... İşte akşam namazı için, böyle vir vakitte, yaradılışı gereği yüzünü arzuyla bir Cemâl-i Bâki'ye dönen, O'na ayna olan insan ruhu, şu büyük işleri yapan ve bu koca âlemleri çekip çeviren, değiştiren, varlığının başlangıcı ve sonu bulunmayan Kadîm ve Bâki Zât'ın yüce arşına yönelir. Bütün fânilerin üstünde "Allahu Ekber" diyerek onlardan elini çekip Mevlâ'ya hizmet için el bağlar ve Dâim-i Bâki'nin huzurunda kıyam edip "Elhamdülillah" der. O'nun kusursuz kemâline, benzersiz cemâline, sonsuz rahmetine karşı hamd ve sena edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Yanlız Sana ibadet eder, yanlız Senden medet umarız." (Fâtiha sûresi, 1/5) demekle, yardımcıya ihtiyaç duymayan rubûbiyetine, ortaksız ulûhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı kullukta bulunur ve O'ndan yardım diler. Hem nihayetsiz büyüklüğü, sınırsız kudreti ve kusursuz izzeti karşısında rükûa gidip bütün kâinatla beraber zayıflığını ve aczini, fakrını ve küçüklüğünü ortaya koymakla سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظ۪يمِ "Büyük ve yüce Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.") diyerek Yüce Rabbini tesbih eder. Hem Zât'ının daimî güzelliğine, değişmez, kutsî sıfatlarına, mutlak ebediliğiline karşı secde edip hayret içinde kendi küçüklüğünü bilmekle, Allah'tan başka her şeyi terk edip muhabbetini, kulluğunu ilan etmekle ve bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى "En yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.") demekle bâki ve kusurdan münezzeh Yüce Rabbini takdis eder.
Sonra teşehhüde oturup bütün mahlûkatın mübarek selam ve dualarını, tertemiz salâvatlarını kendi adına, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan o Cemîl ve Celîl Zât'a hediye eder ve Resûl-u Ekrem'ine selam ile bağlılığını yeniler. Emirlerine itaatini göstererek imanını tazelemek ve nurlandırmak için şu kâinat sarayındaki hikmetli intizamı seyredip Sâni-i Zülcelâl'in birliğine şahitlik eder.
İşte, rubûbiyet saltanatını ilan ve Allah'ın razı olduğu şeyleri tebliğ eden, kâinat kitabının ayetlerinin tercümanı olan Muhammed-i Arabî'nin (aleyhissalâtü vesselam) peygamberliğine şehadet demek olan akşam namazını kılmanın ne kadar hoş, temiz bir vazife, ne kadar aziz, lezzetli bir hizmet, ne güzel bir kulluk, ne kadar ciddi bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bekâya yakışır bir sohbet, sürekli bir saadet olduğunu anlamayan insan, nasıl insan olabilir?
Yatsı vaktinde, gündüzün ufukta kalan izleri de kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar.
مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ "Gece ve gündüzü birbiri ardınca çeviren") olan Kadîr-i Zülcelâl'in o beyaz sayfayı siyah bir sayfaya çevirmesini, Rabbâni tasarrufuyla yaz mevsiminin süslü, yeşil sayfasını kışın soğuk, beyaz sayfasına dönüştürmesini ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ "Güneşi ve ayı emri altında tutan.") olan Hakîm-i Zülkemâl'in ilahî icraatını hatırlatır.
Hem ölümü ve hayatı yaratan Cenâb-ı Hakk'ın, zamanın akışıyla kabir ehlinden geriye kalan eserlerin şu dünyadan silinip tamamen başka âleme geçmesindeki icraatını andırır. Yerlerin ve göklerin Hâlık'ının şu dar, fâni ve kıymetsiz dünyanın dehşetli bir sonla tamamen harap olmasındaki ve geniş, bâki, muazzam ahiret âleminin ortaya çıkışındaki haşmetli tasarruflarını ve güzelliğini gösteren tecellilerini akla getirir.
Hem şu kâinat'ın gerçek malik'inin ve mutasarrıf'ının, hakiki Mabud'unun ve Mahbub'unun ancak gece ile gündüzü, kış ile yazı, dünyayı ve ahireti, bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, yazıp bozan, değiştiren bir Zât ve bütün bunlara hükmeden bir Kadir-i Mutlak olabileceğini ispat eden bir vakittir.
İşte sınırsız bir acz içinde, zayıf, fakir, muhtaç, geleceğin sonsuz karanlıklarına dalan ve hadiseler içinde çalkalanmakta olan insan ruhunun, yatsı namazını kılmak için şu vakitte Hazreti İbrahim gibi لَٓا اُحِبُّ اْلاٰفِل۪ينَ "(Gece bastırınca İbrahim bir yıldız gördü, '[İddianıza göre] Rabbim budur!' dedi. Yıldız sönüncede) 'Ben öyle sönüp batanları (tanrı diye) sevmem' (dedi)." (En'âm sûresi, 6/76) deyip varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Mabud'unun ve Mahbub'unun dergâhına namaz ile iltica etmesi...
Şu fâni âlemde ve geçici ömürde, karanlık dünyada ve karanlık istikbâlde, bir Bâki-i Sermedî'ye yakarıp bir parçacık bâki sohbet, birkaç dakikacık bâki ömür içinde, dünyasına nur serpecek, istikbâlini aydınlatacak, varlıkların ve sevdiklerinin kendisini terk edip gitmesinden ve yokluğundan doğan yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden gelen lütufları ve hidayet nurunu görüp istemesi...
Hem kendisini bir süreliğine unutan ve gizlenen dünyayı bırakıp dertlerini kalbinin ağlamasıyla Cenâb-ı Hakk'ın rahmet dergâhına dökmesi, hem ne olur ne olmaz diyerek ölüme benzeyen uykuya geçmeden önce son kulluk vazifesini yapıp günlük amel defterini güzel bir son ile bağlamak için namaza durması...
Fâni olan bütün sevdiklerine bedel, bâki bir Mabud'un ve Mahbub'un; dilencilik ettiği bütün acizlere bedel, bir Kadîr-i Kerîm'in ve korkusundan titrediği bütün zararlı şeylerin şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm'in huzuruna çıkması...
Hem namaza Fatiha ile başlayarak, bir şeye yaramayan, yerinde olmayan, kusurlu, aciz varlıkları övmeye ve onlara minnettarlığa bedel, mutlak kemâl ve zenginlik sahibi, Râhim ve Kerîm olan Âlemlerin Rabbini medh ü sena etmesi...
اِيَّاكَ نَعْبُدُ"Yanlız Sana ibadet ederiz." (Fâtiha sûresi, 1/5) hitabına yükselerek küçüklüğüne , hiçliğine ve kimsesizliğine rağmen Ezel ve Ebed Sultanı olan Din gününün Sahibi'ne bağlanıp şu kâinatta nazlı bir misafir ve mühim bir memur makamına ulaşması,اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Yanlız Sana ibadet eder, yanlız Senden medet umarız." (Fâtiha sûresi, 1/5) demekle kainattaki bütün yaratılmışlar adına o büyük cemaatin kendi dilleriyle yaptıkları ibadetleri ve duaları O'na arz etmesi...
Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ "Bizi doğru yola (Sana doğru varan yola) ilet." (Fâtiha sûresi, 1/6) demekle, istikbâl karanlığı içinde ebedî saadete giden nuranî yol olan sırat-ı müstakime ulaşmayı istemesi...
Hem o vakitte uykuya dalmış bitki ve hayvanlar gibi, gizlenmiş güneşlerin, uyanık yıldızların da birer asker misali emrine amede olduğu ve onları bu dünya misafirhanesine birer lamba ve hizmetkâr yapan Zât-ı Zülcelâl'in büyüklüğünü düşünüp "Allahu Ekber" diyerek rükûa varması...
Hem her varlığın büyük dairedeki secdesini, yani şu gecede uyuyan canlılar gibi her sene ve her asırdaki bütün varlıkların, hatta yeryüzünün, dünyanın, birer düzenli ordu, birer itaatkâr asker gibi kulluk vazifesindenكُنْ فَيَكُون (O, bir şeyi yaratmak isteyince sadece) 'ol' der, o da oluverir.") emriyle terhis edildiği, yani gayb âlemine gönderildiği zaman, son derece intizam ile kaybolup gitme esnasında, gurûb(batma, gözden kaybolma.) seccadesinde "Allahu Ekber" diyerek secde ettiklerini düşünmesi...
Hemكُنْ فَيَكُون Emrinden gelen bir diriliş sedâsı ve ikaz ile bitkilerin baharda kısmen aynı, kısmen benzer şekilde diriltilip Mevlâ'ya hizmet için emre hazır olmaları gibi, insanın da onlara uyarak o Rahman-ı Zülkemâl'in, Rahîm-i Zülcemâl'in huzurunda hayretle karışık bir muhabbet, bekâ esintili bir mahviyet ve izzetli bir tevazu içinde "Allahu Ekber" deyip secdeye gitmesi, bir tür miraca çıkmak mânâsına gelen yatsı namazını kılması ne kadar hoş, ne kadar güzel, şirin, yüksek, aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir kulluk ve ciddi bir hakikattir, elbette anladın.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
Sonra teşehhüde oturup bütün mahlûkatın mübarek selam ve dualarını, tertemiz salâvatlarını kendi adına, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan o Cemîl ve Celîl Zât'a hediye eder ve Resûl-u Ekrem'ine selam ile bağlılığını yeniler. Emirlerine itaatini göstererek imanını tazelemek ve nurlandırmak için şu kâinat sarayındaki hikmetli intizamı seyredip Sâni-i Zülcelâl'in birliğine şahitlik eder.
İşte, rubûbiyet saltanatını ilan ve Allah'ın razı olduğu şeyleri tebliğ eden, kâinat kitabının ayetlerinin tercümanı olan Muhammed-i Arabî'nin (aleyhissalâtü vesselam) peygamberliğine şehadet demek olan akşam namazını kılmanın ne kadar hoş, temiz bir vazife, ne kadar aziz, lezzetli bir hizmet, ne güzel bir kulluk, ne kadar ciddi bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bekâya yakışır bir sohbet, sürekli bir saadet olduğunu anlamayan insan, nasıl insan olabilir?
Yatsı vaktinde, gündüzün ufukta kalan izleri de kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar.
مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ "Gece ve gündüzü birbiri ardınca çeviren") olan Kadîr-i Zülcelâl'in o beyaz sayfayı siyah bir sayfaya çevirmesini, Rabbâni tasarrufuyla yaz mevsiminin süslü, yeşil sayfasını kışın soğuk, beyaz sayfasına dönüştürmesini ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ "Güneşi ve ayı emri altında tutan.") olan Hakîm-i Zülkemâl'in ilahî icraatını hatırlatır.
Hem ölümü ve hayatı yaratan Cenâb-ı Hakk'ın, zamanın akışıyla kabir ehlinden geriye kalan eserlerin şu dünyadan silinip tamamen başka âleme geçmesindeki icraatını andırır. Yerlerin ve göklerin Hâlık'ının şu dar, fâni ve kıymetsiz dünyanın dehşetli bir sonla tamamen harap olmasındaki ve geniş, bâki, muazzam ahiret âleminin ortaya çıkışındaki haşmetli tasarruflarını ve güzelliğini gösteren tecellilerini akla getirir.
Hem şu kâinat'ın gerçek malik'inin ve mutasarrıf'ının, hakiki Mabud'unun ve Mahbub'unun ancak gece ile gündüzü, kış ile yazı, dünyayı ve ahireti, bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, yazıp bozan, değiştiren bir Zât ve bütün bunlara hükmeden bir Kadir-i Mutlak olabileceğini ispat eden bir vakittir.
İşte sınırsız bir acz içinde, zayıf, fakir, muhtaç, geleceğin sonsuz karanlıklarına dalan ve hadiseler içinde çalkalanmakta olan insan ruhunun, yatsı namazını kılmak için şu vakitte Hazreti İbrahim gibi لَٓا اُحِبُّ اْلاٰفِل۪ينَ "(Gece bastırınca İbrahim bir yıldız gördü, '[İddianıza göre] Rabbim budur!' dedi. Yıldız sönüncede) 'Ben öyle sönüp batanları (tanrı diye) sevmem' (dedi)." (En'âm sûresi, 6/76) deyip varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Mabud'unun ve Mahbub'unun dergâhına namaz ile iltica etmesi...
Şu fâni âlemde ve geçici ömürde, karanlık dünyada ve karanlık istikbâlde, bir Bâki-i Sermedî'ye yakarıp bir parçacık bâki sohbet, birkaç dakikacık bâki ömür içinde, dünyasına nur serpecek, istikbâlini aydınlatacak, varlıkların ve sevdiklerinin kendisini terk edip gitmesinden ve yokluğundan doğan yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden gelen lütufları ve hidayet nurunu görüp istemesi...
Hem kendisini bir süreliğine unutan ve gizlenen dünyayı bırakıp dertlerini kalbinin ağlamasıyla Cenâb-ı Hakk'ın rahmet dergâhına dökmesi, hem ne olur ne olmaz diyerek ölüme benzeyen uykuya geçmeden önce son kulluk vazifesini yapıp günlük amel defterini güzel bir son ile bağlamak için namaza durması...
Fâni olan bütün sevdiklerine bedel, bâki bir Mabud'un ve Mahbub'un; dilencilik ettiği bütün acizlere bedel, bir Kadîr-i Kerîm'in ve korkusundan titrediği bütün zararlı şeylerin şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm'in huzuruna çıkması...
Hem namaza Fatiha ile başlayarak, bir şeye yaramayan, yerinde olmayan, kusurlu, aciz varlıkları övmeye ve onlara minnettarlığa bedel, mutlak kemâl ve zenginlik sahibi, Râhim ve Kerîm olan Âlemlerin Rabbini medh ü sena etmesi...
اِيَّاكَ نَعْبُدُ"Yanlız Sana ibadet ederiz." (Fâtiha sûresi, 1/5) hitabına yükselerek küçüklüğüne , hiçliğine ve kimsesizliğine rağmen Ezel ve Ebed Sultanı olan Din gününün Sahibi'ne bağlanıp şu kâinatta nazlı bir misafir ve mühim bir memur makamına ulaşması,اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Yanlız Sana ibadet eder, yanlız Senden medet umarız." (Fâtiha sûresi, 1/5) demekle kainattaki bütün yaratılmışlar adına o büyük cemaatin kendi dilleriyle yaptıkları ibadetleri ve duaları O'na arz etmesi...
Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ "Bizi doğru yola (Sana doğru varan yola) ilet." (Fâtiha sûresi, 1/6) demekle, istikbâl karanlığı içinde ebedî saadete giden nuranî yol olan sırat-ı müstakime ulaşmayı istemesi...
Hem o vakitte uykuya dalmış bitki ve hayvanlar gibi, gizlenmiş güneşlerin, uyanık yıldızların da birer asker misali emrine amede olduğu ve onları bu dünya misafirhanesine birer lamba ve hizmetkâr yapan Zât-ı Zülcelâl'in büyüklüğünü düşünüp "Allahu Ekber" diyerek rükûa varması...
Hem her varlığın büyük dairedeki secdesini, yani şu gecede uyuyan canlılar gibi her sene ve her asırdaki bütün varlıkların, hatta yeryüzünün, dünyanın, birer düzenli ordu, birer itaatkâr asker gibi kulluk vazifesindenكُنْ فَيَكُون (O, bir şeyi yaratmak isteyince sadece) 'ol' der, o da oluverir.") emriyle terhis edildiği, yani gayb âlemine gönderildiği zaman, son derece intizam ile kaybolup gitme esnasında, gurûb(batma, gözden kaybolma.) seccadesinde "Allahu Ekber" diyerek secde ettiklerini düşünmesi...
Hemكُنْ فَيَكُون Emrinden gelen bir diriliş sedâsı ve ikaz ile bitkilerin baharda kısmen aynı, kısmen benzer şekilde diriltilip Mevlâ'ya hizmet için emre hazır olmaları gibi, insanın da onlara uyarak o Rahman-ı Zülkemâl'in, Rahîm-i Zülcemâl'in huzurunda hayretle karışık bir muhabbet, bekâ esintili bir mahviyet ve izzetli bir tevazu içinde "Allahu Ekber" deyip secdeye gitmesi, bir tür miraca çıkmak mânâsına gelen yatsı namazını kılması ne kadar hoş, ne kadar güzel, şirin, yüksek, aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir kulluk ve ciddi bir hakikattir, elbette anladın.
Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.