istikbâl karanlığı içinde ebedî saadete giden nuranî yol olan namaz hakkında

Ahmet.1

Well-known member
... İşte akşam namazı için, böyle vir vakitte, yaradılışı gereği yüzünü arzuyla bir Cemâl-i Bâki'ye dönen, O'na ayna olan insan ruhu, şu büyük işleri yapan ve bu koca âlemleri çekip çeviren, değiştiren, varlığının başlangıcı ve sonu bulunmayan Kadîm ve Bâki Zât'ın yüce arşına yönelir. Bütün fânilerin üstünde "Allahu Ekber" diyerek onlardan elini çekip Mevlâ'ya hizmet için el bağlar ve Dâim-i Bâki'nin huzurunda kıyam edip "Elhamdülillah" der. O'nun kusursuz kemâline, benzersiz cemâline, sonsuz rahmetine karşı hamd ve sena edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Yanlız Sana ibadet eder, yanlız Senden medet umarız." (Fâtiha sûresi, 1/5) demekle, yardımcıya ihtiyaç duymayan rubûbiyetine, ortaksız ulûhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı kullukta bulunur ve O'ndan yardım diler. Hem nihayetsiz büyüklüğü, sınırsız kudreti ve kusursuz izzeti karşısında rükûa gidip bütün kâinatla beraber zayıflığını ve aczini, fakrını ve küçüklüğünü ortaya koymakla سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظ۪يمِ "Büyük ve yüce Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.") diyerek Yüce Rabbini tesbih eder. Hem Zât'ının daimî güzelliğine, değişmez, kutsî sıfatlarına, mutlak ebediliğiline karşı secde edip hayret içinde kendi küçüklüğünü bilmekle, Allah'tan başka her şeyi terk edip muhabbetini, kulluğunu ilan etmekle ve bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ الْاَعْلٰى "En yüce olan Rabbimi her türlü noksandan tenzih ederim.") demekle bâki ve kusurdan münezzeh Yüce Rabbini takdis eder.

Sonra teşehhüde oturup bütün mahlûkatın mübarek selam ve dualarını, tertemiz salâvatlarını kendi adına, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan o Cemîl ve Celîl Zât'a hediye eder ve Resûl-u Ekrem'ine selam ile bağlılığını yeniler. Emirlerine itaatini göstererek imanını tazelemek ve nurlandırmak için şu kâinat sarayındaki hikmetli intizamı seyredip Sâni-i Zülcelâl'in birliğine şahitlik eder.


İşte, rubûbiyet saltanatını ilan ve Allah'ın razı olduğu şeyleri tebliğ eden, kâinat kitabının ayetlerinin tercümanı olan Muhammed-i Arabî'nin (aleyhissalâtü vesselam) peygamberliğine şehadet demek olan akşam namazını kılmanın ne kadar hoş, temiz bir vazife, ne kadar aziz, lezzetli bir hizmet, ne güzel bir kulluk, ne kadar ciddi bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bekâya yakışır bir sohbet, sürekli bir saadet olduğunu anlamayan insan, nasıl insan olabilir?

Yatsı vaktinde, gündüzün ufukta kalan izleri de kaybolup gece âlemi kâinatı kaplar.

مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ "Gece ve gündüzü birbiri ardınca çeviren") olan Kadîr-i Zülcelâl'in o beyaz sayfayı siyah bir sayfaya çevirmesini, Rabbâni tasarrufuyla yaz mevsiminin süslü, yeşil sayfasını kışın soğuk, beyaz sayfasına dönüştürmesini ve مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ "Güneşi ve ayı emri altında tutan.") olan Hakîm-i Zülkemâl'in ilahî icraatını hatırlatır.

Hem ölümü ve hayatı yaratan Cenâb-ı Hakk'ın, zamanın akışıyla kabir ehlinden geriye kalan eserlerin şu dünyadan silinip tamamen başka âleme geçmesindeki icraatını andırır. Yerlerin ve göklerin Hâlık'ının şu dar, fâni ve kıymetsiz dünyanın dehşetli bir sonla tamamen harap olmasındaki ve geniş, bâki, muazzam ahiret âleminin ortaya çıkışındaki haşmetli tasarruflarını ve güzelliğini gösteren tecellilerini akla getirir.

Hem şu kâinat'ın gerçek malik'inin ve mutasarrıf'ının, hakiki Mabud'unun ve Mahbub'unun ancak gece ile gündüzü, kış ile yazı, dünyayı ve ahireti, bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, yazıp bozan, değiştiren bir Zât ve bütün bunlara hükmeden bir Kadir-i Mutlak olabileceğini ispat eden bir vakittir.


İşte sınırsız bir acz içinde, zayıf, fakir, muhtaç, geleceğin sonsuz karanlıklarına dalan ve hadiseler içinde çalkalanmakta olan insan ruhunun, yatsı namazını kılmak için şu vakitte Hazreti İbrahim gibi لَٓا اُحِبُّ اْلاٰفِل۪ينَ "(Gece bastırınca İbrahim bir yıldız gördü, '[İddianıza göre] Rabbim budur!' dedi. Yıldız sönüncede) 'Ben öyle sönüp batanları (tanrı diye) sevmem' (dedi)." (En'âm sûresi, 6/76) deyip varlığının başlangıcı ve sonu olmayan Mabud'unun ve Mahbub'unun dergâhına namaz ile iltica etmesi...

Şu fâni âlemde ve geçici ömürde, karanlık dünyada ve karanlık istikbâlde, bir Bâki-i Sermedî'ye yakarıp bir parçacık bâki sohbet, birkaç dakikacık bâki ömür içinde, dünyasına nur serpecek, istikbâlini aydınlatacak, varlıkların ve sevdiklerinin kendisini terk edip gitmesinden ve yokluğundan doğan yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm'in rahmetinden gelen lütufları ve hidayet nurunu görüp istemesi...

Hem kendisini bir süreliğine unutan ve gizlenen dünyayı bırakıp dertlerini kalbinin ağlamasıyla Cenâb-ı Hakk'ın rahmet dergâhına dökmesi, hem ne olur ne olmaz diyerek ölüme benzeyen uykuya geçmeden önce son kulluk vazifesini yapıp günlük amel defterini güzel bir son ile bağlamak için namaza durması...

Fâni olan bütün sevdiklerine bedel, bâki bir Mabud'un ve Mahbub'un; dilencilik ettiği bütün acizlere bedel, bir Kadîr-i Kerîm'in ve korkusundan titrediği bütün zararlı şeylerin şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm'in huzuruna çıkması...

Hem namaza Fatiha ile başlayarak, bir şeye yaramayan, yerinde olmayan, kusurlu, aciz varlıkları övmeye ve onlara minnettarlığa bedel, mutlak kemâl ve zenginlik sahibi, Râhim ve Kerîm olan Âlemlerin Rabbini medh ü sena etmesi...


اِيَّاكَ نَعْبُدُ"Yanlız Sana ibadet ederiz." (Fâtiha sûresi, 1/5) hitabına yükselerek küçüklüğüne , hiçliğine ve kimsesizliğine rağmen Ezel ve Ebed Sultanı olan Din gününün Sahibi'ne bağlanıp şu kâinatta nazlı bir misafir ve mühim bir memur makamına ulaşması,اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ "Yanlız Sana ibadet eder, yanlız Senden medet umarız." (Fâtiha sûresi, 1/5) demekle kainattaki bütün yaratılmışlar adına o büyük cemaatin kendi dilleriyle yaptıkları ibadetleri ve duaları O'na arz etmesi...

Hem اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ "Bizi doğru yola (Sana doğru varan yola) ilet." (Fâtiha sûresi, 1/6) demekle, istikbâl karanlığı içinde ebedî saadete giden nuranî yol olan sırat-ı müstakime ulaşmayı istemesi...

Hem o vakitte uykuya dalmış bitki ve hayvanlar gibi, gizlenmiş güneşlerin, uyanık yıldızların da birer asker misali emrine amede olduğu ve onları bu dünya misafirhanesine birer lamba ve hizmetkâr yapan Zât-ı Zülcelâl'in büyüklüğünü düşünüp "Allahu Ekber" diyerek rükûa varması...

Hem her varlığın büyük dairedeki secdesini, yani şu gecede uyuyan canlılar gibi her sene ve her asırdaki bütün varlıkların, hatta yeryüzünün, dünyanın, birer düzenli ordu, birer itaatkâr asker gibi kulluk vazifesindenكُنْ فَيَكُون (O, bir şeyi yaratmak isteyince sadece) 'ol' der, o da oluverir.") emriyle terhis edildiği, yani gayb âlemine gönderildiği zaman, son derece intizam ile kaybolup gitme esnasında, gurûb(batma, gözden kaybolma.) seccadesinde "Allahu Ekber" diyerek secde ettiklerini düşünmesi...

Hemكُنْ فَيَكُون Emrinden gelen bir diriliş sedâsı ve ikaz ile bitkilerin baharda kısmen aynı, kısmen benzer şekilde diriltilip Mevlâ'ya hizmet için emre hazır olmaları gibi, insanın da onlara uyarak o Rahman-ı Zülkemâl'in, Rahîm-i Zülcemâl'in huzurunda hayretle karışık bir muhabbet, bekâ esintili bir mahviyet ve izzetli bir tevazu içinde "Allahu Ekber" deyip secdeye gitmesi, bir tür miraca çıkmak mânâsına gelen yatsı namazını kılması ne kadar hoş, ne kadar güzel, şirin, yüksek, aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasip bir vazife, bir hizmet, bir kulluk ve ciddi bir hakikattir, elbette anladın.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. İşârât-ül İ'caz
 

Ahmet.1

Well-known member
İbadet, abdin Allah’a karşı bir hizmetidir. İane de, o hizmete karşı bir ücret gibidir. İşârât-ül İ'caz
 

Ahmet.1

Well-known member
Ey bu yerlerin hakimi! senin bahtına düştüm. sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkarım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum. Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Söz
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺍَﻟﺼَّﻠَﻮﺓُ ﻋِﻤَﺎﺩُ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla ¨ Namaz dinin direğidir.

Namaz, ne kadar kıymetdar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanılır, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu, iki kerre iki dört eder derecesinde kat'î anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Mühim: Önemli.
Divane: Deli.
Kat'î: Kesin.
Temsilî: Örnekle canlandırılmış.


Bir zaman bir büyük hâkim, iki hizmetkârını, -herbirisine yirmidört altun(altın) verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için gönderiyor. Ve onlara emreder ki: "Şu para ile yol ve bilet masrafı yapınız. Hem oradaki meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa ediniz. Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. Hem araba, hem gemi, hem şimendifer, hem tayyare bulunur. Sermayeye göre binilir."
Hizmetkâr: Hizmetçi.
İkamet: Oturma, yerleşme.
Mesken: Ev, oturulan yer, hane.
Mübayaa: Satın alma.
Şimendifer: Tren.
Tayyare: Uçak.
Sermaye: Ana mal, asıl para.


İki hizmetkâr, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakat o masraf içinde efendisinin hoşuna gidecek öyle güzel bir ticaret elde eder ki; sermayesi birden bine çıkar. Öteki hizmetkâr bedbaht, serseri olduğundan; istasyona kadar yirmiüç altununu sarfeder. Kumara-mumara verip zayi' eder, bir tek altunu kalır. Arkadaşı ona der: "Yahu, şu liranı bir bilete ver. Tâ, bu uzun yolda yayan ve aç kalmayasın. Hem bizim efendimiz kerimdir; belki merhamet eder, ettiğin kusuru afveder. Seni de tayyareye bindirirler. Bir günde mahall-i ikametimize gideriz. Yoksa iki aylık bir çölde aç, yayan, yalnız gitmeye mecbur olursun." Acaba şu adam inad edip, o tek lirasını bir define anahtarı hükmünde olan bir bilete vermeyip, muvakkat bir lezzet için sefahete sarfetse; gayet akılsız, zararlı, bedbaht olduğunu, en akılsız adam dahi anlamaz mı?
Bahtiyar: Talihli, mutlu, bahtı ve kısmeti iyi.
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Zayi': Ziyan.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Merhamet: Acımak, şefkat etmek, iyilik ve yardım edip korumak.
Afv: Bağışlamak.
Mahall-i ikamet: Oturulan yer, ikamet yeri, kalınacak yer.
Muvakkat: Geçici, az bir zaman için.
Sefahet: Günah olan zevk ve eğlencelere düşkünlük, dinin yasakladığı zevk ve eylencelerle hayat geçirmek.
Sarf: Harcama, kullanma.


İşte ey namazsız adam ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!
O hâkim ise; Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise; biri mütedeyyin, namazını şevk ile kılar. Diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmidört altun ise, yirmidört saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise, Cennet'tir. O istasyon ise, kabirdir. O seyahat ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takva kuvvetine göre, o uzun yolu mütefavit derecede kat'ederler. Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi ellibin senelik bir mesafeyi bir günde kat'eder. Kur'an-ı Azîmüşşan, şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise, namazdır. Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen; ne kadar zarar eder, ne kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder. Zira bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek, akıl kabul ederse; halbuki kazanç ihtimali binde birdir. Sonra yirmidörtten bir malını, yüzde doksandokuz ihtimal ile kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek; ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?

Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Rabb: Her şeyin sahibi ve terbiye edicisi, besleyip yetiştiricisi olan Allah(cc). *Terbiye eden, besleyen, yetiştiren sahip.
Hâlık: Yoktan en güzel şekilde yaratan Allah(cc).
Hizmetkâr: Hizmetçi.
Mütedeyyin: Dindar, dine bağlı.
Şevk: Çok istek, kuvvetli arzu, sevinç, coşku.
Gafil: Gaflette olan. Düşüncesiz, ilgisiz ve habersiz.
Kabir(kabr): Mezar.
Haşr: Yeniden diriliş.
Ebed: Ebedilik, sonu olmamak, sonsuzluk.
Beşer: İnsan.
Amel: İş, çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme.
Takva: Bütün günahlardan ve her türlü yasaklardan kendini koruma.
Mütefavit: Birbirinden farklı, çeşitli.
Ehl-i takva: Günahlardan kendini son derece çekenler.
Berk: Şimşek, yıldırım.
Kur'an-ı Azîmüşşan: Şanı yüce Kur’an.
Hakikat: Gerçek.
Kâfi: Yeter, yeterli.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyaya ait hayat, dünyadaki yaşantı.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Hilaf-ı akıl: Akla aykırı, akla ters.
Zira: Çünkü.
İştirak: Katılma, ortak olma, ortaklık.
Musaddak: Doğrulanmış, doğruluğu kabul edilmiş.
Hazine-i ebediye: Ebedi hazine, sonsuz hazine, bitmez ve tükenmez zenginlikler.
Hilaf-ı akıl ve hikmet: Akla ve hikmete aykırı, akla ve hikmete ters.
Âkıl: Akıllı.


Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette ibka eder.
Mubah: İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey.
Dünyevî: Dünya hayatına ait, dünyadaki yaşantıyla ilgili.
Amel: İş, çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme.
Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz.
Sermaye-i ömr: Ömür sermayesi.
Âhiret: Ölümsüz olan öbür dünya, ölüm ve kıyamet ile gidilen ve Cennet-Cehennemin bulunduğu ebedi alem.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Cihet: Yön, taraf.
İbka: Bakileştirme, süreklileştirme, devamlı olmasını sağlama.

Said Nursi​
 

Ahmet.1

Well-known member
İbadet, yaratılışın ücreti ve neticesidir. Bu itibarla sevab, ibadetin ücreti olmayıp, ancak Cenab-ı Hakk'ın kereminden olduğuna işarettir. İşârât-ül İ'caz
 
Üst