi, biz
gaflet uykusunda kervanci.Dert ve keder denizinde çiglik çigligayiz
biz,kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa.Çigliklarimizi bestelere
karistiriver efendim,düskünlerine, savrulmuslarina kulak ver.Itivermezsin
elinin tersiyle bizi, degil mi efendim?..Sevgili!Sen gitmistin...Yoklugunda
kaybettik önce varligimizi ve sonra yok eyledik aklimizi da.Hasretinle akan
zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz miknatistan ayrildi.Sen
gitmistin...Gönüllerimiz billur kadehler gibi çalindi
sengsarlara;irmaklarimiz mecralarinda susuzluga mahkum edildi.Sen
gitmistin...Çelik mermere çarpti, iradeye ates düstü yoklugunda.Hasretinden
akillar yitirildi efendim,gönüller gölgelere düstü.Kucak kucaga güneslerimiz
söndü,dudak dudaga denizlerimiz kuruduve sen gitmistin efendim.Sen
gitmistin...Seninle birlikte her seylerimiz gitti.Sehitlerimiz kefenlerinden
siyrildi senden sonra;kanlarimiz sahralar doldurdu.Kelimelerimiz anlamlarini
yitirdi,kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularina...Hiçbir sey kazanmadik
ayriliginda, efendim,hiç kâr elde edemedik.Aldandik, hep aldandik.Delilimizi
yitirdik, delillerimizi yitirdik.Dillerimiz dilim dilim edildi efendim.Bize
sevmeyi unutturdular ilkin;sonra sevginin ne oldugunu...Kendi gönlüne ihanet
edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardi artik.Vurgunlar yedik pes
pese efendim...Ve sen gitmistin.Sevgili!Sen gitmistin...Biricik siginagimiz,
varligimizin övüncü, yüz akimizdin.Hayirlari söyleyip gitmistin,biz ser
isler olduk.Uzun uzun emellere kapildik,kapilanip kaldik umutlarin
kapisinda.Yolunda yürümekten üzerimize düsen,bas kaldirdik önce ve sonra
yikilislar gördük hep efendim.Ellerimiz vardi açildikça dolan, uzandikça
verilen;bögrümüzde kaldi ellerimiz.Hanim idik halayik olduk;bay idik köle
edildik.Sen gitmistin...Yanmis igsilerle kara bahtimiza kara resimler
çizdiler.Ask dervisleri avare, pejmürde, hercâyî rüzgârlara
kapildilar,dönüslerinin ahengini kirdilar.Bölük bölük kadinlarimiz,grup grup
erlerimiz,demet demet çocuklarimiz,kimi güler, kimi aglarken yitirdiler
kendilerini.Ve sen gitmistin efendim...Sevgili!Hani bir ask idin, bir
güzellik idin sen, güzellikle askin kesistigi prizmada.Güzelligin cihani
gösteren bir ayna;askin o aynanin cilasi idi hani.Güzelligin olmasa
efendim,aski hiç bilmeyecekti cihan;askin olmasa güzelligi hiç
anlamayacakti.Ask pazarinda mezat hep güzelligine; güzellik yurdunda yollar
hep askinadurmustu efendim...Ve sen gitmistin...Sevgili!Derd ile aglayandin;
hem derde salandin!..Gönül yurdunda çaresizlerin çaresi, hastalarin
merhemiydin.Saadetle yasamis, saadet çagini yasatmistin.Suretleri ve canlari
iman ile sen sekillendirmis,"Lâ" ile "Illa"yi i' câz ile sen
dillendirmistin.Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz
tuzaklara esir düstü;Hüdhüdlerimizin mil çekildi gözlerine.Artik
düsmanlarimiz dostlar arasinda;dostumuz düsman içinde.Divanelere döndük,
yaya kaldik yolunda.Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk...Sana
muhtaciz!..Sana en fazla muhtaciz.En fazla sana muhtaciz.Uyandir bizi
uykumuzdan...Gel ey sevgili!Bir gelisle gel, bir gülüsle gel.Dog ufkumuza,
sar dünyamizi, gir gönlümüze yeniden...Sana muhtaciz...Sana en fazla
muhtaciz...
 

seheryeli

Active member
Eylül İşte...

Eylül... Fersude sonbaharların giriş kapısı... İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin, hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu, kırgınlığı, pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi... Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar... Bölük pörçük hatıralar, kırık dökük sevinçler... Şiir kılığında gelen acı...

Eylül işte; nâm–ı diğer, hüzün...

Eylül... Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen... Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda; ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı... Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi...

Eylül işte; nâm–ı diğer, pişmanlık...

Bilmiyorum, siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?.. Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş... Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de... Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı, zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar... Belki sizin kentin huzurludur akşamları, belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır...

Eylül işte; nâm–ı diğer melal...

Tenha yollar, aşınmış günler, hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar... Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü... Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık... Acıların beyhude, sevinçlerin zavallı, mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti...

Eylül işte; nâm–ı diğer, ölümün rengi...

Eylül... Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği... Uçuk benizli koşuşturmacalar, yeniden kurulan defter–kitap pazarı... Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar... Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar... Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar... Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik... Para etse canını da verir ama...

Eylül işte; nâm–ı diğer, acının mührü...

İskender PALA
 

seheryeli

Active member
Küçük bir karınca kalemin kağıt üstüne bir şeyler
yazdığını gördü. Gitti, bu sırrı öbür karıncalara
söyledi. "O kalem kağıda şaşılacak şeyler yazdı. Fesleğen
gibi, gül gibi acayip şeyler yaptı" dedi.
Karıncanın biri dedi ki: "O, sanatı yapan parmaklardır.
Bu kalem iş görmekte esas değil fer'dir."
Diğer bir karınca: "İş ne parmaktan ne de kalemden geliyor" dedi.
"İş asıl koldan geliyor. Çünkü zayıf parmaklar,
onun zorlaması ile kalemi tutuyor ve yazdırıyor."
Bu görüşler, bu konuşmalar böylece uzadı gitti.
Karıncaların beyine kadar ulaştı. Karıncaların beyinin
birazcık anlayışı vardı, zeki idi.
Dedi ki: "Bu hüneri suretten, görünüşten bilmeyin. Çünkü uyuyan
yahut ölen bir kişinin böyle şeylerden haberi bile yoktur."
Suret, görünüş elbiseye, asaya benzer.
Cansızdır, akılsızdır, oynamaz, hareket etmez. Allah'ın lütfu
ve ihsanı olmayınca, bu aklın bu gönlün cansız kalacaklarından
karınca beyinin haberi yoktu. Allah bir an için olsun,
akıldan yardımını kesecek olsa, her şeye eren akıl,
aptallıklar etmeye başlar."


Bakma yâ Râbb sevâd-ı defterime
Onu yak ateşe benim yerime

Bu nâme ki evvelde ricâdır
Âhirde tazarru vü duâdır.
İskerder Pala
 

seheryeli

Active member
Hüzün, bir hazin kelime. Ayrılık gibi, hicran gibi; ama mutluluk gibi de. Bazan bir gözde görürüz onu, bazan bir yüzde. Bazan bulutlarla gelir, bazan lodoslarla.

Hüzün tarih olur, Bağdat ufuklarını Osmanlı tuğları misali bekleyen hurma fidanlarıyla; Tuna boylarını hatem yakutları gibi süsleyen kaleler ve burçlarla gelir yedi yüz yıllık hafızamıza.

Elhamra avlusunda derin uykulara dalmış mağrib güneşi olur kah; kah Kudüs gecelerinde savrulan Selahaddin rüyaları.

Aziz-i vakt idik a da zelil kıldı bizi.

Hüzün gözyaşı olur, bazan bir eylül bulutundan dökülüp dilemmalarımıza karışır; bazan bir Kanuni mersiyesinden akıp güneşlerimizi buharlaştırır. Paramparça olmuş kutsal kitapların mürekkeplerini dağıtır bazan, bazan kandil gecelerinin pişmanlıklarına dökülür yüreklerimizden.

Kimi zaman bir bayram sevincinin ardına gizlenen yetimin gözünde acı; kimi vakit fersudeleşmeye yüz tutmuş gülün yaprağında kırağı sıfatında belli eder kendini.

Hurşide baksa gözleri halkın dola gelir

Hüzün söz olur, yarı yollarda bırakılmış yeminlerin ve vaadlerin peçesinden yüz gösterir kimi, kimi bir elyazmasının derkenarına yazılır bir ayrılık türküsü niyetine. Bir mücelled güldeste olur yazılsa tüm hüzün sözleri ve binbir geceyi dolduran tutilerin dilinde şeker niyetine çiğnene çiğnene tutar şöhreti alemleri.

Sabahların kokusuna karışan bir pişmanlığın terennümüdür bazan ve bazan da gecelerin korkusunu damıtan bir şarkının dizesi.

Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir

Hüzün mevsim olur, böler bir uykuyu bazan; bazan bir paranteze alır acıları. Güz mü, eylül mü bilinmez; ortası mı sonu mu anlaşılmaz anın. Şakaklarına düşen benek benek karlar mı densin yılların gölgesini taşıyan, başında gül rengi bulutlardan Lahuri tüller mi olsun Hicaz şarkılarında bestelenen?!.. Hüzün karanlıktır, yalnızlıktır, korkudur. Ve hüzün bazan en büyük umutlara gebedir.

Bir mevsim-i hazanına geldik ki alemin...

Hüzün renk olur, son dalın son yaprağında sararırken yakar içimizi; son fırtınanın son dalgasında köpürürken kanatır yüreğimizi. Mavi gecelerin ve kurşuni bulutların örtüsüdür hüzün. Hatırlamanın mestliğinde eflatuni bir ırmağın hasret yarasıdır, gül gül olup açan ateşin kederlerin masum çiçeğidir. Sahilde bir gurubdur o, ufukta bir şafak. Perde perde solan hayatımız...

Gül ateş, gülbün ateş, gülşen ateş, caybar ateş

Hüzün sevda olur, hayalini getirir annelerin, yavruların ve süveydaya durup melankolisini yaşatır sevenlerin, sevgilerin. Fuzuli lerin Galib lerin kinayeleri ve tevriyeleri onun üstüne yazılır, bülbüllerin kumruların şeyda tenasüpleri ve mecazları ona dillendirilir. Umman gemicilerinin ufuklarında deniz feneridir hüzün, semavat müneccimlerinin kadrlerinde Ayyuk.

Mahabbet bir bela şeydir giriftar olmayan bilmez

Hüzün alışkanlık olur, acıların yol dönemecinde azığını kuzgunlara kaptıran gönüllerin ömre süren Selva sıyla tartılır. Yüzbin yıl sonra yeşerecek tohumlar için saklayıp suyu, vahalardan kurumuş dudaklarla geçer delikanlıca. Mermer beyazında ayetlere teslim olmuş bir buhur-ı Meryem in nazenin tebessümüne Namus-ı ekber vasıtasıyla gelen nefestir o.

Hazan ki durmadan evrakı su-be-su dökülür

Hüzün, Kureyş te Süheyb-i Rumi; Yemen de rahip Bahira, Konstantinepol de Ulubatlı Hasan olmaktır.
Hüzün, mazlumlar adına bir saman çöpüyle devleri yere sermektir.
Hüzün, Şeyh Şamil toprağında alnından vurulan bir çocuktur.
Hüzün, harflere sığmayan bir nimet-i İlahi dir.
Hüzün, her hale şükretmenin diğer adıdır.
Hüzün, seyerandır maverada.
Hüzün, özleyiştir
Hüzün ki en ziyade yakışandır bize!..

İSKENDER PALA
 

seheryeli

Active member
Hayadan hayata yayılan güzellik


Sevda-yı dildârdan gönül usandı / Güzelim cefadan niçin usanmaz / Demek ki üftadem odlara yandı / Hak'tan haya kılmaz kuldan utanmaz / (Dertli)
Yalnızca iyilik getirendir o; yalnızca sevgi biriktirendir... Kat kat şimdilik; dosya dosya güzelliktir hem... Elimizden tuttu mu bir kez yükseltir yükselttikçe kişiliğimizi de yüceltir yüceltilecek kadar... Haya, hayatın güzelliği...
''El-haya ve'l-edeb!'' der eskiler; hayasızca bir tavır gördüklerinde, edep dışı bir söz işittiklerinde. Haya ki bir utanma duygusudur; ar ve namus perdesinden bestelenir zaman notalarında. Perde açıldı mı da bir kez; küser sahibine ve kaçar gider coğrafyamızdan bütün güzel nağmelerini toplayarak. Kişi ancak haya sermayesi kadar edîb olur çünki; ancak hayası ölçüsünde müeddeb sayılır. Yakışıksız işlerden alıkoyan da, kötüleri iyi kılan da odur hep.
Hayamızı yitirdik ve silinmiş boş kağıtlara döndü şimdi hayat. Lalezarlarımızda ayrıklar bitti hayasızlıktan; medeniyet birikimlerimiz ağıt sütunlarında kırıldı, yontulmuş mermerlerimiz damar damar çatladı. Zümrüdü ankanın kanatlarından kavruk baharlara döküldü safirler. İmkanın en dar kapısında oturup ruhumuzu şer ile şerh ettik; ve hayayı unuttuk. Esir kentlerin mahpusları gibi puslu sokaklara serpildi fırtınalı akşamlarda hayasızlık; ve göz kapaklarımıza kan damladı süveydalarımızdan. Her karanlıkta yağmurlar büyüttü acılarımızı ve her solukta biraz daha savaş, biraz daha şiddet, biraz daha kin, biraz daha vahşet, biraz daha.. biraz daha...
Hayamızı yitirdik ve Leyla'lar leylî renklere bağlar oldu zülüflerini. Hayalî ahlâk bezirganları bir nane çöpüyle tarttılar hayalarımızı hayal terazilerinde; haya içinde yaşarken hayal içinde öldük. ''Hayalî'' tahallus eden şairler ''Haya-lı'' hayatlar sürerlerdi hani de, kirpiklerinin arasından eski zaman sevdalarını damıtırken ''Geçmiş zaman olur ki hayalı cihan değer'' derlerdi... Heyhât!.. Hayal meyal şeylermiş... Hayalî yükler bükmede şimdi belimizi.
Hayamızı yitirdik; ve tımarsız, kaşağısız, pusatsız bıraktık küheylanlarımızı; kılıçsız, kargısız, cevşensiz koyduk süvarileri. İkonlara gizlenmiş ruhbanlara çaldırdık ruhlarımızı. Akrep yuvalarından ecinni raksların ateşi sıçradı üzerimize. Kevn ü fesadda anılmamacasına yıktık eski ahitlerimizi, yeni ahitlerimizi. Ahdimiz haya üzerineydi, kaybettik ve ahlâkımız eskidi. Dönüş biletini giderken yırttık ahitleşmeye de, kutsal vadilerde nalınlarımızı ayağımızda unuttuk. Parlayan yıldızlarımızdan astroitler düştü bahtımıza. Filmin son karesiyle birlikte elif ve lam ve he de karardı. Kelamlarımızda yorulan harfler laf kılığında yağdı dünyamıza. Efsunlu sözlerle dolu hamayılların çörekotlarınca küçüldü ruhlarımız. Gizi çözen gecelerimiz, geceyi düğümleyen gizlerde gizlendi. Kafesinde sindirilmiş aslanlara dönünce ahlâk, avcıların tarihinde kötü figüranlar olarak anlatıldı haya; ve aslanlar kendi tarihlerini yazamadılar hiç.
Hayamızı yitirdik; ve münzevi hayallerde eklemledik âhlarımızı birbirine, düşlere karışan hayatımızı zincir yaptık. Huzurun ak sayfalarına derunî sağanaklardan kan revan acılar gönderdik. Gazeller ve kasideler hep yitik sevdalarda döndü mersiyeye... Ağladık geceler ve gündüzler boyu, ağlayacağız aylar ve yıllar yılı...
Haya... Aaah, en eski yitiğimiz...
Hayadan ötesi hayal, aslı yok bir düşünce...
Hayadan öte hayat, esası bozuk günce...
 

seheryeli

Active member
Âşığın Gözyaşı Gül Renginde Akar!

Gül. Divân şiirinde en çok sözü edilen çiçek, güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Bazan gül bunlara; bazan da bunlar güle benzerler. Gerek koku, gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir.

Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir ögesidir. Bizzat kendisine mahsus gülistan, gülşen ve gülzâr vardır. Hatta ona bazen sultan olarak da rastlarız. Baharın diğer adının gül mevsimi oluşu da güle verilen önemden ileri gelir. Gül yetiştirmenin çok zahmetli bir iş oluşu onun âdetâ nazla beslenip büyümesi şeklinde ele alınır.

Gülün açılması apayrı bir olaydır.O, seher vaktinde sabâ yelinin parmaklarıyla açılır. Onun açılması bir neşe ve sevinç belirtisidir. Çünkü gül açılınca bahar gelir, eğlence başlar. Gülün handân oluşu da yine onun açılması, çâk- ı girîban eylemesidir. Gül bu kadar güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar. Yani geçicidir. Tıpkı âşığın ömrü gibi çabucak geçiverir.

Sabâ yelü gülün yapraklarını yavaşça aralar ve kokusunu her tarafa yayar. Ancak sonbahar yeli onun için felakettir. Onun perişân olmasına, dağılmasına neden olur. Gülün suya olan ihtiyacı her çiçekten fazladır. Sık sık sulanmalıdır. Kökleri su içinde olursa daha güzel yetişir. Bu nedenle güller su kenarlarında bulunur ki “hurrem” oluşu buradan gelir.Bazan gül yaprakları çiğ tanesiyle birlikte görülür. Bütün bunların hepsi bir yana gül ile bülbül’ün aşkları dillere destandır.Gül , bülbülün sevgilisidir.Âşık da sevgili denen gül karşısında şakıyıp duran bir bülbüldür.Gül ile bülbülün bu hikayeleri İslam – Şark edebiyatlarını çok etkilemiştir.Hatta “Gül ü Bülbül”adlı alegorik,müstakil eserler bile yazılmıştır.Gülün dikeni aşığın rakibidir. Ancak gül ile diken iyilik ve kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman vs. zıtlıkların timsalidir. Gülün yaprağı anılınca defter,divân, tomar,varak,yazı ile ilgili eşya akla gelir. Sabâ yeli yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan letâif öğrenir ve şâir, sevgilideki yanağın övgüsüne başlar.Utanan kişinin yüzünün kızarıp güül rengini alması dolayısıyla gül daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır.Gülün toprağa yakın fidanına dâmen-i gül denir ki yanında menekşe, sünbül ve süsen bulunur.Bunlar âdetâ gülün eteğine yapışmışlardır.Güllerin destelenmesi, toplanması ayrı bir husustur.

Gül aynı zamanda Cennet çiceğidir.İbrahim Peygamber ateşe atılınca gül bahçesine düşmüştür. Bazan sevgiliye gül denir ve onun her haliyle gül oluşu anlatılır. Onun endâmı, güzelliği ,teri,dudağı,kulakları,yanakları,eli,bileği vs. gülde bulunan özellikle ilgilidir. Âşığın göz yaşı da gül renginde akar. Bazan gül ,rengi ve şekli yönünden yakut bir köşke benzer. Bazan da ateş, çerağ, şarap ve la’l olur. Divân şiirinde gül ile ilgili teşbih ve mecazların sonu gelmez. Şâir her bakımdan bu güzel çiçeği anar.

Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzâre su
Fuzûlî
Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü

İskender Pala
 

seheryeli

Active member
Âşığın Gözyaşı Gül Renginde Akar!

Gül. Divân şiirinde en çok sözü edilen çiçek, güldür. Sevgilinin yüzü ve yanağı ile sıkı münasebeti vardır. Bazan gül bunlara; bazan da bunlar güle benzerler. Gerek koku, gerekse renk bakımından çok güzel olan gül, daima tazedir.

Bu yönüyle bağın, çemenin ve baharın vazgeçilmez bir ögesidir. Bizzat kendisine mahsus gülistan, gülşen ve gülzâr vardır. Hatta ona bazen sultan olarak da rastlarız. Baharın diğer adının gül mevsimi oluşu da güle verilen önemden ileri gelir. Gül yetiştirmenin çok zahmetli bir iş oluşu onun âdetâ nazla beslenip büyümesi şeklinde ele alınır.

Gülün açılması apayrı bir olaydır.O, seher vaktinde sabâ yelinin parmaklarıyla açılır. Onun açılması bir neşe ve sevinç belirtisidir. Çünkü gül açılınca bahar gelir, eğlence başlar. Gülün handân oluşu da yine onun açılması, çâk- ı girîban eylemesidir. Gül bu kadar güzel ve çekici olmasına rağmen çok çabuk solar. Yani geçicidir. Tıpkı âşığın ömrü gibi çabucak geçiverir.

Sabâ yelü gülün yapraklarını yavaşça aralar ve kokusunu her tarafa yayar. Ancak sonbahar yeli onun için felakettir. Onun perişân olmasına, dağılmasına neden olur. Gülün suya olan ihtiyacı her çiçekten fazladır. Sık sık sulanmalıdır. Kökleri su içinde olursa daha güzel yetişir. Bu nedenle güller su kenarlarında bulunur ki “hurrem” oluşu buradan gelir.Bazan gül yaprakları çiğ tanesiyle birlikte görülür. Bütün bunların hepsi bir yana gül ile bülbül’ün aşkları dillere destandır.Gül , bülbülün sevgilisidir.Âşık da sevgili denen gül karşısında şakıyıp duran bir bülbüldür.Gül ile bülbülün bu hikayeleri İslam – Şark edebiyatlarını çok etkilemiştir.Hatta “Gül ü Bülbül”adlı alegorik,müstakil eserler bile yazılmıştır.Gülün dikeni aşığın rakibidir. Ancak gül ile diken iyilik ve kötülük, kolay ile zor, dost ile düşman vs. zıtlıkların timsalidir. Gülün yaprağı anılınca defter,divân, tomar,varak,yazı ile ilgili eşya akla gelir. Sabâ yeli yavaş yavaş bu defterin sayfalarını çevirirken bülbül ondan letâif öğrenir ve şâir, sevgilideki yanağın övgüsüne başlar.Utanan kişinin yüzünün kızarıp güül rengini alması dolayısıyla gül daima utangaç ve hayâ sahibi olarak ele alınır.Gülün toprağa yakın fidanına dâmen-i gül denir ki yanında menekşe, sünbül ve süsen bulunur.Bunlar âdetâ gülün eteğine yapışmışlardır.Güllerin destelenmesi, toplanması ayrı bir husustur.

Gül aynı zamanda Cennet çiceğidir.İbrahim Peygamber ateşe atılınca gül bahçesine düşmüştür. Bazan sevgiliye gül denir ve onun her haliyle gül oluşu anlatılır. Onun endâmı, güzelliği ,teri,dudağı,kulakları,yanakları,eli,bileği vs. gülde bulunan özellikle ilgilidir. Âşığın göz yaşı da gül renginde akar. Bazan gül ,rengi ve şekli yönünden yakut bir köşke benzer. Bazan da ateş, çerağ, şarap ve la’l olur. Divân şiirinde gül ile ilgili teşbih ve mecazların sonu gelmez. Şâir her bakımdan bu güzel çiçeği anar.

Suya versin bâğbân gülzârı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün teg verse bin gülzâre su
Fuzûlî
Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü

İskender Pala
 

seheryeli

Active member
AĞLAMAKTAN KORKMA GÖZLERİM


" Bir hurûşuyla eder bin hâne–i ikbâli pest
Ehl–i derdin seyl–i eşk–i inkisârın görmüşüz

Nabî (Dertlilerin, güceniklikle akıttıkları gözyaşlarının sellerini gördük. Bir kere coşup çağladığı vakit, binlerce ikbal sarayını yerle bir ediveriyordu…) Gözyaşım, Dizeler güzeli dedim sana inci inci, ve güzeller incisi koydum adını dizi dizi… Yabanlara gönderdiğimsin hem akın akın, hem canımı verdiğimsin uzak yakın… Sevgilinin geleceği yolları sulayıp süpürmek için sakladım seni… Kirpiklerimi süpürge ettim; sultanlar ayağına düşürmek için tuttum ve bırakmadım seni.
Gözyaşım, Bütün boşluklarını sen doldurdun ömrümün… Söylenmedik sözler yerine sen vardın yanımda. Sevdaya dair yeminlerden sonra sen vardın. Köhne zamanın direnci adına, acı çağların yaşlısı ve genci adına yine sen vardın. Dikenler gülden habersiz iken, gözler dilden de fersiz iken; zamanından geriye düşmüş acılar için, mânâda biçimleri yitiren sancılar için; aynalarda eriyen sırlardan taşarak, ucu kıyamete çıkan asırları aşarak; gerçekten daha gerçek kelamlarda ve Güzeller Güzeli’nden vuslat müjdeli selamlarda sen vardın… Hep sen vardın... Bir gözyaşı, gül mevsiminde güle karşı akarsa aşk olur adı; sevgiyi damıtır en derin yerinden. Suçlardan sonra tenha gecelerde akarsa tevbedir tadı; gönülleri arıtır en kara kirinden. Madem ki gözyaşı bir kutlu demdir, elbette bir erdemdir. Bir gözyaşı, bir cevherdir ateşten kaynayan ve alev gibi yanan. Özü sudur ama avuçta bir yalım, gönülde bir yangın olur. Bir ateş düşünün, dumanı âh ile çıkar da külleri göz yaşına karışır ya… Hayat bir mum alegorisidir hani, mumun başındaki yanış gözde yaş olur da gözyaşı alevle barışır ya…Alev can ipliğini yakınca, acıdır ki, bedenini eritir de mumun, su ile alev birbiriyle yarışır ya… Aşıka göre cennet olur cinnet ve kendi gözyaşında boğulur akıbet...
Gözyaşıdır ki yıkayarak yakar, yakarak yıkar. Arıtır ve eritir; temizler ve gizler… Fazilettir, diyettir… Bu yüzden denilir ki gözyaşı yiğitler kârıdır ve civanmertler vakarıdır. Şaire unuttuğu mısrayı bir gözyaşı hatırlatır, şehrazad üveyikler uçuran acıları bir gözyaşı anlatır. Sancılı damarlarda ölümcül çılgınlıkları gözyaşıdır okuyan satır satır. Toplasan gözyaşlarını âşıkın, dalgalı bir deniz olur; süzülürken bağrından, yakar geçer iz olur. Yalnız doğar gibi her insan, yalnız akar her damla ve yağmur yağmur gözyaşıyla ıslanır nisan. Bir kere ölür de kahır yüklü savaşlarda nice aylar batar ve Filistin’de sapanlar çakıl taşları, takaroflar kurşun yerine gözyaşı atar. Ceylanları âmâ düşürünce avcılar, avcıları ceylanlar vurur, ve hamuru sevdaların, gözyaşıyla yoğrulur. En son, yağmur kuşları konar kuşpalazı çocukların salıncaklarına, gözyaşı şefkat olur.
Gözyaşı ki, kişinin kendisiyle kavgasının sonunda akarsa tomur tomur mercandır; ve eğer pişmanlıklarla tartılırsa mübarek bir heyecandır. Gül yüzlülerin kirini gülsuyu kokan gözyaşları alır…Ve damla damla gül dökülen ellerde gül kokusu kalır.
Tohumu eken bilir Göz yaşın döken bilir Gül kadrin diken değil Çileyi çeken bilir Ve ey gözyaşım, Bulutuna sadık yağmurlar gibi gel, ve kadim bir dostu uğurlar gibi git… Bir atımlık mesafede yalnızlığın kurşunlanan coşkusuyla gel, geleceği savaşa mecbur annelerin korkusuyla git… Geceyi içine döken tomurcukların yeşiliyle gel; goncayı açılsın diye bekleyen bülbülün diliyle git…Bülbüller konan dallarda yaprak gibi gel, ve derinlerde bendini yıkan bir ırmak gibi git. Yalınkalem savaşlara meftun acılarla gel, pişmanlık dolu yüreklerden sancılarla git… Ve ağlamaktan korkma gözüm!.. İskender Pala


 

seheryeli

Active member
Güllerin Efendisi

"Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan...
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..

Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan...
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..

Gel ey, konuşurken dudaklarına tebessümler karışan...
Gel ey, yüzüne üzgünlerin üzüntüsünü dağıtmak yaraşan!..
Gel ey, âteş-i aşkına yanmak için âşıkları birbiriyle yarışan!..

Gel ey!..

Önce kendine çektin, sonra mugaylan dolu beyabanlarda dermansız koyup bizi bir başımıza gittin dönmemek üzere.
Ve dudağının dokunduğu çeşmeler de gitti.
Gittin ve vecd ile kendinden geçen zamanlar,
Sensizlik bunalımlarının gelgitleriyle kör kuyulara gömüldü.
Gittin ve tenha elvedalarda düğümlendi sevinçlerimiz;
Durmuş çarklara sıkışıp kaldı çığlıklarımız.
Sen gidince yanlış hesaplarında önce pazarlar kurduk köhne dünyanın,
Sonra köhne hesaplarıyla mezada çıkarıp aşklarımızı dünyalıklara sattık.
Gittin de savrulan umutlarımızı ektik yollarına;
Sabrımızın gözlerine çekilen milleri çelik masıyetlerle mıhladık.
Gerilmiş yaylarımız kepade düştü hoyrat ellerde,
Uykulu oyunlarda şahlarımız mat oldu; ve bileyli kılıçlarımız pas tuttu karanlık kınlarında.

Ak kor olduk...
Nemrudî alevlere soktular başlarımızı, hakikat, ak kor olduk...
Vurdular durmadan dinlenmeden... Örslere konuldu başlarımız, hakikat vurdular dinlenmeden durmadan.
Ağlattılar ağladıkça biz...
Çeliğe su verelim diye ağladıkça ağlattılar bizi...
Heyhât! Tutturamadık kıvamını suyun,
isabet ettiremedik gözyaşlarımızın damlalarını çeliğe ve ilk çalışta kırıldı kılıçlarımız kara keçelere.
Yenildik, yorulduk, yığılıp kaldık çıkmaz sokaklarda.
Bütün sorularımızın cevapları cevapsız kaldı; bütün hayallerimizin hayali hayal oldu.
Tel tel arzulara mahkûm edildi nefislerimiz ve ruhlarımız tül tül alevlerde yandı.
Gizemli bilinmezliklerimizin iksirlerini gizli dünyalara gizlediler bizden.

Gel ey!..

Hani dostların vardı, kimi aşk okuyan Kitaplar Kitabı'ndan; kimi ilham dokuyan hitaplar hitabından.
Kimine köşkler düşmüştü cennetten, kimi cennette köşklere düştüydü hani.
Kiminin ateşlerine rengi düşerdi gülün de; kimi güllere rengini düşürürdü ateşin.
Kimine yıldızlar düşerdi göklerden, kiminin yıldızına düşerdi gökler ya...

Hani sen "Yıldızlarım," demiştin, "hangisine uyarsanız doğru yola ulaşacağınız yıldızlarım!.."
Sen gittin efendim ve hasretin yıldızlarını da çekti senden yana.
Şimdi kim varsa yıldızlaşmaya yüz tutan, gökleri üzerine kapatıyor ehremenler.
Bizler yanıyoruz, yanmamakta direniyor gökte yıldızlarımız...
Güllerimiz küle durmakta yokluğunda, sultanlarımız kula dönmekte...

Gel ey!..
Ayrılığında çoğalan alevleriyle arınalım aşkının; yanalım yandıkça ve yandıkça yanalım.
Aşk yüzünden elbisesi yırtılan da, Hak uğruna gözlerini kurutan da seni arzulamakta şimdi.
Bizi kendine madem yine sensin bağlayan ve ayrılığının derdine yine sensin ayrılıkla derman olan,
O hâlde gülümse bize efendim, bize gülümse. "Allah onları sever; onlar da Allah'ı sever" sırrına ermekte rehberimiz ol,
tut günahkâr ellerimizden; günahkâr ellerimizden tut.

Sen ey!..
Gelsen hayallerimize bir kez...
Ve üzerine sepet sepet güller döksek biz.
Gelsen düşüncelerimize bir an... Ve baharları sersek ayağına çiçek çiçek, mevsim mevsim, ıtır ıtır...
Dolunaylar yerine doğsan dünyamıza bir vakit...
Ve zatını gündüz değilse, hayalini gece göstersen bizlere.
Girsen ansızın düşlerimize, şefkat parmaklarınla okşasan başımızı ışık ışık...
Ve ışığına düşsek pervaneler gibi; pervaneler gibi ışığına düşsek.

Gel efendim...

Bir kez doğ içimize de isterse kaybolsun dolunaylar, güneşler...
Gir gözümüze de bir nefes, isterse silinsin tûtyâlar, sürmeler...
İlham olup ak gönlümüze bir anda, isterse yitirilsin uçtan uca naatler ve gazeller,
Beyitler ve dizeler uçtan uca yitirilsin isterse...

Gel efendim...
Dostluğuna muhtacız; umutsuz ve çaresiz bırakma çaresizlerini.
Gel yeter ki, hakkımızda verilecek her hükme razı olalım.

Gel ey, bitir bitmeyen hasretini içimizde!
Gel ey, onsuz mutluluk bulamadığımız!..
Gel ey, kendisine layık olamadığımız!..

Gel benim efendim, bir kez olsun dokun yüreğime, yüreğime dokun bir kez olsun...
Yüreğim kanıyor efendim, kanıyor yüreğim!..
Çığlık çığlığa beşeriyet, çiğnenmiş reyhanlar misali hep seni arıyor.
Uyandır zindanlara koyduğumuz Yusufî sevdalarımızı efendim. Uyandır bahtını üftadelerinin...

Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtın uyanmaz mı?

İskender Pala
 
Üst