Mesnevi-i Nuriye / Lem'alar 'dan

Ahmet.1

Well-known member
Birinci Lem'a:
Bakınız! Her bir masnuun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halkeden Hâlık'a mahsustur. Ve her bir mahlukun cebhesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni'den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektublarından her bir mektubun âhirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed'e hastır. O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i'caza bakınız ki; hayat ile bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir. Ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vâhide emr-i Rabbaniyle inkılab ederler. Meselâ: Su, bir şey-i vâhid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah'ın izni ile menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir.

İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam, bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halkeden ve her şeyi yapan Sâni'a mahsus bir sikkedir.

Said Nursi

Masnuun: Sanatlı varlığın.
Sikke: Ait olduğu yeri belirten ve gösteren damga, mühür, işaret.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah.
Hâtem: Mühür.
Sâni': Sanatkar yaratıcı, sanatlı şekilde yaratan.
Maada: Başka.
Kudret: Güç.
Kabil: Mümkün, olabilir.
Sultan-ı Ezel ve Ebed: Ezel ve ebed sultanı, başlangıcı ve sonu olmayıp sonsuz olan Allah (cc).
Sikke-i i'caz: Mucizelik damgası, mucize olduğunu gösteren işaretler.
Şey-i vâhid: Tek şey, tek nesne.
Menşe: Kaynak.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Hâlık-ı Teâlâ: Yüce yaratıcı.
Tahvil: Değiştirme, dönüştürme, bir halden başka bir hale getirmek.
 

Ahmet.1

Well-known member
İKİNCİ LEM'A:
Sayısız hâtemlerden canlı mahlukata vaz'edilen hayat hâtemine bakınız! Evet canlı bir mahluk, câmiiyeti itibariyle, kâinata küçük bir misaldir, şecere-i âleme güzel ve tatlı bir meyvedir, kevn ve vücuda bir nüvedir ki, Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin örneklerini dercetmiştir. Sanki o zîhayat gayet hakîmane muayyen nizamlar ile bütün vücudlardan sağılmış bir katre veya bir noktadır. Bu itibarla bir zîhayatı halketmek, bütün kâinatı yed-i tasarrufuna alan Cenab-ı Hak'tan maada hiçbir şeye isnad edilemez.

Vaz'edilen: Koyulan.
Câmiiyet: Toplayıcılık, çok sayıda özellikleri kendinde bulundurma.
Şecere-i âlem: Âlem şeceresi, kâinat ağacı.
Nüve: Çekirdek.
Dercetmiştir: Yerleştirmiştir.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Hakîmane: Hikmetli olarak, herşeyde faydalar ve gayeler gözetircesine.
Muayyen: Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, kararlaştırılmış.
Katre: Damla.
Halketmek: Yaratmak.
Yed-i tasarruf: İdare etme ve kullanma gücü.
Maada: Başka.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.


Evet aklı bozulmayan bir şahıs, teemmülü neticesinde anlar ki: Meselâ bal arısını pek çok şeylere fihriste yapan ve kitab-ı kâinatın ekser mesailini insanın mahiyetinde yazan ve incir nüvesinde incir ağacının proğramını derceden ve insanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hâfızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir. Ve böyle bir tasarruf, yalnız ve yalnız Rabb-ül Âlemîn'e mahsus bir hâtemdir.
Teemmül: İyice ve etraflıca düşünmek, derinlemesine düşünmek.
Kitab-ı kâinat: Kainat kitabı.
Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Mesaili: Meseleleri, konuları.
Kuvve-i hâfıza: Hafıza kuvveti.
Taallukat: Alakalıklar, alakalanmalar, ilgilenmeler, münasebetler.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc).
Tasarruf: İdare etmek, yönetmek, kullanmak. * Sahip olmak.
Rabb-ül Âlemîn: Görünür görünmez bütün dünyaların ve varlıkların sahibi ve terbiyecisi olan Allah (cc) . Âlemlerin Rabbi.
Hâtem: Mühür.



ÜÇÜNCÜ LEM'A:
Cenab-ı Hakk'ın canlı mahlukata bastığı hayat hâteminin gayr-ı mütenahî nakış ve keyfiyetlerinden bir nümuneyi göstereceğiz. Şöyle ki:

Nasıl ki suyun katrelerinden, şişenin parçalarından tut, seyyar yıldızlara kadar şeffaf veya şeffaf gibi her şeyde şemsin cilvelerinden şemse mahsus bir turra, bir cilve bulunur. Kezalik Şems-i Ezelî'nin de bütün canlı mahlukatta "ihya ve nefh-i hayat" cihetiyle bir tecelli-i ehadiyeti vardır ki, bütün esbab iktidar ve ihtiyar sahibi oldukları farz edilse dahi, o sikkenin ne mislini ve ne taklidini, ne münferiden ve ne müçtemian yapmaktan âcizdirler. Buna binaen şeffaf şeylerde görünen o timsaller şemsin timsali olup, şemsten o şeffaf şeylere in'ikas etmiş olduklarına hükmedilmediği takdirde, o sayısız katrelerde ve zerrelerde her birisinde hakikî bir şemsin maddesiyle mevcud bulunduğuna hükmetmek lâzım gelir.

Gayr-ı mütenahî: Sonsuz, nihayet bulmaz, bitmez.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Seyyar: Gezici, gezen.
Şems: Güneş.
Turra: Mühür.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Şems-i Ezelî: Ezelî güneş, ezelî güneş gibi olan Allah (cc).
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar, mahluklar.
İhya: Hayatlandırma, canlandırma.
Nefh-i hayat: Hayat üfürmek, canlılık vermek.
Tecelli-i ehadiyet: Allah'ın (cc) çoğu isim ve sıfatlarıyla her bir varlıkta kendini belli eip göstermesi.
Esbab: Sebepler.
Misl: Benzer eş.
Münferiden: Tek olarak, tek başına olarak, tek tek, ayrı ayrı, birer birer.
Müçtemian: Toplu olarak, hepsi birden.
İn'ikas: Aksetme, yansıma.


Kezalik Şems-i Ezelî'nin şualar menzilesinde olan tecelli-i esmasının nokta-i merkeziyesi olan hayat, Şems-i Ezelî'ye isnad edilmediği takdirde, bir sineğe, bir çiçeğe varıncaya kadar her bir zîhayatta nihayetsiz bir kudret, muhit bir ilim, mutlak bir irade gibi Vâcib-ül Vücud'dan maada hiçbir şeyde vücudu mümkün olmayan sair sıfatların mevcud olmasına cahilane, ahmakane, gülünç bir bâtıl hüküm lâzım gelir. Ve aynı zamanda, şu bâtıl hüküm ile her bir zerreye ve her bir sebebe bir uluhiyet-i mutlakayı isnad etmekle sayısız şerikleri isbat etmek mecburiyeti hasıl olur.
Şems-i Ezelî: Ezelî güneş, ezelî güneş gibi olan Allah (cc).
Tecelli-i esma: Allah'ın (cc) mübarek isimlerinin kendilerini belli edip göstermeleri.
Nokta-i merkeziye: Merkeze ait nokta.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.
Muhit: İhate eden, kuşatan, çevreliyen.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Maada: Başka.
Cahilane: Bilgisizce.
Bâtıl: Asılsız, gerçek dışı,hurafe.
Uluhiyet-i mutlaka: Sınırsız ve sonsuz ilahlık, Allah'ın (cc) kainattaki bütün varlıkları tam olarak emir ve idaresi altına alıp kendine kulluk etirmesi.
Şerik: Ortak.


Maahâza tohum olacak bir habbe veya bir çekirdekteki garib, acib, muntazam vaziyete bakınız ki; o habbe, tohumu olacak cismin bütün eczasıyla münasebetdar olduğu gibi, nev'iyle yani ebna-yı cinsiyle de ve bütün mevcudat ile de münasebetleri vardır. Ve onlara karşı o münasebetleri nisbetinde vazifeleri vardır. Eğer o tohumcuk habbenin Kàdir-i Mutlak'tan nisbeti kesilip kendi nefsine isnad edilirse, yani kendi kendine olmuştur denilirse, her bir tohumda, her şeyi görecek bir gözün ve her şeye muhit bir ilmin bulunmasını itikad etmek lâzım gelir. Bu ise, sâbık temsilde her bir şeffaf zerrede hakikî bir şemsin vücudunu iddia etmek gibi gülünç bir hamakattır.
Maahâza: Bununla beraber.
Habbe: Tane.
Ebna-yı cins: Aynı cinsten (türden) olanlar.
Kàdir-i Mutlak: Sınırsız ve sonsuz kudret(güç) sahibi Allah (cc).
Muhit: İhate eden, kuşatan, çevreliyen.
İtikad: İnanmak, inanç, gönülden iman.
Sâbık: Geçmiş, önceki.
Hamakat: Ahmaklık.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
DÖRDÜNCÜ LEM'A:
Bir kitab el yazısıyla yazılırsa, yalnız bir adama ve bir kaleme ihtiyaç vardır. Fakat matbaada basılırsa, kalem işini gören pek çok demir kalemler lâzımdır. Ve o demir harfleri yapmak için ustalar ve âlât ve edevat ve mürettibler gibi çok şeylere ihtiyaç olur. Kezalik şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vâhid-i Ehad'in kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve makul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünki bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab' ve bastırılması için ekser kâinatın tab'ını lâzım olan techizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir.


Mürettib: Tertib eden, tertipleyen, düzene ve sıraya koyan.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Kitab-ı kâinat: Yazarını tanıtan bir kitab gibi Allah'ı (cc) tanıtan ve bildiren kainat (evren).
Vâhid-i Ehad: Her bir varlıkta ve bütün kainatta birliğini gösteren Allah (cc). Bir tek olup eşi benzeri olmayan Allah (cc).
Kalem-i kudret: Kudret kalemi, Allah'ın (cc) yaratıcı ve yapıcı gücü.
Sülûk: Girip izleme. *Manevî olarak ilerleyip yükselme.
Esbab: Sebepler.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.
İmtina: İmkansızlık, mümkün olmayış. *Geri durma, çekinme, uymama, istememe.
Muhal: İmkansız, olamaz.
Suubet: Zorluk, güçlük.
Zehab: Gitmek.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Hurafe: Uydurma, bâtıl inanış.


Ve keza toprağın, suyun, havanın her bir cüz'ünde nebatat adedince manevî gizli matbaalar lâzımdır ki, mahiyetleri ve cihazları mütehalif sayısız meyve ve çiçeklerin teşkilâtını yapabilsinler. Veyahut o nebatatı o kadar zînet ve intizamlarıyla beraber yeşillendirmek için, o üç unsurun herbir cüz'ünde bütün ağaçların, meyvelerin ve çiçeklerin hâssalarını, cihazlarını ve mizanlarını bilip yapabilecek bir kudret, bir ilim lâzımdır. Çünki bu üç unsurun her bir cüz'ü, her bir nebatın teşkiline medar ve menşe olabilir. Evet bir saksıdaki toprak, cihazları ve şekilleri ve sair sıfatları muhalif olan herhangi bir nebatın tohumunu yeşillendirmeye kabiliyeti vardır. Binaenaleyh ikinci yola zehab edenlerce o küçük saksı içerisinde sayısız gizli makine ve fabrikaların vücudu lâzım gelir ki, hurafeciler dahi bundan utanıyorlar.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Cüz': Kısım, parça.
Nebatat: Bitkiler.
Mütehalif: Birbirine uymayan, birbirini tutmayan.
Zînet: Süs, güzellik.
Hâssa: Özellik.
Nebat: Bitki.
Medar: Sebep, vesile.
Menşe: Kaynak.
Sair: Diğer, başka.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Zehab eden: Giden.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
BEŞİNCİ LEM'A:
Bir kitabda yazılı bir harf, yalnız bir cihetle kendisini gösterir ve kendisine delalet eder. Fakat o harf, kâtibine çok cihetlerle delalet eder ve nakkaşını tarif eder.

Kezalik kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi mikdarınca kendini gösterirse de pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâni'ini gösterir, esmasını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla âdeta Sâni'ini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni'-i Zülcelal'in inkârına gitmemek gerektir.


Said Nursi


Delalet: Delil olma, yol gösterme.
Nakkaş: Süsleme san'atkarı.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Kitab-ı kâinat: Kainat kitabı, yazarını tanıtan bir kitab gibi Allah'ı (cc) tanıtan ve bildiren kainat (evren).
Mücessem: Cisimleşmiş, cisim durumuna gelmiş.
Münferiden: Tek olarak, tek başına olarak, tek tek, ayrı ayrı, birer birer.
Müçtemian: Toplu olarak, hepsi birden.
Sâni': Sanatkar yaratıcı.
İzhar: Açığa vurma, meydana çıkarma, gösterme, ortaya koyma.
Evsaf: Vasıflar, sıfatlar, nitelikler, özellikler.
Eşkâl: Şekiller.
Hebenneka: Ahmaklığı ile dillere destan olmuş bir kimsedir.
Sâni'-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi sanatkar yaratıcı.
 

Ahmet.1

Well-known member
ALTINCI LEM'A:
Cenab-ı Hak, bütün cüz' ve cüz'îlerde sikke-i mahsusasını ve bütün küll ve küllîlerde has hâtemini vaz'ettiği gibi, aktar-ı semavat ve arzı, hâtem-i vâhidiyetle ve mecmu-u kâinatı sikke-i ehadiyetle mühürlemiştir. Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ
ﻓَﺎﻧْﻈُﺮْ ﺍِﻟَٓﻰ ﺍَﺛَﺎﺭِ ﺭَﺣْﻤَﺖِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻛَﻴْﻒَ ﻳُﺤْﻴِﻰ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻬَﺎ ﺍِﻥَّ ﺫَﻟِﻚَ ﻟَﻤُﺤْﻴِﻰ ﺍﻟْﻤَﻮْﺗَﻰ ﻭَﻫُﻮَ ﻋَﻠَﻰ ﻛُﻞِّ ﺷَﻲْﺀٍ ﻗَﺪِﻳﺮٌ "Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kadirdir." Rum Suresi, 30:50.) âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlahîye bakınız ki, pek çok garib garib haşirleri, acib acib neşirleri göresiniz!
Cüz': Kısım, parça.
Cüz'î: Küçük, sınırlı. Küllînın bir parçası.
Sikke-i mahsusa: Mahsus sikke, hususi damga, özel damga (işaret).
Küll: Bütün.
Küllî: Kapsamlı genel, bütünün özelliğini taşıyan parçalardan meydana gelen.
Hâtem: Mühür.
Vaz'ettiği: Koyduğu.
Aktar-ı semavat ve arz: Göklerin ve yerin her tarafı.
Hâtem-i vâhidiyet: Vahidiyet mührü, birlik işareti.
Mecmu-u kâinat: Kainatın hepsi, evrenin bütünü.
Sikke-i ehadiyet: Allah'ın (cc) birlik damgası.
İhya: Hayatlandırma, canlandırma.
Nefh-i ruh: Ruh üfürmek, ruh vermek.
Hâtem-i İlahî: Allah'a (cc) ait mühür.


Evet bilhâssa arzın ihyasında, her sene üç yüz binden fazla saha-i vücuda getirilen mahlukatın nevilerinde haşir ve neşirler vardır. Lâkin, bilinmez bir hikmete binaen, şu haşir ve neşirlerin ekserîsinde iade edilen emsal aralarındaki misliyet o kadar ayniyete karibdir ki, hemen hemen, dirilen evvelkinin ne aynı ve ne gayrıdır, denilebilir. Her ne ise misliyet, ayniyet mevzuubahis değildir. Her nasıl olursa olsun, o haşir neşirler beşerin sühulet-i haşrine delalet ettikleri gibi, beşerin haşrine birer misal ve birer örnek olabilirler.
Saha-i vücud: Vücud sahası,varlık sahası, varlık meydanı.
Nevi: Çeşit, tür.
Haşir: Yeniden diriliş.
Neşir: Dağıtma, yayma.
Ekserî: Çoğunluğu, çoğu.
Misliyet: Benzerlik, aynılık.
Ayniyet: Aynılık.
Karib: Yakın.
Gayr: Diğer, başkası.
Beşer: İnsan.
Sühulet-i haşrine: Yeniden dirilişin kolaylığına.

İşte birbirine muhalif nihayet derecede karışık olan o enva'-ı kesîreyi kemal-i imtiyaz ile ihya etmek ve hatasız, haltsız, galatsız olarak mümtazane iade etmek nihayetsiz bir kudrete ve muhit bir ilme sahib olan Zât-ı Zülcelal'in hâtem-i has ve sikke-i mahsusasıdır.
Muhalif: Zıt, karşı, aykırı, uymayan.
Enva'-ı kesîre: Pek çok varlık çeşitleri.
Kemal-i imtiyaz: Tam ayrılma, mükemmel ve hatasız şekilde ayrılma.
Galat: Hata, yanlış, yanılma.
Mümtazane: Diğerlerinden ayrılmış şekilde, seçilmişcesine.
Muhit: Kuşatan, çevreleyen.
Zât-ı Zülcelal: Sonsuz yücelik ve gücün sahibi olan Allah (cc).
Hâtem-i has: Hususî mühür, özel mühür.


Ve keza sath-ı arz sahifesinde kusursuz, noksansız, sehivsiz kemal-i intizamla üç yüz binden fazla risaleleri yazmak, öyle bir Zâtın sikke-i mahsusasıdır ki, her şeyin içyüzü, her şeyin kilidi onun elindedir. Ve hiçbir şey onun teveccühünü başkasından çevirip kendisine hasredemez.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Sath-ı arz: Dünya yüzü, yerin yüzü.
Sehiv: Hata, yanlış, yayılma.
Kemal-i intizam: Mükemmel kusursuz düzgünlük.
Sikke-i mahsusa: Özel damga (işaret).
Teveccüh: Yönelme, dönme, yöneliş.


Hülâsa:
Sath-ı arzda altı ay zarfında, beşerin haşrini temsil eden o sayısız haşir ve neşirlerde görünen rububiyetin o tasarruf-u azîminde pek yüksek, büyük ve ince nakışlı bir hâtemi vardır. Mahlukatın icadında görünen şu intizamlar, sühuletler, sür'atler, imtiyazlar hep o hâtemin parıltısından meydana geliyorlar. Evet her bahar mevsiminde pek hakîmane, basîrane, kerimane faaliyetler başlar ve hârikulâde san'atlar yapılır. Ve bütün bu ameliyat, kemal-i sür'atle, sühuletle muntazaman cereyan etmekte olduğu görünür.

Hülâsa: Özet.
Rububiyet: Allah'ın(cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.
Tasarruf-u azîmi: Büyük çapta yapılan ve yürütülen iş.
Sühulet: Kolaylık.
Hakîmane: Hikmetli olarak, herşeyde faydalar ve gayeler gözetircesine.
Basîrane: Görerek, bilerek.
Kerimane: Kerimce, cömertçe.
Kemal-i sür'at: Mükemmel bir çabukluk.


İşte, bu hârikulâde faaliyetler öyle bir Zâtın hâtemidir ki, hiçbir mekânda olmadığı halde, her mekânda ilim ve kudretiyle hazır ve nâzırdır.

Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
YEDİNCİ LEM'A:
Bakınız! Aktar-ı semavat ve arz sahifeleri üstünde hâtem-i ehadiyet göründüğü gibi, kâinatın heyet-i mecmuasının büyük sahifesi üzerinde de pek vazıh bir surette hâtem-i tevhid görünmektedir.

Aktar-ı semavat ve arz: Göklerin ve yerin her tarafı.
Hâtem-i ehadiyet: Allah'ın (cc) bütün isimleriyle beraber varlığını ve birliğini tanıttıran mühür(simge, işaret).
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Vazıh: Açık, apaçık.
Hâtem-i tevhid: Tevhid mührü.


Evet bu âlem pek muhteşem bir saray veya muntazam bir fabrika veya mükemmel bir şehirdir. Bu fabrika-i kâinatın eczası, efradı ve enva'ı, âlât ve edevatı arasında hakîmane bir muarefe ve tanışmak ve dostane bir mükâleme ve konuşmak ve pek kerimane bir muavenet ve yardımlaşmak vardır ki, kemal-i sür'atle pek uzun mesafelerden birbirinin savtını işitir ve ihtiyacını görür gibi derhal imdadına yetişir, ihtiyacını defeder. Evet semadaki ecram ve yıldızların birbirine ve arza verdikleri ziya, hararet, bilhâssa arza yaptıkları sair yardımlarını görüyorsunuz. Ve keza bulut ile arz arasında cereyan eden su alış-verişine bakınız ki, arz suyu buhar şeklinde buluta veriyor, bulut da kendi fabrikalarında lâzım gelen ameliyatı yaptıktan sonra buz, kar, yağmur şeklinde iade ediyor. Sanki o camid cirmler, lisan-ı halleriyle telsiz telgraf gibi birbiriyle konuşur ve yekdiğerine arz-ı ihtiyaç ediyorlar. Bilhâssa bütün o ecram âdeta el ele vermiş gibi, kemal-i ciddiyetle zevilhayata lâzım olan şeyleri tedarik etmek hizmetinde sa'y ediyorlar ve bir Müdebbir'in emrine bağlı olup bir gayeye teveccüh ediyorlar.
Fabrika-i kâinat: Kainat fabrikası.
Efrad: Fetler, kişiler, erler.
Enva': Nevler, türler, çeşitler.
Hakîmane: Herşeyde faydalar ve gayeler gözetircesine, hikmetli olarak.
Muarefe: Görüşme ve tanışma.
Dostane: Dostça, arkadaşça.
Mükâleme: Konuşma, karşılıklı konuşma.
Kerimane: Kerimce, cömertçe.
Muavenet: Yardım.
Kemal-i sür'at: Mükemmel bir çabukluk.
Savt: Ses.
Ecram: Ruhsuz ve cansız büyük varlıklar, yıldızlar.
Ziya: Işık.
Sair: Diğer, başka.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Camid: Cansız. *Donuk.
Lisan-ı hal: Hal lisanı, durum ve görünüş konuşması, hal dili.
Yekdiğeri: Bir diğeri, bir başkası.
Arz-ı ihtiyaç: İhtiyacını bildirmek.
Kemal-i ciddiyet: Tam ciddilik, son derece ciddilik.
Zevilhayat: Hayat sahipleri, canlılar.
Sa'y: Çalışma, iş.
Müdebbir: Tedbir alıcı.
Teveccüh: Yönelme, dönme, yöneliş.


Evet şu teavün kanununa ittibaen, şems, kamer, gece ve gündüz, yaz ve kış taraflarından yapılan yardımlar sayesinde, şu hayvanların erzakını yetiştiren nebatat izn-i İlahî ile meydana gelir. Hayvanat da emr-i Rabbanî ile beşerin ihtiyacatını yerine getirir. Bal arısıyla ipek böceğinin insanlara yaptıkları yardımlar, bu davayı isbat eder.
Teavün: Yardımlaşmak.
İttibaen: Uyarak.
Şems: Güneş.
Kamer: Ay.
Nebatat: Bitkiler.
İzn-i İlahî: Allah'ın (cc) izni.
Hayvanat: Hayvanlar.
Emr-i Rabbanî: Herşeyin sahibi ve terbiye edicisi olan Allah'ın (cc) emri.
Beşer: İnsan.
İhtiyacat: İhtiyaçlar.


Evet bu gibi eşya-yı camidenin yekdiğerine yaptıkları şu yardımlar, pek aşikâr bir delildir ki; onlar kerim bir Müdebbir'in hademesi ve amelesi olup, onun emri ile, izni ile iş görürler.
Eşya-yı camide: Camid eşya, cansız şeyler, cansız varlıklar.
Aşikâr: Açık, belli, meydanda.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.



Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
SEKİZİNCİ LEM'A:
Gıda olarak mahlukata, bilhâssa hayvanata taksim edilen rızıklara dikkat lâzımdır ki, bu rızık vakt-i muayyeninde yetişir, vakt-i ihtiyaçta sevkedilir. Ve derece-i ihtiyaç nisbetinde yapılan sevkiyatta büyük bir intizam vardır. İşte, bu umumî rızık hakkında görünen geniş ve muntazam rahmet ve inayetler, ancak her şeyin mürebbisi ve her şeyin müdebbiri ve her şey yed-i teshirinde bulunan bir zâtın hâtem-i hâssı olabilir.

DOKUZUNCU LEM'A:
Bakınız! Âlem-i arz ve bütün cüz'iyat üstünde hâtem-i ehadiyet bulunduğu gibi, dağınık neviler ve muhit unsurlar üstünde de aynen o hâtem-i ehadiyet bulunur.

Evet bir tarlaya tohum ekilmesinden anlaşılıyor ki, o tarla tohum sahibinin mülküdür. Ve o tohum da, o tarla sahibinin malıdır. Yani o buna, bu da ona şehadet ediyorlar.

Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anasır, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni'-i Vâhid'in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahluka yapılan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i rububiyet, âlem ve anasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur. İşte, hâtem-i tevhid dediğimiz budur. Eğer bir şeye temellük etmeğe niyetin varsa, meydana çık, kendini tecrübe et, bak ne söylüyorlar! En cüz'î bir ferd, "Ancak nev'imi yaratan beni yaratabilir." diyor. Çünki efrad arasında misliyet vardır. Ve arzın her tarafında dağınık bir surette bulunan en küçük bir nev', "Beni yaratabilen ancak arzı yaratandır" söylüyor.

Arza bak ne söylüyor? Sema ile aralarında alış-verişi bulunduğu için "Beni halkedebilen, ancak mecmu-u kâinatı halkeden Zâttır." diyor. Çünki aralarında tesanüd vardır.


Mesnevi-i Nuriye



Hayvanat: Hayvanlar.
Vakt-i muayyen: Belirli zaman, belli zaman.
Vakt-i ihtiyaç: İhtiyaç vakti, ihtiyaç zamanı.
Derece-i ihtiyaç: İhtiyaç derecesi.
Rahmet: Merhamet, acıma, şefkat etme, esirgeme.
İnayet: İyilik, yardım, lütuf.
Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden.
Müdebbir: Tedbir alıcı.
Yed-i teshir: Emri altına alıp itaat ettirme gücü ve kuvveti.
Âlem-i arz: Arz âlemi, yer denilen dünya.
Cüz'iyat: Küçük şeyler.
Hâtem-i ehadiyet: Allah'ın (cc) bütün isimleriyle beraber varlığını ve birliğini tanıttıran mühür(simge, işaret).
Nevi: Çeşit, tür.
Muhit: İhata eden, kuşatan, çevreleyen.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Masnuat: Sanatlı eserler, sanatlı yaratılmış varlıklar.
Anasır: Unsurlar, elementler.
Lisan-ı hal: Hal lisani, durum ve görünüş konuşması.
Âlem-i anasır: Unsurlar alemi, elementler dünyası.
Muhat: Etrafı çevrilmiş.
Sâni'-i Vâhid: Bir olan sanatkar yaratıcı.
Yed-i tasarruf: İdare etme ve kullanma gücü.
Tevcih-i rububiyet: Sahipliği, besleyiciliği ve terbiyeciliği yöneltmek.
Kabza-i tasarruf: Tasarruf (idare) eli.
Nebatat: Bitkiler.
Kabza-i rububiyet: Rububiyet (terbiyecilik) eli.
Hâtem-i tevhid: Tevhid mührü.
Temellük: Mülk edinme, kendine mal etme, sahiplenme.
Nev': Tür, çeşit.
Efrad: Fertler, kişiler, erler.
Misliyet: Benzerlik, aynılık.
Sema: Gök, gökyüzü.
Mecmu-u kâinat: Kainatın hepsi, evrenin bütünü.
Tesanüd: Dayanışma.
 

Ahmet.1

Well-known member
ONUNCU LEM'A:
Arkadaş! Hayat ve ihya ve zevilhayat ile her bir cüz' ve cüz'îye ve her bir küll ve küllîye ve kâinatın heyet-i mecmuasına darbedilen tevhid hâtemlerinden bir kısım misalleri, mezkûr beyanattan anlaşıldı. Şimdi dinle! Enva' ve külliyat üstüne vaz'edilen vahdaniyet sikkelerinden bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:

İhya: Hayatlandırma, canlandırma, diriltme.
Zevilhayat: Hayat sahipleri, canlılar.
Küll: Bütün.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Mezkûr: Bahsedilmiş.
Beyanat: İzahlar, açıklamalar.
Enva': Türler, çeşitler.
Külliyat: Bütünün hepsi.
Vaz'edilen: Koyulan.
Vahdaniyet: Allah'ın (cc) birliği.


Tek bir semere ile semeredar şecerenin yaradılışlarındaki suubet ve sühulet birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir. Malûmdur ki, merkezin ittihadı, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çok semereleri olan bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesîreye tevdi edildiği zaman, her iki tarafın yapılışları sühuletçe bir olur. Ve aralarında yaradılışça fark yoktur. Çok adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlât ü edevat ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir. Meselâ:
Semere: Meyve.
Semeredar: Semereli, meyveli.
Şecere: Ağaç.
Suubet: Zorluk, güçlük.
Sühulet: Kolaylık.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Vahdet: Birlik, teklik.
Yed-i vâhide: Bir ele, bir tek ele.
Eyâdi-i kesîre: Çok eller, çok sebepler.
Tevdi: Emanet olarak vermek, emanet olarak bırakmak.
Saire: Diğerleri.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.
Sühulet-i hârika: Harika kolaylık.


Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için ne kadar âlât, edevat ve makine lâzımdır; bir neferin elbisesi için de o kadar âlât ü edevat lâzımdır. Ve keza bir kitabın bin nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab'ı daha fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara baş vurulursa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir. Evet kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınık bir nev'in icadındaki sühulet-i hârika, vahdet ve tevhid sırrına bağlıdır.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
ONBİRİNCİ LEM'A:
Arkadaş! Bir nev'in efradı arasındaki tevafuk ve bir cinsin enva'ı arasında a'zâ-yı esasiyede bulunan müşabehet, sikkenin ittihadına, kalemin vahdetine delalet ettiklerinden anlaşılıyor ki, bütün mütevafık ve müteşabihler, yani birbirine benzeyen çokluk, bir Zât-ı Vâhid'in eser-i san'atıdır.

Nev': Çeşit, tür.
Efrad: Fertler, kişiler, erler.
Tevafuk: Birbirine uygunluk, birbirine uygun gelme.
Enva': Nevler, türler, çeşitler.
Müşabehet: Benzerlik, benzeme, benzeyiş.
İttihad: Birleşme, birlik.
Delalet: Delil olma, yol gösterme.
Mütevafık: Birbirine uygun.
Müteşabih: Benzer, birbirine benzeyen.
Zât-ı Vâhid: Eşi ve benzeri olmayan ve kainatın bütünlüğünde birliğini gösteren Allah (cc).
Eser-i san'at: Sanat eseri.


Kezalik inşa ve icadlarda görünen şu sühulet-i mutlaka, bütün mevcudatın bir Sâni'-i Vâhid'in eseri olduğunu, vücub derecesinde istilzam ediyor. Aksi halde, suubet, güçlük öyle bir derece-i imtina ve muhaliyete çıkacaktır ki, o cins ve nevilerin ademden vücuda çıkmalarına bir sed çekilmiş olur. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk'ın zâtında şeriki olmadığı gibi -çünki intizam bozulur, âlem fesada gider- fiilinde de şeriki yoktur. Çünki suubetten, güçlükten dolayı âlemin ademden çıkmamasına sebeb olur.
Sühulet-i mutlak: Sonsuz kolaylık, sınırsız kolaylık.
Sâni'-i Vâhid: Bir olan sanatkar yaratıcı.
İstilzam: Gerektirme, gerekli olma.
Suubet: Zorluk, güçlük.
Derece-i imtina: İmkansızlık derecesi.
Muhaliyet: İmkansızlık, mümkün olmazlık, muhallik.
Adem: Yokluk, hiçlik.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Şerik: Ortak.

ONİKİNCİ LEM'A:
Arkadaş! Hayat, Hâlık'ın ehadiyetine bürhan olduğu gibi, mevt de devam ve bekasına bir delildir. Evet nasıl akan nehirlerin, dalgalanan denizlerin kabarcıkları ve yeryüzünde bulunan sair şeffaflar, şemsin ziya ve timsallerini göstermekle şemsin vücuduna şehadet ettikleri gibi; o kabarcık gibi şeffaflar ölüp, söndükten sonra yerlerine müteselsilen gelip geçen emsalleri, yine şemsin ziya ve timsallerini gösterdiklerinden, şemsin devam ve bekasına ve bütün o şuaat, celevat ve timsallerin bir Şems-i Vâhid'in eseri olduklarına şehadet ediyorlar. İşte o şeffaflar, vücudlarıyla şemsin vücuduna ve ademleri ve ölümleriyle de şemsin devam ve bekasına delalet ediyorlar.

Ehadiyet: Teklik, birlik, Allah'ın (cc) isimlerinin çoğunun tek bir şeyde görünmesi.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Mevt: Ölüm.
Sair: Diğer, başka.
Şems: Güneş.
Ziya: Işık.
Müteselsilen: Zincirleme olarak, birbirine bağlı olarak, birbirine eklenerek.
Beka: Sonsuzluk, devamlılık.
Şuaat: Işıklar, parıltılar, nurlar.
Celevat: Cilveler, tecelliler, görüntüler.
Şems-i Vâhid: Tek güneş.


Kezalik mevcudat, vücuduyla "Vâcib-ül Vücud'un vücub-u vücuduna ve ölüm ve zevaliyle, teceddüdî bir teselsül ile yerlerine gelen emsali, Sâni'in ezelî ve ebedî vâhidiyetine şehadet ediyorlar.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Mevcudat: Varlıklar.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Zeval: Sona erme, son bulma.
Teceddüdî: Tazelenmekle alakalı, yenilenmekle ilgili.
Teselsül: Zincirleme, zincirleme birbirine bağlılık.
Sâni': Sanatkar yaratıcı.
Ezelî: Başlangıcı olmayana ait ve alakalı.
Ebedî: Sonsuz, sonsuzlukla ilgili.
Vâhidiyet: Birlik, Allah'ın (cc) birliği.


Evet leyl ve neharın ihtilafı, fusul-i erbaanın tahavvülü ve unsurların tebeddülü hengâmlarında meydana çıkan şu güzel mevcudat ve bu latif masnuatta devamla cereyan eden mübadele ve devr ü teslim muamelesi kat'î bir şehadetle, sermedî, âlî, daim-üt tecelli bir Sahib-i Cemal'in vücuduna ve bekasına ve vahdetine şehadet eden kat'î bir bürhandır.
Leyl: Gece.
Nehar: Gündüz, aydınlık.
Fusul-i erbaa: Dört mevsim.
Tahavvül: Değişmek, dönüşmek.
Tebeddül: Başkalaşmak.
Hengâmlarında: Zamanlarında.
Masnuat: Sanatlı eserler, sanatlı yaratılmış varlıklar.
Mübadele: Karşılıklı değiştirme, değiş tokuş.
Devr ü teslim: Devretme (aktarma) ve teslim etme.
Kat'î: Kesin.
Sermedî: Ebedî, daimi, sürekli, devamlı.
Daim-üt tecelli: Devamlı kendini belli edip gösteren.
Sahib-i Cemal: Sonsuz güzellik sahibi.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.


Ve keza senevî inkılablarda, müsebbebat ile esbabın birlikte ölüm ve zevali ve sonradan ikisinin yine birlikte iadeleri, esbabın da müsebbebat gibi âciz masnu ve mahluklardan olduğuna delalet ettiği gibi; bu masnuat ve mevcudatın, bir Zât-ı Vâhid'in müteceddid bir san'atı olduğuna da şehadet eder.
Senevî: Seneye ait, senelik.
İnkılab: Kökten değişiklik, başka hale geçme.
Müsebbebat: Neticeler, sebeplerin sonuçları.
Esbab: Sebepler.
Masnu: Sanatlı yaratılmış varlık.
Zât-ı Vâhid: Eşi ve benzeri olmayan ve kainatın bütünlüğünde birliğini gösteren Allah (cc).
Müteceddid: Yenilenen, tazelenen.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
ONÜÇÜNCÜ LEM'A:
Arkadaş! Zerrelerden tut, seyyarelere kadar ve nakışlardan şemslere varıncaya kadar her şey, zâtında, hakikatında sabit olan "acz ve fakr"ın lisan-ı haliyle Sâni'in vücub-u vücudunu ilân eder.

Ve keza acziyle beraber, nizam-ı umumînin bozulmaması için, hâmil bulunduğu acib ve mühim vazifeler cihetiyle Sâni'in vahdetine delalet eder. Binaenaleyh Sâni'in vâcib ve vâhid olduğuna her şeyde iki şahid olduğu gibi, Hâlık'ın Ehad u Samed olduğuna da her bir zîhayatta iki âyet vardır. {(*): İhtar: Kâinatın eczasından her bir cüz'ün ellibeş lisanla Vâhid-i Ehad ve Vâcib-ül Vücud'u ilân etmekte olduğunu, Kur'anın feyzinden fehmedip, icmalen "Katre" namındaki eserimde beyan etmişimdir. Arzu eden oraya müracaat etsin.}


ONDÖRDÜNCÜ LEM'A:
Arkadaş! Mevcudat, Cenab-ı Hakk'ın vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ettiği gibi, celalî, cemalî, kemalî olan cemi' sıfâtına da delalet etmekle Hâlık'ın zâtında naks ve kusur olmadığını ve şuunatında, sıfâtında ve esmasında ve ef'alinde de naks ve kusur bulunmadığını ilân ediyor.

Zira, eserin kemali bilmüşahede fiilin kemaline, fiilin kemali bilbedahe ismin kemaline, ismin kemali bizzarure sıfatın kemaline, sıfatın kemali hads-i yakînle şuunatın kemaline delalet eder. Şe'nin kemali ise, hakkalyakîn bir suretle Zâtın kemalini gösterir.

Binaenaleyh bir kasrın ve bir sarayın nukuş ve tezyinatındaki mükemmeliyet, sâni' ve mühendisin yaptıkları o nakışlar üstünde ve tezyinat altında görünen ef'alin mükemmeliyetine delalet eder.

Ef'alin mükemmeliyeti dahi, o Sâni'in taktığı isim ve lakabların mükemmeliyetini gösterir. Esmanın mükemmeliyeti, sıfâtın mükemmeliyetine delalet eder. Sıfâtın mükemmeliyeti, şuunatın mükemmeliyetini tasrih eder. Şuunatın mükemmeliyeti dahi o nakkaşın mükemmeliyet-i zâtına delalet eder.

Kezalik kâinatta görünen âsârın kemali, hadsî bir müşahede ile ef'alin mükemmeliyetine, ef'alin kemali de fâilin kemal-i esmasına, esmanın kemali sıfâtın kemaline, sıfâtın kemali şuunat-ı zâtiyenin kemaline, şuunatın kemali Zât-ı Zülcelal'in kemaline delalet eder.



Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
...

Öyle bir Allah'a hamd, medh ü senalar ederiz ki, şu âlem-i kebir onun icadıdır. Ve insan denilen şu küçük âlem de onun ibdaıdır. Biri inşası, diğeri binasıdır. Biri san'atı, diğeri sıbgasıdır. Biri nakşı, diğeri zînetidir. Biri rahmeti, diğeri nimetidir. Biri kudreti, diğeri hikmetidir. Biri azameti, diğeri rububiyetidir. Biri mahluku, diğeri masnuudur. Biri mülkü, diğeri memluküdür. Biri mescidi, diğeri abdidir. Evet bütün bu şeyler, eczasıyla beraber Allah'ın mülkü ve malı olduğu, i'cazvari sikke ve mühürleriyle sabittir...

Mesnevi-i Nuriye


Hamd: Methetme, övme, yüceltme. *Allah'a karşı olan şükran ve memnuniyetini onu överek bildirme,
Allah'ın yüceliğini övme. *Teşekkür, şükran.
Medh ü sena: Birisinin iyiliklerini ve iyi özelliklerini söylemek ve övmek.
Âlem-i kebir: Büyük alem, kâinat.
İbdaıdır: Benzersiz olarak yoktan yaratılmasıdır.
Sıbga: Boya, renk.
Zînet: Süs, güzellik.
Rahmet: Merhamet, acıma, esirgeme.
Azamet: Büyüklük, ululuk, yücelik.
Rububiyet: Rabblık, ilâhlık. *Cenâb-ı Allah'ın her zaman, her yerde,
her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye, tedbir ve mâlikiyeti ve besleyiciliği keyfiyeti.
Mahluk: Yaratılmış varlık.
Masnuu: Sanatlı varlığı.
Memlukü: Kulu.
İ'cazvari: Mu'cize gibi.
Sikke: Damga.
 
Üst