molla_zehra
Well-known member
Bahtınıza ekimlerde hep İstanbul düşüyor. İstanbul bahtınıza hep ekimlerde düşüyor.
Daha iyi vurulmanız daha çok ölmeniz için her halde.
İstanbul ekimde geçmişten ve gelecekten mürekkep çünkü. Üstelik salt kendi geçmişinden değil, sizin de geçmişinizden mürekkep. Önce ışık oluyor. Sonra su. Ve mavi. Ve yıldız.
Bir Beyoğlu tramvayı, bir âmânın laternasında İstiklâl caddesi uzantısı bir hüzün. Köşe başlarında Ulysses’in bakışı, kestanecilerin kapı tuttuğu kitapçılarda taze mürekkep kokusu. Boşluğa dağılan buhurumeryem: Bir şiirin sancısı. Bir sap gül: Bir hayatın yarısı.
Neden kalbimizin bütün acılara açık yerinin adı şair?
Yine de buraya kadar güzel hikâye, böyle denebilir. İstanbul’un bir yüzü.
Sonra bir gün her hikâyenin giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret bir bütün olduğunu öğrenirsiniz. Ters istikamette ve tek yönlü çıkış veren bir eşikten geçer gibi bir köprü altından geçersiniz. Öykü yakasından hayat yakasına devriliverirsiniz. Manzara değişir birden. Dingin bir eski zaman gravürünün çerçevesi dışına kayan yaşamı fark edersiniz.
İstanbul’un bir başka yüzü.
İçlerinin ışığı trafik lambalarının kırmızısına ayarlı, kağıt mendil satan ve otomobil camı silen çocukları, kendilerini pazarlayan genç kızları ve dahi ruhu bakir kalamamışları. Erken hoyratlıklara gebe kalmışlıkları. Akşamcıları, şarapçıları, sabahçıları, yine şarapçıları. Çiçek satsa da ömründe bir kez olsun çiçek “almadığı” hesaba katılabilir çingeneyi. Yoksul odalarında nefessiz tükenen ayrıntıları, yaşamlar arasındaki döviz farkını hesaplamayı bile aklına getiremeyecek vurgunlukta yorgunları, iki parmak arasında ufalanmışları, sabahın ilk ışıklarıyla yollara dökülen kendin iç organlarını. Yalnızları, mutsuzları, umudu bile / bilmedikleri için umutsuz olduklarını dahi bilmeyen şuursuzları. Hiçbir zaman bir tablonun eğri takıldığını fark ederek onu düzeltmeye kalkışmamışları. Köleleri ve efendileri, ezenleri ve ezilenleri.
Daha iyi vurulmanız daha çok ölmeniz için her halde.
İstanbul ekimde geçmişten ve gelecekten mürekkep çünkü. Üstelik salt kendi geçmişinden değil, sizin de geçmişinizden mürekkep. Önce ışık oluyor. Sonra su. Ve mavi. Ve yıldız.
Bir Beyoğlu tramvayı, bir âmânın laternasında İstiklâl caddesi uzantısı bir hüzün. Köşe başlarında Ulysses’in bakışı, kestanecilerin kapı tuttuğu kitapçılarda taze mürekkep kokusu. Boşluğa dağılan buhurumeryem: Bir şiirin sancısı. Bir sap gül: Bir hayatın yarısı.
Neden kalbimizin bütün acılara açık yerinin adı şair?
Yine de buraya kadar güzel hikâye, böyle denebilir. İstanbul’un bir yüzü.
Sonra bir gün her hikâyenin giriş, gelişme ve sonuçtan ibaret bir bütün olduğunu öğrenirsiniz. Ters istikamette ve tek yönlü çıkış veren bir eşikten geçer gibi bir köprü altından geçersiniz. Öykü yakasından hayat yakasına devriliverirsiniz. Manzara değişir birden. Dingin bir eski zaman gravürünün çerçevesi dışına kayan yaşamı fark edersiniz.
İstanbul’un bir başka yüzü.
İçlerinin ışığı trafik lambalarının kırmızısına ayarlı, kağıt mendil satan ve otomobil camı silen çocukları, kendilerini pazarlayan genç kızları ve dahi ruhu bakir kalamamışları. Erken hoyratlıklara gebe kalmışlıkları. Akşamcıları, şarapçıları, sabahçıları, yine şarapçıları. Çiçek satsa da ömründe bir kez olsun çiçek “almadığı” hesaba katılabilir çingeneyi. Yoksul odalarında nefessiz tükenen ayrıntıları, yaşamlar arasındaki döviz farkını hesaplamayı bile aklına getiremeyecek vurgunlukta yorgunları, iki parmak arasında ufalanmışları, sabahın ilk ışıklarıyla yollara dökülen kendin iç organlarını. Yalnızları, mutsuzları, umudu bile / bilmedikleri için umutsuz olduklarını dahi bilmeyen şuursuzları. Hiçbir zaman bir tablonun eğri takıldığını fark ederek onu düzeltmeye kalkışmamışları. Köleleri ve efendileri, ezenleri ve ezilenleri.