Kübrâ kelimesi 'büşra', 'suğrâ'.. gibi dişi varlıklar için kullanılan 'müennes' bir kelimedir. 'İnsaniyet' ise, 'insan' isminden bir yapma mastardır. Dil kuralları açısından 'insan-ı ekber' değil de, insaniyet-i kübra denmiştir. Hem Üstad, hem İmam Rabbani, hem de Şah Veli gibi zatlar, bunu hep 'İnsaniyet-i kübrâ' şeklinde kullanmıştır.
'İnsaniyet-i kübrâ' terkip olarak, büyük insanlık mânâsına gelir. İnsana büyüklük kazandıran şeyi, yukarıda isimlerini zikrettiğimiz âlimler farklı şekillerde izah etmişlerdir. Onların kendi mütalâalarını kabul etmekle birlikte, daha farklı bir mülâhazayla meseleye yaklaşacak olursak; insan hem bedenen, hem de aczi, fakrı gibi bazı zaafları itibarıyla küçük bir varlıktır. Ona büyüklük kazandıran şey Kur'ân-ı Kerim'de: 'Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.' şeklinde bildirildiği üzere, ihsan-ı İlahî tarafından büyük ve kudsî bir vazifenin altına çekilmesidir. Cenâb-ı Hak, insanın zalimliğine ve cahilliğine rağmen, istidat ve kabiliyeti müsait olduğundan bu kudsî vazifeyi onun omuzlarına yüklemiştir. O, bu vazifeye sahip çıkıp ona omuz verdiği oranda hem cahillik ve zalimlikten kurtulacak, hem de büyüyüp değerler üstü değerlere ulaşacaktır...
Evet, insan bir taraftan a'lâ-yı illiyyine çıkmaya, diğer taraftan da hayvanlardan daha aşağı bir konuma inmeye namzettir. Bu durum, onun kendisine verilen istidat ve kabiliyetleri inkişaf ettirip-ettirmemesiyle yakından alâkalıdır. İnsan, insan olarak kaldığı müddetçe, ona 'insan-ı suğra; küçük insan' demek icab eder ki bazen o, bu mertebeyi bile koruyamayabilir; koruyamayıp daha aşağılara düşebilir. Bu takdirde o insan, İlahî hakâikin fihristi ve timsali olma özelliğini de kaybeder. Evet, insan iç ve dış bütünlüğüne kendisini ulaştıracak malumatla donanmazsa, dışı süs içi pis plastize bir varlık haline gelir. Bu durumda insanın hayvandan farklı bir yanı da kalmaz. İnsanın gerçekten 'ahsen-i takvim'e mazhar olması, kendi istidatlarını inkişaf ettirip 'insan-ı kâmil' olmaya endeksli bir hayat yaşamasına bağlıdır.
Bu hakikati şöyle de ifade edebiliriz: İnsanın mahiyeti, olduğu yerde kalmaya müsait değildir. O, yüksek bir ideale talip olmadığı zaman bir taraftan şehvet, gadap, kin, nefret, inat, haset, hırs vb. duygularla örgülenen nefis mekânizması, öbür taraftan da şeytan unsurunun değişik fenalıkları değerlendirmesi yüzünden hayvanlardan daha aşağı; âyetin ifadesiyle 'bel hüm edall' konumuna düşer. Kur'ân-ı Kerim'de bu hususa birçok işaret vardır. Şüphesiz insanı hayvanlardan ayıran özelliklerden biri, kendisine verilen duygularıdır. O, bu duygularını muvakkat dünya hayatı için kullanamaz. Nasıl kullanabilir ki! Onlar, kendisine uhrevîlik ve semavîlik kazandıracak bir sermaye olarak verilmiştir. Dolayısıyla her insan, onları, yerli yerince kullanmak zorundadır. Üstad, bu duyguların işletilmesiyle elde edilecek makamı, göklere doğru yükselen bir kuleye; onlar olmaksızın sükût edilecek yeri de, onun aksi istikametinde bir çukura benzetir. Onun bu sükûta maruz kalmaması için, daima hareket halinde olması ve hayatını iman hakikatlerinin etrafında örgülemesi gerekir. Cenâb-ı Hak, Saadet Asrı'na yemin ederek başladığı Asr sûresinde şöyle buyurur: 'Asra yemin olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir..' Görüldüğü gibi tekid tekid üstüne kullanılarak, insanın doğduğu gibi kalması halinde mutlak surette hüsrana maruz kalacağı bildirilmektedir. Bu ifadelerin hemen akabinde, iman edip salih amel işleyenlerin, birbirlerine karşı hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin bu halden müstesna oldukları anlatılır ki, bu yol aynı zamanda insaniyet-i kübra'ya götüren yoldur. Sahabe Efendilerimiz, surenin bu engin mânâsından dolayı, onu başlarına tâc yapıp hemen her sohbetten sonra okumuşlardır.
İnsaniyet-i kübra'ya uzanan bir diğer yol -ki yukarıda zikredilen esaslarla yakından irtibatlıdır- mârifet-i kübra'yı elde etme yoludur. Allah (c.c), Necm sûresinde: 'And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü' buyurmak suretiyle işte bu duruma işaret eder. Efendimiz (s.a.s.), kendisine bahşedilen miraç yolculuğu boyunca zahirî ve batınî duygularını, zerrelerden sistemlere kadar bütün kâinat üzerinde işlettirmiş ve mârifet-i kübra'yı elde etmiştir. O, Miraçta ayağını nazarının ulaştığı yerin ötesine koymuştur ki, tasavvufta buna kadem ve nazar birliği denir. Kur'ân-ı Kerim bu yeri 'kâb-ı kavseyni ev ednâ' sözleriyle ifade eder. O'ndan sonra gelen veliler, ayaklarını ancak kendi nazarlarının ulaştığı yere koyabilmişlerdir ki, bu da kademin nazara ulaşamamış olması demektir. Üstad, Efendimiz'in ulaştığı o makamı nazarî olarak bildiğinden, eserlerinde âyet-i kübrâ'nın destanını yazmış ve hayatı boyunca O'nun ulaştığı makama ulaşmaya çalışmıştır.
Görüldüğü gibi insan, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine vermiş olduğu istidatları değerlendirip inkişaf ettirmesi sonucu, insan-ı ekber olmaya namzet olmaktadır. Ayrıca bu makam, insanın kendi duygularını işletmesine göre değişiklik arz etmektedir. Şöyle ki; mesela bir insanın, hayatı boyunca, bildiği şeylerle iç ve dış âlemini dizayn edip hayatını ona göre şekillendirmesi, ilme'l-yakin çizgisinde bir yol almadır ve insan-ı ekber olmanın bir alt makamıdır ve buna 'insan-ı asgar/küçük insan' demek mümkündür. Diğer taraftan, şe'n ve şe'n-i Rubûbiyetin veya eşya ve hadiselerin perde arkasını müşahede ediyor gibi hayatını semavileştiren insan, ayne'l-yakin makamına ulaşmış ve insan-ı ekber olmaya adım atmış demektir. Bir başkası da gerçekten eşyanın perde arkasına açılıp şe'n-i Rubûbiyeti bütünüyle müşahede ederek insaniyet-i kübra konumuna yükselmiş olur ki, bu insan, insanın yaratılmasındaki asıl maksadı yakalamış yani insan-ı kâmil olmuş demektir.
Meseleyi hulâsa edecek olursak; Cenâb-ı Hak insanı yaratırken, başta onu insan-ı kâmil olmaya namzet kılmıştır. Dolayısıyla her insanın, insaniyet-i kübraya ulaşması bir hedeftir. İnsanın bu mertebeye ulaşması için, evvela kendisini bu yüksek gayeye programlaması ve onu elde etmek için daima 'hel min mezid/daha yok mu?' ufkunda hareket etmesi gerekir. Yani her gün kâinatın çehresinden bir nikab açarak, her defasında onu yeni görüyor gibi tanıması, yeni bir mârifetle Allah'ı daha farklı duyması; aşk u şevk ve muhabbetle O'nun yolunda olması icap eder. Aslında insan, yaratılış itibarıyla hep iyi şeylere tevcih edilmiş ve bir dûn himmet olarak yerinde kalmasına müsaade edilmemiştir. Zaten o sadece yeme, içme, evlenme.. gibi fıtrî şeyler için de yaratılmamıştır. İnsan, bu bilinçle hareket edip, Allah (c.c) ve O'na ait yüce hakikatlere bütün benliği ile kilitlendiği an, asıl gayesini bulmuş; dolayısıyla insan-ı kâmil olma yoluna girmiş sayılır.
alıntı