“Hem o nur ile kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülât, tagayyürat; mânâsızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniyye, birer merâyâ-yı esmâ-i İlâhiyye ve âlem dahi, bir kitab-ı hikmet-i Samedaniyye mertebesine çıktılar.”
Sözler
Âlemdeki varlıklar için, “mektûbat-ı Rabbaniye” tâbiri kullanılmakta... Yâni, her varlık bir İlâhî terbiyeden geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve bir Rabbanî mektup olmuş. Bu mektupların mürekkebi: Atomlar.
Mektub, yazılan, yazılmış demektir. Kâinattaki varlıklar da kudret kalemiyle yazılmış birer mekuptur. Bu mektupların çok önemli bir özelliği Rabbanî olmaları.
İnsan bir kâğıda, meselâ, güneş kelimesi yazar. Ama o kelime güneş olmanın gerektirdiği terbiyeden geçmemiştir; sadece güneşin ismini ifade eder. Cenab-ı Hak da sema sayfasında güneş yazmıştır. Ama bu güneş rabbanî bir mektuptur. Bir terbiyeden geçmiştir; ışık vermektedir, ısı vermektedir.
Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır. Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiîdir. Ve bir evrimciye göre, “mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre beklemesiyle yazılmışlardır!”
Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır, dedik. Bu atomlar İlâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten sonsuz denecek kadar çok yıldız, güneş, gezegen yaratılmış. Bunların tamamına birden “kâinat” diyoruz ve bu kitabın Rabbanî olduğunu, kendi kendine yazılmadığını çok iyi biliyoruz.
Okuma Parçası : TABLO
Çoğumuz, bir tablonun güzelliğini anlatırken, canlılığı üzerinde durur, ona ağırlık veririz. “Resimdeki çocuk sanki gerçekten ağlıyor” veya “kuzunun süt emmesini ne güzel canlandırmış”, gibi sözler ederiz. Burada beğenilen tablolar bir başkasıyla karşılaştırılır; farkında olunmadan. İşte bu esas tablo şu kâinattır, yahut ondan kesitler. Bu tablonun en belirgin özelliği, Rabbanî oluşudur. Yâni onda yazılanlar, çizilenler, resmedilenler bir terbiyeden geçmişlerdir. Ressam, bir elma resmi çizer, ama onun elmasında ne gıda vardır, ne koku, ne de lezzet; sadece sanatlı bir şekil ve güzel bir taklittir. Kâinat tablosundaki elmalar ise Rabbanîdirler, yâni “elma” mahiyetinin cisimleşmiş birer şekli olarak terbiye görmüşlerdir.
Gerçekten de dünya harikalar harikası bir muhteşem tablo; ama nasıl! Yağmuru gerçekten yağar; güneşi gerçekten doğar; kuzuları gerçekten meler; insanları gerçekten düşünür, sevinir, ağlar; kuşları gerçekten uçar... Bir ressam da bu tablo içinde bir figürdür; resim yapmaktadır; ama gerçekten. Yaptığı resimlerden söz edilmesini isterken kendisini çizen kalemden nasıl gafil olabilir!
Her eseri sanatkârının bir çiçeği, bir meyvesi olarak değerlendirmeli. Eserin ortaya çıkmasında sanatkâra bahşedilen kabiliyetin, ona takılan âletlerin, âzâların büyük payı unutulmamalı. Güneşten ziya akıtan, ağaçtan meyve çıkaran, deryada balık üreten şu kâinatın sahibi, insanda da çok çeşitli eserler yeşertmekte, mahsuller yetiştirmekte. İnsanın eli, dili, fikri, hayali ayrı birer derya, ayrı birer tarla... Elinden çıkan resimlere, hatlara, mimarî yapılara; dilinden dökülen güzel sözlere, harika nutuklara; fikrinden süzülen kitaplara hep bu gözle bakılmalı.
Yalnız şu nokta unutulmamalı: Ağaç ne için yaratılmışsa onu yazıyor. İnsana ise yazacağı şeye kendisinin karar vermesi imkânı tanınmış. Başında uzayan saçla kaleminden dökülen yazının farkı burada. Bu yüzden, eserin güzeli yanında çirkinini, harikası yanında pespayesini de verebiliyor. Buna engel olunmayışını, kaleminin böyle serbest bırakılmasını bu dünyada imtihan oluşunun icabı olarak değerlendirmek gerekir.
Dünya tablosu sürekli değişmekte. Canlıların konuşup susmalarıyla, oturup kalkmalarıyla, doğup ölmeleriyle; ayrıca rüzgârın esmesi, suların akmasıyla, tablonun tamamının da durmadan dönmesiyle her an yeni yeni manzaralar ortaya çıkıyor ve kayboluyor. Bu tabloda biz de vazifemiz tamam oluncaya kadar yaşayacak, sonra silineceğiz; büyük sergide yeniden teşhir edilmek üzere...
İnsanın bu tabloda diğer varlıklardan çok farklı bir yönü, çok değişik bir vazifesi var. O, hem figür, hem seyirci. Kendisine takılan âletlerin herbiriyle başka bir âlemi seyrediyor, keşfediyor. Gözün, kulağın, aklın seyrettiği daireler birbirinden ne kadar farklı ve ne kadar uzak! Aralarında ulaşılmaz mesafeler var. İşte bu uzak dairelerin bir arada, iç içe bulunması tabloya ayrı bir güzellik katıyor.
İyi insanlar, hayatlarıyla kâinat yüzüne manevî nakışlar işlemekte, rahmanî çiçekler takmaktalar. Kâinat bu güzel neticeler için yürüyüşünü sürdürmede, zaman bu mahsulleri zaptetmek için akışını devam ettirmede. İffetli bir hanım, dürüst bir tüccar, itaatkâr bir çocuk ayrı ayrı, fakat güzellikte birleşen mânâları, yâni namusu, doğruluğu, hürmeti sergiliyorlar. Her insan bir fabrika gibi, iyi veya kötü mamullerini piyasaya devamlı sürmekle meşgul.
İşin bir perde ötesini hakkıyla göremiyoruz. O da, dünyadaki milyarlarca insanın herbirinin bir günlük yaşayışlarında, akıllarından geçen fikirler, yaptıkları değerlendirmeler, duydukları hazlar, elemler, açığa vuramadıkları arzular, dile getiremedikleri istekler, ifade edemedikleri memnuniyetlerden meydana gelen, sessiz fakat muhteşem tablo!
Doğru veya yanlış, iyi veya kötü, bu kâinatta en fazla mânâ neşredenler, zamanda en çok iz bırakanlar insanlardır.
Bir mânâda, her insan bir sanatkâr. Günlük yaşayışıyla kendini işliyor. Öğrendikleriyle aklına, seyrettikleriyle gözüne, sevdikleri veya nefret ettikleriyle kalbine yeni şeyler takıyor, onları ya güzelleştiriyor veya kıymetten düşürüyor. Dünyaya geldiği günden beri, hem ölüme doğru koşuyor, hem de amel defterini yazıyor!...
Prof. Dr. Alaaddin Başar
Sözler
Âlemdeki varlıklar için, “mektûbat-ı Rabbaniye” tâbiri kullanılmakta... Yâni, her varlık bir İlâhî terbiyeden geçmiş, çok mânâlar yüklenmiş, ayrı bir şahsiyet kazanmış ve bir Rabbanî mektup olmuş. Bu mektupların mürekkebi: Atomlar.
Mektub, yazılan, yazılmış demektir. Kâinattaki varlıklar da kudret kalemiyle yazılmış birer mekuptur. Bu mektupların çok önemli bir özelliği Rabbanî olmaları.
İnsan bir kâğıda, meselâ, güneş kelimesi yazar. Ama o kelime güneş olmanın gerektirdiği terbiyeden geçmemiştir; sadece güneşin ismini ifade eder. Cenab-ı Hak da sema sayfasında güneş yazmıştır. Ama bu güneş rabbanî bir mektuptur. Bir terbiyeden geçmiştir; ışık vermektedir, ısı vermektedir.
Bir materyaliste göre, mektupları mürekkepler yazmışlardır. Tabiatçıya göre mürekkebin mektup olması tabiîdir. Ve bir evrimciye göre, “mektuplar mürekkeplerin çok uzun süre beklemesiyle yazılmışlardır!”
Kâinat kitabının mürekkebi atomlardır, dedik. Bu atomlar İlâhî kudret ile var edilmişler ve yüz kadar elementten sonsuz denecek kadar çok yıldız, güneş, gezegen yaratılmış. Bunların tamamına birden “kâinat” diyoruz ve bu kitabın Rabbanî olduğunu, kendi kendine yazılmadığını çok iyi biliyoruz.
Okuma Parçası : TABLO
Çoğumuz, bir tablonun güzelliğini anlatırken, canlılığı üzerinde durur, ona ağırlık veririz. “Resimdeki çocuk sanki gerçekten ağlıyor” veya “kuzunun süt emmesini ne güzel canlandırmış”, gibi sözler ederiz. Burada beğenilen tablolar bir başkasıyla karşılaştırılır; farkında olunmadan. İşte bu esas tablo şu kâinattır, yahut ondan kesitler. Bu tablonun en belirgin özelliği, Rabbanî oluşudur. Yâni onda yazılanlar, çizilenler, resmedilenler bir terbiyeden geçmişlerdir. Ressam, bir elma resmi çizer, ama onun elmasında ne gıda vardır, ne koku, ne de lezzet; sadece sanatlı bir şekil ve güzel bir taklittir. Kâinat tablosundaki elmalar ise Rabbanîdirler, yâni “elma” mahiyetinin cisimleşmiş birer şekli olarak terbiye görmüşlerdir.
Gerçekten de dünya harikalar harikası bir muhteşem tablo; ama nasıl! Yağmuru gerçekten yağar; güneşi gerçekten doğar; kuzuları gerçekten meler; insanları gerçekten düşünür, sevinir, ağlar; kuşları gerçekten uçar... Bir ressam da bu tablo içinde bir figürdür; resim yapmaktadır; ama gerçekten. Yaptığı resimlerden söz edilmesini isterken kendisini çizen kalemden nasıl gafil olabilir!
Her eseri sanatkârının bir çiçeği, bir meyvesi olarak değerlendirmeli. Eserin ortaya çıkmasında sanatkâra bahşedilen kabiliyetin, ona takılan âletlerin, âzâların büyük payı unutulmamalı. Güneşten ziya akıtan, ağaçtan meyve çıkaran, deryada balık üreten şu kâinatın sahibi, insanda da çok çeşitli eserler yeşertmekte, mahsuller yetiştirmekte. İnsanın eli, dili, fikri, hayali ayrı birer derya, ayrı birer tarla... Elinden çıkan resimlere, hatlara, mimarî yapılara; dilinden dökülen güzel sözlere, harika nutuklara; fikrinden süzülen kitaplara hep bu gözle bakılmalı.
Yalnız şu nokta unutulmamalı: Ağaç ne için yaratılmışsa onu yazıyor. İnsana ise yazacağı şeye kendisinin karar vermesi imkânı tanınmış. Başında uzayan saçla kaleminden dökülen yazının farkı burada. Bu yüzden, eserin güzeli yanında çirkinini, harikası yanında pespayesini de verebiliyor. Buna engel olunmayışını, kaleminin böyle serbest bırakılmasını bu dünyada imtihan oluşunun icabı olarak değerlendirmek gerekir.
Dünya tablosu sürekli değişmekte. Canlıların konuşup susmalarıyla, oturup kalkmalarıyla, doğup ölmeleriyle; ayrıca rüzgârın esmesi, suların akmasıyla, tablonun tamamının da durmadan dönmesiyle her an yeni yeni manzaralar ortaya çıkıyor ve kayboluyor. Bu tabloda biz de vazifemiz tamam oluncaya kadar yaşayacak, sonra silineceğiz; büyük sergide yeniden teşhir edilmek üzere...
İnsanın bu tabloda diğer varlıklardan çok farklı bir yönü, çok değişik bir vazifesi var. O, hem figür, hem seyirci. Kendisine takılan âletlerin herbiriyle başka bir âlemi seyrediyor, keşfediyor. Gözün, kulağın, aklın seyrettiği daireler birbirinden ne kadar farklı ve ne kadar uzak! Aralarında ulaşılmaz mesafeler var. İşte bu uzak dairelerin bir arada, iç içe bulunması tabloya ayrı bir güzellik katıyor.
İyi insanlar, hayatlarıyla kâinat yüzüne manevî nakışlar işlemekte, rahmanî çiçekler takmaktalar. Kâinat bu güzel neticeler için yürüyüşünü sürdürmede, zaman bu mahsulleri zaptetmek için akışını devam ettirmede. İffetli bir hanım, dürüst bir tüccar, itaatkâr bir çocuk ayrı ayrı, fakat güzellikte birleşen mânâları, yâni namusu, doğruluğu, hürmeti sergiliyorlar. Her insan bir fabrika gibi, iyi veya kötü mamullerini piyasaya devamlı sürmekle meşgul.
İşin bir perde ötesini hakkıyla göremiyoruz. O da, dünyadaki milyarlarca insanın herbirinin bir günlük yaşayışlarında, akıllarından geçen fikirler, yaptıkları değerlendirmeler, duydukları hazlar, elemler, açığa vuramadıkları arzular, dile getiremedikleri istekler, ifade edemedikleri memnuniyetlerden meydana gelen, sessiz fakat muhteşem tablo!
Doğru veya yanlış, iyi veya kötü, bu kâinatta en fazla mânâ neşredenler, zamanda en çok iz bırakanlar insanlardır.
Bir mânâda, her insan bir sanatkâr. Günlük yaşayışıyla kendini işliyor. Öğrendikleriyle aklına, seyrettikleriyle gözüne, sevdikleri veya nefret ettikleriyle kalbine yeni şeyler takıyor, onları ya güzelleştiriyor veya kıymetten düşürüyor. Dünyaya geldiği günden beri, hem ölüme doğru koşuyor, hem de amel defterini yazıyor!...
Prof. Dr. Alaaddin Başar