durmuþ göktekin
Active member
Kardeşliğimiz baki kalsın.
Dört duvar arasında geçen bir ömür. Nisan 1954 yılında Ankara’da doğdu. Adı Coşkun Özkan. Fakat adının manasını yaşayamayan bir adam. İnşallah, Allah O’nu cennetine koyar, O da dünyada yaşayamadığı hayatı orada yaşar. Bebekliğinde, kalça çıkıklığından bedensel engelli kaldı. Anne ve babasının sağlığında, bir müddet kucaklarda taşındı. Defalarca ameliyat yaptırıldı, bir netice alınamadı. Allah O’nu yaşattı. Öldürmeyen Allah öldürmedi. Bugün 61 yaşında. Anne-baba öldükten sonra, onlardan kalan evde, müebbet hapse mahkûm olmuş mahkûmlar gibi yaşıyor. Bunun ne demek olduğunu ancak yaşayan bilir. Bu öyle bir şey ki, bilen bile bildiğini anlatamaz. Kendini, doğumundan beri tanırım. 15. Şubat 2015 Pazar günü Ankara’ya, O’nu ziyarete gittim. Türkiye’nin genelini etkisi altına almış bir kış mevsimi idi. Yolculuğumu İstanbul-Pendik’ten hızlı trenle yaptım. Tren yolculuğum gayet geçti. Gidişte ve dönüşte yolculuğum 4.5 saat sürdü. Tren yolculuğu otobüs yolculuğundan daha rahattı. Dışarıda fırtına kasıp kavururken ben, pencereden dışarıyı seyrettim. İçerdeki rahatlık dışarıdaki olumsuzluğu unutturuyordu. Rabbime şükretmekten başka bir şey düşünmediğimi itiraf etmeliyim. 1930’lu yıllarda, babam ile amcamın köyümüzden Ankara’ya bir haftada gittiğini hatırlayınca; Allah’a secde ettim. Yaptığım şükrün ne kadar yetersiz olduğunu anladım. İyi ki görebiliyorum, iyi ki yürüyebiliyorum, iyi ki Rabbimin verdiklerini kullanabiliyorum. İyi ki yiyip-içtiklerimin artıklarını normal yollardan dışarı atabiliyorum. Bunların ne demek olduğunu anlamak için yapamayanlara bak diyorum kendime. Bak da, dünyalar değerindeki nimetlerin kıymetini anla! Hiç kimse; ben kendime yeterim dememeli. İnsan her daim birbirine muhtaçtır. Evde, yalnızlığa mahkûm olmuş bir insanı ziyarete gittiğimi düşününce, şu dillere virt olmuş sözcüğe takıldım. Vedalaşmalarda; “kendine iyi bak” demiyorlar mı? Zaten muktedir olan yetebildiğince kendine bakıyor. Ya kendine yetmeyenlere karşı sen-ben ne yapacağız? Senin, benim fonksiyonumuz ne olacak? Düşünmeden söylenen bu sözleri duyunca, hakarete uğramış gibi üzülüyorum. Her cins kendine yardımcı olurken insanlardaki zalimlik akılla izah edilir gibi değil.
Bu insan; anne - baba vefat ettikten sonra elindeki iki bastonla eve mahkûm olmuş. Yıllardan beri o çekyatın köşesinde o pozisyonda otura, otura vücudu deforme olmuş. Bir bayan bakıcısı var. Her gün sabah 08.00’da gelip 14.00’da gidiyor. Babasından kalan 3 odalı bir evde yalnız başına oturuyor. Tek arkadaşı yanındaki televizyonudur. Zaman zaman bana telefon ediyor, birbirimize hal hatır sorarak rehabilite oluyoruz. Her türlü ihtiyaçlarını kız kardeşleri ve enişteleri karşılıyor. En küçük bir ilginin büyük âlicenaplık olduğu bu zamanda kardeşlerinin gözetiminde hayatını devam ettiriyor. Şu geniş dünya sadece evinin içi. Kapı zili çaldığında, kameradan bakıp kapıyı ancak 5-8 dakikada açabiliyor. Gökyüzü ve yeryüzü arasında sıkışıp kalan bu insan yine de şükrediyor. Eyyy bütün azaları yerli yerinde olan Durmuş, ya senin ne yapman lazım, hiç düşündün mü?
Mutlu ve huzurlu olabilmek, bir diğerinin mutlu ve huzurlu olmasına bağlıdır. Bu düşünceyle yola çıktığım için ziyaret ve yolculuğum hayatıma tat ve lezzet kattı, mutlu oldum. Zaman zaman bu tip insanları ziyaret etmeyi adet haline getirdim. Nefsimi terbiye ediyor ve şükür duygularımı canlı tutmaya çalışıyorum. Hastanelerin, kabristanların, hapishanelerin, bakım evlerinin ziyaret edilmesini görev biliyor, bunları yapmaya çalışıyorum. Hızla değişen bu dönemde bunları yapmak çok kolay ve çok kısa bir zamanda yapılabiliyor. Geçmişte 4 senede yapılan işler bugün 4 saatte yapılıyor. Her şey alabildiğine hızlandı, kolaylaştı ve bollaştı. Tek hızlanmayan, kolaylaşmayan, bollaşmayan insanlık kaldı. Bugün, insanlar eline geçirdiği imkânlarla insanlığı öldürüyor. İnsanlıktaki deprem, yeryüzü depremlerinden daha şiddetli oluyor. Yeryüzünün idarecisi olarak gönderilen insanlar, birbirlerinin dünyalarını tahrip etmekte yarış halinde çalışıyor. Toplu katliamlar, cinayetler, haksızlık ve adaletsizlikler, açlıktan bayılıp ölenler, tokluktan çatlayıp ölenler yarış halinde. Bunların hangisine insanlık diyebiliriz? İnsanlığı yerle bir edenler, ayaklar altına düşürenler de insanlığa hasrettirler. Hırsızların da hırsızlardan şikâyetçi olduğu bir zamanda yaşamamız ne garip değil mi? Bugün, insanlık cinnet geçiriyor desek abartmış olmayız. Gelin, bütün olumsuzlukları ortadan kaldırmak için adalet diyelim, sevgiyi hayatın merkezine alalım, bozulan hayat düzenini yeniden kurmaya çalışalım. Amaçları, araçlara kurban etmeyelim! İnsanlık bizim, memleket bizim, kardeşliğimiz baki kalsın…
01.03.2015
Durmuş Göktekin
Dört duvar arasında geçen bir ömür. Nisan 1954 yılında Ankara’da doğdu. Adı Coşkun Özkan. Fakat adının manasını yaşayamayan bir adam. İnşallah, Allah O’nu cennetine koyar, O da dünyada yaşayamadığı hayatı orada yaşar. Bebekliğinde, kalça çıkıklığından bedensel engelli kaldı. Anne ve babasının sağlığında, bir müddet kucaklarda taşındı. Defalarca ameliyat yaptırıldı, bir netice alınamadı. Allah O’nu yaşattı. Öldürmeyen Allah öldürmedi. Bugün 61 yaşında. Anne-baba öldükten sonra, onlardan kalan evde, müebbet hapse mahkûm olmuş mahkûmlar gibi yaşıyor. Bunun ne demek olduğunu ancak yaşayan bilir. Bu öyle bir şey ki, bilen bile bildiğini anlatamaz. Kendini, doğumundan beri tanırım. 15. Şubat 2015 Pazar günü Ankara’ya, O’nu ziyarete gittim. Türkiye’nin genelini etkisi altına almış bir kış mevsimi idi. Yolculuğumu İstanbul-Pendik’ten hızlı trenle yaptım. Tren yolculuğum gayet geçti. Gidişte ve dönüşte yolculuğum 4.5 saat sürdü. Tren yolculuğu otobüs yolculuğundan daha rahattı. Dışarıda fırtına kasıp kavururken ben, pencereden dışarıyı seyrettim. İçerdeki rahatlık dışarıdaki olumsuzluğu unutturuyordu. Rabbime şükretmekten başka bir şey düşünmediğimi itiraf etmeliyim. 1930’lu yıllarda, babam ile amcamın köyümüzden Ankara’ya bir haftada gittiğini hatırlayınca; Allah’a secde ettim. Yaptığım şükrün ne kadar yetersiz olduğunu anladım. İyi ki görebiliyorum, iyi ki yürüyebiliyorum, iyi ki Rabbimin verdiklerini kullanabiliyorum. İyi ki yiyip-içtiklerimin artıklarını normal yollardan dışarı atabiliyorum. Bunların ne demek olduğunu anlamak için yapamayanlara bak diyorum kendime. Bak da, dünyalar değerindeki nimetlerin kıymetini anla! Hiç kimse; ben kendime yeterim dememeli. İnsan her daim birbirine muhtaçtır. Evde, yalnızlığa mahkûm olmuş bir insanı ziyarete gittiğimi düşününce, şu dillere virt olmuş sözcüğe takıldım. Vedalaşmalarda; “kendine iyi bak” demiyorlar mı? Zaten muktedir olan yetebildiğince kendine bakıyor. Ya kendine yetmeyenlere karşı sen-ben ne yapacağız? Senin, benim fonksiyonumuz ne olacak? Düşünmeden söylenen bu sözleri duyunca, hakarete uğramış gibi üzülüyorum. Her cins kendine yardımcı olurken insanlardaki zalimlik akılla izah edilir gibi değil.
Bu insan; anne - baba vefat ettikten sonra elindeki iki bastonla eve mahkûm olmuş. Yıllardan beri o çekyatın köşesinde o pozisyonda otura, otura vücudu deforme olmuş. Bir bayan bakıcısı var. Her gün sabah 08.00’da gelip 14.00’da gidiyor. Babasından kalan 3 odalı bir evde yalnız başına oturuyor. Tek arkadaşı yanındaki televizyonudur. Zaman zaman bana telefon ediyor, birbirimize hal hatır sorarak rehabilite oluyoruz. Her türlü ihtiyaçlarını kız kardeşleri ve enişteleri karşılıyor. En küçük bir ilginin büyük âlicenaplık olduğu bu zamanda kardeşlerinin gözetiminde hayatını devam ettiriyor. Şu geniş dünya sadece evinin içi. Kapı zili çaldığında, kameradan bakıp kapıyı ancak 5-8 dakikada açabiliyor. Gökyüzü ve yeryüzü arasında sıkışıp kalan bu insan yine de şükrediyor. Eyyy bütün azaları yerli yerinde olan Durmuş, ya senin ne yapman lazım, hiç düşündün mü?
Mutlu ve huzurlu olabilmek, bir diğerinin mutlu ve huzurlu olmasına bağlıdır. Bu düşünceyle yola çıktığım için ziyaret ve yolculuğum hayatıma tat ve lezzet kattı, mutlu oldum. Zaman zaman bu tip insanları ziyaret etmeyi adet haline getirdim. Nefsimi terbiye ediyor ve şükür duygularımı canlı tutmaya çalışıyorum. Hastanelerin, kabristanların, hapishanelerin, bakım evlerinin ziyaret edilmesini görev biliyor, bunları yapmaya çalışıyorum. Hızla değişen bu dönemde bunları yapmak çok kolay ve çok kısa bir zamanda yapılabiliyor. Geçmişte 4 senede yapılan işler bugün 4 saatte yapılıyor. Her şey alabildiğine hızlandı, kolaylaştı ve bollaştı. Tek hızlanmayan, kolaylaşmayan, bollaşmayan insanlık kaldı. Bugün, insanlar eline geçirdiği imkânlarla insanlığı öldürüyor. İnsanlıktaki deprem, yeryüzü depremlerinden daha şiddetli oluyor. Yeryüzünün idarecisi olarak gönderilen insanlar, birbirlerinin dünyalarını tahrip etmekte yarış halinde çalışıyor. Toplu katliamlar, cinayetler, haksızlık ve adaletsizlikler, açlıktan bayılıp ölenler, tokluktan çatlayıp ölenler yarış halinde. Bunların hangisine insanlık diyebiliriz? İnsanlığı yerle bir edenler, ayaklar altına düşürenler de insanlığa hasrettirler. Hırsızların da hırsızlardan şikâyetçi olduğu bir zamanda yaşamamız ne garip değil mi? Bugün, insanlık cinnet geçiriyor desek abartmış olmayız. Gelin, bütün olumsuzlukları ortadan kaldırmak için adalet diyelim, sevgiyi hayatın merkezine alalım, bozulan hayat düzenini yeniden kurmaya çalışalım. Amaçları, araçlara kurban etmeyelim! İnsanlık bizim, memleket bizim, kardeşliğimiz baki kalsın…
01.03.2015
Durmuş Göktekin