“Ve sen, çöl kızı Leylâ!... Seni yüreğimden koparmak isteyenlere karşı Nevfel’in ordularınca savaşmaya hazırım. Bu şehir ki bu kadar güzeldir, sen buraya yakışırsın!
Ah izini bir bulabilsem!”
Ah izini bir bulabilsem!”
Dünyada olmanın ardında gizlenen bir gerçek var ki çoğumuz bunun farkında değiliz. Farkında olmamak da bir nevi ruhumuza giydirilen elbiselerden. O yüzdendir ki adına gaflet denmiş. Bu elbiseyi giyince gözümüzün hiçbir şey görmemesi bir yana, kirlenince yıkanması gerektiğini bile kavramak gaflete kurban gidiyor. “Gardıropta başka elbise mi yok? Onları giymek dururken niye ‘gaflet’ markayı giyelim ki?” diyenler çıkacaktır elbet. Haklısınız. Hırs, şöhret, ümit, ümitsizlik, aşk, entrika, dedikodu... gibi onlarcası varken, niye sadece bir tanesiyle yetinelim?
Kendi kendime diyorum ki: Cesaretin varsa “aşk” elbisesini giy bakalım. Bu asırda, hem de aşkın sadece dillerde dolaştığı bir hengâmede, onu giyip dolaşmak biraz fermana mahsus gibi görünüyor. Gibisi fazla, esasen öyle. Siz ne dersiniz? Bana katılır mısınız, yoksa “Git işine kardeşim!” mi dersiniz? Her iki grubun da taraftarı çıkacaktır, muhtemelen.
Aşkın dillerde dolaşması çok bilinen bir tabir. Atarsınız ortaya aşkla ilgili bir konu ve dillerin -esasında ellerin- ne söylediğine bakarsınız. Aşk için destan düzenler, geçilmedik köprü aşılmadık dağ bırakmayanlar, aşk yoluna kendini kurban edenler... Daha neler neler.
Bugünlerde aşk, farklı bir tezgâha konu olmuş. Tezgâhın başlığı şu: Aşk mı para mı? Alın size asrın geyiği. Niye asrın geyiği olsun ki? Hz. Adem’den bu yana düzenlenen en geyik mavra. Böyle dar bir çerçeveye aşkı hapsetmek, aşka yapılacak en büyük hakarettir. Sadece bir asırla sınırlandırılmış olmak, aşk için züldür, tahkirdir. Aşk, bundan utanır, kahrolur, Mecnun olup çöllere düşer. Ve dahi elimizde kalan son muhabbet mesnedi de uçar, gider. Ondan sonra ne yaparız? Kime ya da kimlere âşık oluruz? İlginçtir, asrın geyiğinden çıkan sonuçlar aşkın lehine değil, onu hatırlatırım. Değerli aşkseverler, aşk bize küserse hâlimiz nice olur? Düşünmek bile insanı tedirgin ediyor. Üslubumuz alay ediyor şeklinde algılanmasın. Ne söylüyorsam samimiyetimdendir. Babalarımızdan, dedelerimizden, ninelerimizden dinlediğimiz o eski aşk hikayeleri yok artık. Gençlerin aşk anlayışı sadece ten alakalı. Leylâ ile Mecnun’un aşkından bahsettiğiniz zaman “Moruk, kaçıncı asırdayız” mızrağı göğsünüze değil kalbinize saplanıyor artık. Maalesef doğrudur efendim. Mesnevi çağında değiliz, “Matriks” devrindeyiz, mankenler sergisindeyiz. “Anlaşamazsak ayrılırız, hele önce bir deneyelim” sahilindeyiz. Nasılsa işin geyiğinde değil miyiz? Televole destekli gece firârîlerinin cirit oynadığı bir aşk? ülkesindeyiz. Televizyon başında henüz gençliğinin baharında bunları seyreden bir gencin hafızasına ve âlemine nakşolan bu sahneler, çok geçmeden meyvesini verir. Işıklı ve şatafatlı hayatın bedelini ödemek kolay değildir, sanıldığı gibi. Uzaktan davulun sesinin hoş geldiği elbet doğrudur; ama ne zamana kadar? Davuldan mümkün mertebe uzak kalındığı sürece. Yaklaşırsanız işin tılsımı bozulur. Bunlar revaçta olduğu müddet asrın geyikleri daima paradan yana olacaklardır. Çünkü kendilerine izletilen zehirli sahnelere ulaşmanın tek bir yolu var: Para. Napolyon’un vird-i zebanı. Dilinde zikir edindiği mergup meta. Hiç eskimeyen, asırlar ötesinden gelen yastık altı ve dahi banka sürgünü. En çok sevilen mahkûm: Para, para, para. Yokluğu herkeste en derin yara.
Hülyalar, sevdalar, hayaller çoğaldı; ama Leylâlar azaldı maalesef. Leylâ, yalnızca bir aşkın terennüm edildiği son nokta değil. “Aşk nedir?” diye sorulduğunda “Yanıyorum abiii!” şeklinde alınan cevap değildir aşk. Kavuşulduğunda azalan ya da bitmeye yüz tutan değildir aşk. “Aşk bir sudur, iç iç kudur” kabilinden teranelerin toplumda ikâme edilmeye çalışıldığı zartalak efendinin düzmeceleri de değildir aşk. Nedir o zaman aşk? Fuzûlî üstat desin:
İlim kesbiyle pâye-i rif’at
Bir hayal-i muhal imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl u kâl imiş ancak
Evet, âlemin kendisi aşk zaten. Her ne varsa gözün gördüğü, görebildiği aşk adına var. Ve bütün bunların maverasında yani ötesinde, işte Leylâ var. Ancak, Mecnun olunmadan bulmak kime nasip olsa gerek? Mecnun, önce Leylâ dedi, Leyla için yerini yurdunu terk etti. Çölleri mesken edindi. Alay konusu oldu. Gülünç duruma düştü. En sonunda aradığını buldu: Leylâ’da Mevlâ’yı buldu.
Şimdi mesnevi çağı değil, milenyum çağı ya da adına her ne denirse... Adına ilim denilen “izm”lerin karanlığında yolunu kaybetmiş, sözüm ona (z)âlim efendilerin çizdiği bataklık yolda giden gençlerin hedefinde Mevlâ olmadıktan sonra, varsın Leylâ da olmasın, aşk da olmasın. Ne çıkar?
Nerdesin şehir kızı Leylâ? Nevfel’in orduları yok yanımda; ama son model silahlarla savaşırım senin için. Yeter ki bana Mecnun olmayı öğret!