Marifetullahın delilleri hava, su ve nur olmak üzere üç kısımda ifade ediliyor. Bu üç delilin anlaşılması nasıl olmalıdır?
Üstad Hazretleri, Birinci şuada “tevhid ve vahdette kemal-i İlahî ve cemal-i Rabbanî tezahür eder” buyurarak, İlahi sanatları, Rabbani ihsanları tefekkür ederken onları tek başlarına düşünmek yerine bir bütün olarak düşünmemizi tavsiye eder. Bu taktirde Allah’ın varlığının ve birliğinin daha geniş bir dairede, daha parlak ve geniş bir aynada temaşa edilebileceğine dikkatimizi çeker. Bu konuda üç örnek verir: Rızk, şifa ve hidayet. Aldığımız bir gıdayı tek olarak düşünmek yerine yeryüzünde bir milyonu aşkın hayvan türlerinin de bizimle birlikte rızıklandığını düşünsek tefekkürümüz daha bir kuvvet kazanır. Bu konuya fazla girecek değilim. Üstadın verdiği bu üç misal, konumuzla da alakadar görülüyor. Şöyle ki:
Rızık, Allah’ın varlığına ve birliğine su gibi bir delil,
Şifa hava gibi,
Hidayet ise nur gibi.
Birinciyi çok rahat tefekkür edebildiğimiz halde, ikinciyi aynı netlikte seyredemiyoruz, üçüncüsü ise daha bir perdeli.
Şu nokta çok önemlidir: Su parmaklarla tutulamadığı gibi, hava da tutulamıyor, nur da. Demek oluyor ki, sadece akli delil getirmek iman için yeterli değil. İnanmaya niyetli olmayan, yahut kalbi isyanlarla çok fazla yaralandığı için imana ihtiyacını hissetmeyen ve imani konulara yabani kalan bir insana en parlak delilleri de getirseniz onun iman etmesi için yeterli olmuyor.
Parmaklarla tutulmama olayında, bize verilen mesaj ise, iman hakikatleriyle ilgili delilleri bir kelam alimi gibi, yahut bir fen bilgini gibi sadece akılla tartmaya kalkışmayıp kalbin hissesini ihmal etmememizdir. Kalbin hissedebileceği bir feyzi akla da kabul ettirmek için fazla yorulmamak gerek.
Bu konu müzakere edilirken bir başka iman hakikatinden şöyle bir örnek veriyoruz:
Ahiretin varlığına, ölmüş yerin dirilmesi su gibi bir delildir,
Geceden sonra sabahın gelmesi hava gibi bir delil.
Ruhumuza konulan ebediyet arzusunun ahirete delil olması ise nur gibi; yani diğerlerine göre daha ince ve derin.
Şimdi biz “vermek istemeseydi istemek vermezdi” cümlesini okuduğumuz zaman ondaki o derin sırrı hissedecek, zevkedecek ve üzerinde daha fazla durmayacağız. “Nasıl olur da bu his ahiretin varlığına delil olur?” diye üzerinde fazla düşünsek o nur kaçar gizlenir. Ondan o anda hazzımızı alacak ve yolumuza devam edeceğiz. Üstadımız, bazı risaleleri için “akıldan ziyade kalbe hitap ettiğini” kaydeder. Bu derslerde havayı teneffüs eder gibi kendimizi ona kaptırmalı, nurla tenevvür eder bir havaya girmeliyiz. Yoksa orada zikredilen ince hakikatleri su gibi görmek ve hissetmek istersek kendimizi yorarız ve öyle bir düşünce ile o ince hakikatlerden uzaklaşırız.
Nurların her dersinde bu üç delili bulmak mümkün.
Bu delillerin sıralandığı paragrafın hemen üzerinde çok önemli bir mesaj verilir. Bu çoğu zaman gözden kaçıyor:
“Gaflet esbabından tecerrüt et, onlara müteveccih ol dur.”
Buna göre, başta günahlar olmak üzere kalbimize zarar veren, aklımızı gereksiz yoran ve ruhumuzu iman hakikatlerinden uzak sahalarda dolaştıran sebeplerden ne kadar uzak durursak, hakikatleri zevk etmemiz de o nispette artacaktır.
Üstad Hazretleri, Birinci şuada “tevhid ve vahdette kemal-i İlahî ve cemal-i Rabbanî tezahür eder” buyurarak, İlahi sanatları, Rabbani ihsanları tefekkür ederken onları tek başlarına düşünmek yerine bir bütün olarak düşünmemizi tavsiye eder. Bu taktirde Allah’ın varlığının ve birliğinin daha geniş bir dairede, daha parlak ve geniş bir aynada temaşa edilebileceğine dikkatimizi çeker. Bu konuda üç örnek verir: Rızk, şifa ve hidayet. Aldığımız bir gıdayı tek olarak düşünmek yerine yeryüzünde bir milyonu aşkın hayvan türlerinin de bizimle birlikte rızıklandığını düşünsek tefekkürümüz daha bir kuvvet kazanır. Bu konuya fazla girecek değilim. Üstadın verdiği bu üç misal, konumuzla da alakadar görülüyor. Şöyle ki:
Rızık, Allah’ın varlığına ve birliğine su gibi bir delil,
Şifa hava gibi,
Hidayet ise nur gibi.
Birinciyi çok rahat tefekkür edebildiğimiz halde, ikinciyi aynı netlikte seyredemiyoruz, üçüncüsü ise daha bir perdeli.
Şu nokta çok önemlidir: Su parmaklarla tutulamadığı gibi, hava da tutulamıyor, nur da. Demek oluyor ki, sadece akli delil getirmek iman için yeterli değil. İnanmaya niyetli olmayan, yahut kalbi isyanlarla çok fazla yaralandığı için imana ihtiyacını hissetmeyen ve imani konulara yabani kalan bir insana en parlak delilleri de getirseniz onun iman etmesi için yeterli olmuyor.
Parmaklarla tutulmama olayında, bize verilen mesaj ise, iman hakikatleriyle ilgili delilleri bir kelam alimi gibi, yahut bir fen bilgini gibi sadece akılla tartmaya kalkışmayıp kalbin hissesini ihmal etmememizdir. Kalbin hissedebileceği bir feyzi akla da kabul ettirmek için fazla yorulmamak gerek.
Bu konu müzakere edilirken bir başka iman hakikatinden şöyle bir örnek veriyoruz:
Ahiretin varlığına, ölmüş yerin dirilmesi su gibi bir delildir,
Geceden sonra sabahın gelmesi hava gibi bir delil.
Ruhumuza konulan ebediyet arzusunun ahirete delil olması ise nur gibi; yani diğerlerine göre daha ince ve derin.
Şimdi biz “vermek istemeseydi istemek vermezdi” cümlesini okuduğumuz zaman ondaki o derin sırrı hissedecek, zevkedecek ve üzerinde daha fazla durmayacağız. “Nasıl olur da bu his ahiretin varlığına delil olur?” diye üzerinde fazla düşünsek o nur kaçar gizlenir. Ondan o anda hazzımızı alacak ve yolumuza devam edeceğiz. Üstadımız, bazı risaleleri için “akıldan ziyade kalbe hitap ettiğini” kaydeder. Bu derslerde havayı teneffüs eder gibi kendimizi ona kaptırmalı, nurla tenevvür eder bir havaya girmeliyiz. Yoksa orada zikredilen ince hakikatleri su gibi görmek ve hissetmek istersek kendimizi yorarız ve öyle bir düşünce ile o ince hakikatlerden uzaklaşırız.
Nurların her dersinde bu üç delili bulmak mümkün.
Bu delillerin sıralandığı paragrafın hemen üzerinde çok önemli bir mesaj verilir. Bu çoğu zaman gözden kaçıyor:
“Gaflet esbabından tecerrüt et, onlara müteveccih ol dur.”
Buna göre, başta günahlar olmak üzere kalbimize zarar veren, aklımızı gereksiz yoran ve ruhumuzu iman hakikatlerinden uzak sahalarda dolaştıran sebeplerden ne kadar uzak durursak, hakikatleri zevk etmemiz de o nispette artacaktır.