Konuya cevap cer

Hem  de tahakkuk etmiş: Kur’ân’ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı  esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve  nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir. Yani, hikmet tarafından kâinata  irad  olunan suallere şöyle: “Ey kâinat, nereden ve kimin emriyle   geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Delil ve hatibiniz kimdir? Ne   edeceksiniz? Ve nereye gideceksiniz?” kat’î cevap verecek, yalnız   Kur’ân’dır. Öyleyse, Kur’ân’da makasıddan başka olan kâinat bahsi  istitradîdir. Tâ san’atın intizamıyla Sâni-i Zülcelâle istidlâl yolu  gösterilsin.


Evet,  intizam görünür. Ve kemâl-i vuzuh ile kendini gösterir. Sâni’in vücud  ve kast ve iradesine kat’iyen şehadet eden intizam-ı san’at, kâinatın  her cihetinde boynunu kaldırarak her canibinden lemean eden hüsn-ü  hilkati nazar-ı hikmete gösteriyor. Güya herbir masnu birer lisan olup  Sâniin hikmetini tesbih ediyor. Ve herbir nev’ parmağını kaldırarak  şehadet ve işaret ediyor.


Madem  maksat budur ve madem kâinatın kitabından intizama olan rumuz ve  işaratını taallüm ediyoruz. Ve madem netice bir çıkar. Teşekkülât-ı  kâinat, nefsülemirde nasıl olursa olsun, bize bizzat taallûk etmez.  Fakat o meclis-i âlî-i Kur’ânîye girmiş olan kâinatın her ferdi, dört  vazife ile muvazzaftır.


Birincisi: İntizam ve ittifakla Sultan-ı Ezelin saltanatını ilân...


İkincisi: Herbiri birer fenn-i hakikînin mevzu ve müntehabı olduklarından, İslâmiyet fünun-u hakikiyenin zübdesi olduğunu izhar...


Üçüncüsü: Herbiri  birer nev’in nümunesi olduklarından, hilkatte cârî olan kavanîn ve  nevâmis-i İlâhiyeye İslâmiyeti tatbik ve mutabık olduğunu ispat–tâ o  nevâmis-i fıtriyenin imdadıyla İslâmiyet neşvünema bulsun. Evet, bu  hâsiyetle, din-i mübin-i İslâm, sair hevâ ve heves içinde muallâk ve  medetsiz, bazan ışık ve bazan zulmet veren ve çabuk tagayyüre yüz tutan  dinlerden mümtaz ve serfirazdır.


Dördüncüsü: Herbiri  birer hakikatın nümunesi olduklarından, efkârı hakaik cihetine tevcih  ve teşvik ve tenbih etmektir. Ezcümle: Kur’ân’da kasemle temeyyüz etmiş  olan ecram-ı ulviye ve süfliyeyi tefekkürden gaflet edenleri daima ikaz  ederler. Evet, kasemat-ı Kur’âniye, nevm-i gaflette dalanlara  kar’u’l-asâdır.


Şimdi  tahakkuk etmiş, şu şöyledir. Öyleyse, şek ve şüphe etmemek lâzımdır ki,  mu’ciz ve en yüksek derece-i belâgatte olan Kur’ân-ı mürşid, esâlib-i  Araba en muvafıkı ve tarik-i istidlâlin en müstakîm ve en vâzıhı ve en  kısasını ihtiyar edecektir. Demek, hissiyat-ı âmmeyi tefhim ve irşad  için bir derece ihtiram edecektir. Demek, delil olan intizam-ı kâinatı  öyle bir vech ile zikredecek ki, onlarca mâruf ve akıllarına me’nûs ola.  Yoksa delil, müddeâdan daha hafî olmuş olur. 


Bu  ise, tarik-i irşada ve meslek-i belâgata ve mezheb-i i’câza muhaliftir.  Meselâ, eğer Kur’ân deseydi, “Yâ eyyühennas! Fezada uçan meczup ve  misafir ve müteharrik olan küre-i zemine ve cereyanıyla beraber  müstakarrında istikrar eden şemse ve ecram-ı ulviyeyi birbiriyle  bağlayan cazibe-i umumiyeye ve feza-yı gayr-ı mütenahîde dal ve  budakları münteşir olan şecere-i hilkatten, anasır-ı kesireden olan  münasebat-ı kimyeviyeye nazar ve tedebbür ediniz-tâ Sâni-i Âlemin  azametini tasavvur edesiniz.” Veyahut, “O kadar küçüklüğüyle beraber bir  âlem-i hayvanat-ı hurdebiniyeyi istiab eden bir katre suya, aklın  hurdebiniyle temaşa ediniz-tâ Sâni-i Kâinatın herşeye kâdir olduğunu  tasdik edesiniz.” Acaba, o halde delil müddeâdan daha hafî ve daha  muhtac-ı izah olmaz mıydı? Hem de onlarca muzlim bir şeyle, hakikatı  tenvir etmek veyahut onların bedahet-i hislerine karşı mugalâta-i nefis  gibi bir emr-i gayr-ı mâkule teklif olmaz mıydı? Halbuki i’câz-ı Kur’ân  pek yüksek ve pek münezzehtir ki, onun safî ve parlak dâmenine ihlâl-i  ifham olan gubar konabilsin.



İşarat'ül-İ'caz



Peygamber Efendimiz a.s.v.'ın kabri nerededir? (Sadece şehir adını küçük harfler ile giriniz)
Üst