Mevlana, bugünün semazenlerine ne derdi?

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
mevlana2tq.jpg


Sema özellikle son yıllarda adeta folklorik bir hale dönüştü ve gerçek manası unutularak otantik bir “dans” haline getirildi. Düğünlerde, derneklerde, festivallerde, hatta içkili turistik mekânlarda bile icra edilir oldu. Mevlevilik ile yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Cihan Okuyucu ve Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, bu durumdan oldukça mustaripler.

Acaba Mevlana, bugün sema yaptığını iddia edenleri görseydi onlara ne derdi?


Mevlana Hazretleri bir gün kuyumcular çarşısından geçiyordu. Hal arkadaşı, mana yoldaşı Selahaddin Zerkub’un sarraf dükkânının önünden geçerken birden aşka geldi, semaya durdu. Çünkü dükkândan, altın döven kalfaların çekiç sesleri geliyordu. Ritimli çekiç sesleri, Mevlana’yı alıp götürmüştü başka bir âleme… Döndü, döndü, döndü... Döndükçe kâinat da onunla döndü, varlık ona eşlik etti. Selahaddin Zerkub, kalfalarına devam işareti verdi. “Dövmeye devam edin” dedi. “Altın varaklar ezilip dağılsa da bu tak taklar sürsün.” Madde dövüldükçe mana coşa geldi. Çekiç sesleri “Tak, tak!” dedikçe, Mevlana “Allah, Allah!” deyip döndü, semada kanat çırptı.


Yine bir gün Konya sokaklarında dolaşırken, avladığı tilkinin postunu kendi lehçesiyle “Dilku dilku!” diye bağırarak satan bir Türkmen’in bu nağmesinden cezbeye gelerek orada sema etmeye başladı. Çünkü “dilku” kelimesi Farsça’da “Gönül neredesin?” anlamına gelmekteydi ve kelimeyi bu manasıyla anlayan Hazreti Mevlana’ya yeterli malzeme çıkmaktaydı.


Sema, “dinlemek, işitmek, kulak vermek, işitilen söz” anlamlarına geliyor. Terim olarak ise; musiki nağmelerini dinlemeye, dinlerken vecde gelip kendinden geçmeye, oynayıp raks etmeye, tasavvuf ehlinin cezbe haliyle ayakta zikretmesine deniyor.

Mevleviliğin sembol zikri semada maksat ve niyet; ruhen yükselmek, Allah’a giden yolda mesafe almaktır. Semazen ne folklorik bir edayla dans edendir ne de sadece öylesine dönendir. O tıpkı Mevlana’nın Mesnevî’nin ilk beytinde “Dinle!” dediği gibi dinleyendir. Ve o dinleyişle ruhen yükselip ötelere kanat çırpandır.

Sema özellikle son yıllarda adeta folklorik bir hale dönüştü ve gerçek manası unutularak otantik bir “dans” haline getirildi. Düğünlerde, derneklerde, festivallerde, olur olmaz her yerde, hatta içkili turistik mekânlarda bile icra edilir oldu. Bu Mevlana’ya ve onun düşüncelerine gönül veren samimi Müslümanları rahatsız ederken aynı zamanda

Mevleviliği semaya indirgeyen basit bir anlayışı da beraberinde getirdi.
17 Aralık Şeb-i Arus Törenleri’nin de yapılacağı bugünlerde bu konuya dikkat çekmek istedik. Ve Mevlana’yı, Mevleviliği, semayı ve semazenliği Mevlana uzmanı iki ilim adamına sorduk. Gördük ki onlar da aynı konudan mustaripler.......
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç:
“Sema ediyorum diye herkes her yerde dönmemeli”
Günümüzde Mevlana ve Mevlevilik denince akla daha çok sema ve semazenlik geliyor. Mevlevilik sadece bundan mı ibarettir?

Mevlevilik Hz. Mevlana’ya nispet edilen bir maneviyat eğitim ekolü, mektebidir. Bu eğitim mektebinin, her eğitim mektebinde olduğu gibi bir eğitim programı vardır, müfredatı vardır. Bu eğitimde –günümüz diliyle konuşacak olursak– beden eğitimi dersi de vardır, müzik dersi de vardır, matematiği de vardır, biyolojisi de vardır, fiziği de vardır, kimyası da vardır. Bu bir paket programdır, bir sistemdir. Bunun içerisinde –din diliyle konuşacak olursak– şeriat eğitimi, tarikat eğitimi, marifet eğitimi, hakikat eğitimi gibi mertebeler vardır.


Bunlar tasavvuf eğitimi için genel kurallardır, sadece Mevleviler’e has değildir. Bütün turuk-u âliye buna tabiidir. Tasavvuf ocağının eğitim gayesi bu hakikate erdirmektir. Yani “İlahî rızake matlubî” düsturu, yani “Senin rızana, Sana ermektir gaye”. Bu gayeye, bu hedefe varıncaya kadar kullanılacak olan bütün unsurlar birer araçtır. Bunun bilinmesi gerekiyor. Şeriat bir araçtır, tarikat bir araçtır. Bunlar hiçbiri amaç değildir. Bunlar izlenmek suretiyle bir yerlere varılacaktır.


Tarikatların, tasavvuf ocaklarının bazı temrinleri, bazı pratikleri vardır. Bu pratikler bir tane değildir iki tane değildir. Bunların bazısı spontane gelişmiş şeylerdir; yani kendiliğinden, planlanmadan, yolun kurucusu pirin gönlüne o anki haline, o anki vecdine, cezbesine uygun olarak birdenbire gelişen bir şeydir. Bu Âmiş Efendi Hazretleri’nde Fatih Camii’nin arkasında Çingene Mahallesi’nden geçerken Çingenelerin düğününden duyduğu bir darbuka sesiyle vecde girmesi şeklinde olabiliyor. Hz. Mevlana da biliyorsunuz cezbe ehlidir, aşk ehlidir, müstağrak bir haldedir, İlahî cezbe içerisine gark olmuştur... Gark olduğu içindir ki bir an gelir, bir hal gelir… Hz. Mevlana kuyumcular çarşısından geçerken, kuyumcuların çekiç ve örs seslerinden çıkan ritim sesiyle vecde geliyor ve birden başlıyor dönmeye. Bu dönme spontane bir dönme, birden bire gelişen bir dönmedir; planlanmış bir dönme hareketi değil.


Mevlana Hazretleri, “Sema âşıkların gıdasıdır. Çünkü semada Allah ile buluşma hayali vardır” diyor. Bu tarif ışığında semayı nasıl anlamalıyız?

Sema, malum, kelime itibariyle işitmek, duymak demek. Yani bir yerlerden bir şeyler işitirsen dönersin. Dolayısıyla yani biraz belki bilinen müesses tasavvuf anlayışına farklı bir şey söyleyeceğim; işitmeden dönenler var bugün. İşitmiyorsun ve dönüyorsun! Tabii bu biraz nasıl oluyor sorusunu da beraberinde getiriyor. Ona da şöyle bir cevap verelim. Önce dönerler, sonra inşaallah işitirler. Ama orijinalinde önce işitirlerdi, bu işitmek neticesinde, Yârdan duydukları ses karşısında ihtizaza gelir ve dönerlerdi.


İşitme tabirini biraz açabilir misiniz?

Bu İlahî nidanın teknik boyutları uzundur. Özel bir haldir. Bunun karşılığı “Kulum bana o kadar yaklaşır ki ben artık onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı, konuşan dili olurum” mealindeki hadis-i kudsiye dayanır. Yani kul ile Rabbi arasındaki bu takarrub, yakınlaşma neticesinde artık siz ötelerden, uzaklardan birisinden değil, çok yakın birisinden bahsedersiniz. Ve işitirsiniz. Artık ne işitildiğini, işitenler bilir. Bunlar psikolojik, patolojik haller falan değildir, onlarla karıştırmamak lazım. Onların psiko-patolojide ne oldukları bellidir. O işitme başka bir işitmedir, bu başka bir şeydir.


Günümüzdeki sema törenlerinden bahsedecek olursak neler söylersiniz?

Biliyorsunuz 30 Kasım 1925’te Tekke ve Zevaya Kanunu’nun çıkmasıyla beraber bütün tekkeler kapatılmıştır. Ancak zaman içerisinde özellikle Konya Mevlana Asitanesinde biraz da turistik ve folklorik müzikal gayelerle sema gösterisine izin verilmiştir. Oysaki sema bir ibadettir, bir ayindir, bir ritüeldir, bir programın parçasıdır. O program bütünü içerisinde alınmalıdır. Bütünü bir tarafa atılıp içinden sadece sema cımbızla çekildiği zaman orada profesyonel semazen tipi çıkmaktadır. Herhangi bir tasavvuf seyr-ü sülûku görmemiş, tasavvuf eğitimi almamış ama meslek icabı, profesyonel semazen tipi ortaya çıkmıştır. Ben bunun bu şekildeki oluşumuna pek sıcak bakmayan birisiyim. O zaman ruhta bir kayıp oluşuyor.


Ardından tabii 17 Aralık Şeb-i Arus Törenleri gerçekleşiyor. Politik iradelerin de bir tür teşhir mekânı haline geliyor. Tabii ki ülkenin siyasî görüşlerinin de, muhalefetiyle, iktidarıyla, sağıyla-soluyla, birleştirici bir şahsiyetin etrafında birleşmeleri çok güzel, harika bir şey. Ama bunun öncesinde siyasî konuşmalar yapılmasını ben şiddetle tenkit ediyorum. Yerli ve yabancı birçok Mevlana dostumuzdan bu görüşleri alıyorum. Siyasî bir şahsın 10 dakikalık bir selamlama konuşması yapması uygundur ama maalesef bir yerlere gelmek isteyen her türlü taşra bürokratı bu fırsatı değerlendirerek biri iniyor, diğeri çıkıyor, biri iniyor, diğeri çıkıyor… Bir buçuk, iki saate yakın konuşmalar oluyor. Hele hele yabancılar bilmedikleri dille demeçler dinliyorlar.


Bunlara şahsen karşıyım ve benim gibi binlerce kişi bunlara karşı. Siyasî bir arena haline getirilmemeli. Orası bir ritüeldir, bir ibadettir. Orada siyasî parti, rütbe vs. olmaz. Camiye girildiği zaman “Ben şöyle bir parti lideriyim” falan denilir mi? Orada bir hiyerarşi var mı? Hayır, olmadığı gibi, oraya da edebiyle girilir, dinlenir ve ayrılır. Onun için biraz içerik dönüşümü söz konusu beni rahatsız eden.


Hocam, bir takım organizasyonlarda, düğünlerde derneklerde, bazı turistik mekânlarda, hatta lokantalarda sahneye çıkıp dönenler için neler söylersiniz? Bu işin biraz adabı-erkânı olmalı değil mi?


Bu bir şarlatanlıktır. Bu işin bir denetim mekanizması olmadığı için herkes her yerde dönebiliyor. Benim yabancı dostlarım bana söylerler: İstanbul’a, Konya’ya geldikleri zaman bir lokantada yemek yerken yanına İngilizce konuşan birileri yanaşır ve der ki: “50 dolar verin, siz yemek yerken yanınızda döneyim.” Bunlar bu işin sulandırılmış şeklidir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Prof. Dr. Cihan Okuyucu:
“Sema hoyratça tüketiliyor”
Semanın geçmişiyle ilgili bize neler söylersiniz?

Sema ve semanın tarihiyle ilgili Alman Şarkiyatçı Anna Marie Shinner’in kapsamlı bir araştırması vardır. Onun söylediğine göre sema Mevlana’yla başlayan bir ritüel değil. Mesela Hz. Mevlana’dan yaklaşık üç asır önce Bağdat’ta semahaneler mevcut. Semanın dinî bakımdan konumuyla ilgili çeşitli tartışmalar yaşanmış. Kütüphanelerde gerçekten birçok risaleye rastlarsınız ki işte bazıları risale-i tecviz-i sema, sema yapmaya izin veren risale; diğer bir kısmı da semayı reddeden risalelerdir. Bu tartışmalara Gazali de katılmış.


Peki sema neden Mevlana’yla özdeşleşmiştir?

Çünkü ondan önce daha lokal bir konumda olan sema, Mevlana’yla beraber geniş bir kullanım alanı kazanmıştır. Mevlana’nın hayatı ikiye ayrılıyor: Şems’ten önce, Şems’ten sonra. Şems’ten önce, yani 1243 tarihinden önce Hz. Mevlana daha çok bir medrese âlimi hüviyetinde… Gerçi babası hem âlim hem mutasavvıftı. Babasından sonra Seyyit

Burhanettin’den manevî ders görmüştü. Yani tasavvufla iç içeydi. Ama bu dönemde daha çok onda âlim hüviyeti ön plandaydı. Baş müderristi. Ama Şems-i Tebrizî gelip onunla tanıştıktan sonra tasavvuf tarafı, ilim tarafına galebe etti. Şems, kendisi sema yapan bir kişiydi. Mevlana’yı da semaya teşvik etti. Dolayısıyla Mevlana’nın hayatında bu ikinci dönemde sema vardı. Ama bu sema günümüzdekine göre şöyle bir farklılık taşıyordu.


Mevlana çok hassas bir mizaca sahipti. Mesela bir defasında kuyumcu çarşısından geçerken orada Selahattin Zerkub, tezgâhın üzerinde altın döverken çekiçlerden çıkan o ritmik ses bir anda Mevlana’nın yüreğini heyecanlandırıyor ve o heyecan onda beden dili olarak sema tarzında tecelli ediyor.


Başka bir yerde yine sohbette, sokakta giderken veya hamamda, herhangi bir ön hazırlığı veya özel kılık-kıyafeti olmaksızın cezbe anlarında cezbenin dışa vuruşu tarzında olan spontane, tabii bir sema söz konusu idi. Onun çevresinde bulunan, sohbetinde bulunanlar da o heyecanla o cezbeye iştirak ederdi.

Fakat sema o zaman günümüzdeki gibi bir ayin, erkânı belirlenmiş, kılığı-kıyafeti olan bir biçimde değil de sadece cezbenin tezahürü tarzında tabii bir hal idi. Kendisinin vefatından sonra sema, vârisi olan halifeler tarafından şekle çevrildi. Bu çok uzun bir süreç aldı. Merhum Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlevilik’le ilgili çalışmalarında anlattığına göre, semanın günümüzde bildiğimiz törensel şeklini alması, şekillenmesi 1453 ya da 1458 yıllarına kadar geliyor. Yani o zamana kadar yeni şeyler eklene eklene bugünkü şekline kadar geldi.

Mevlana denince neden hemen akla sema geliyor? Onun eserleri, fikirleri daha önemli değil mi?

Elbette Mevlana denince her şeyden önce onun eserleri, fikirleri önemlidir. Sema, Mevlevî kültürü içerisinde o kadar abartılacak bir paya sahip değil. Semaya yüklenen bir takım manevî yorumlar var; işte ellerin duruş biçimi, onların ifade ettiği manalar filan gibi... Ama her halükarda Mevlana demek, onun eserleri demektir; bilhassa Mesnevî demektir.


Şimdi neden Mevlana denince sema akla geliyor? Çünkü görsel bir dünyada yaşıyoruz, kitabî olandan çok, göze hitap edenler daha ziyade öne çıkıyor. Bir de semanın gerçekten göze hoş gelen bir icraat biçimi de var. Bütün bu güzellikler bir araya gelince, günümüzde sıradan bir insanın Mevlana’dan anladığı şey semadan ibaret kalıyor.


Günümüzde folklorik ve şekilsel bir hale bürünen sema ve semazenliği nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tarikatlarda nasıl zikir varsa sema da Mevleviler’in zikridir. Semazen, semada her dönüşte içinden “Allah” der, tekrar eder. İbadetler, ayinler, zikirler şahsî şeylerdir. Sahnede sahne malzemesi olarak kullanılmaz. Yani sema, bir zikir formu olarak gösteriş için sergilenecek, teşhir edilecek bir şey olmamalıdır.


Sonuçta her şeyi paraya, metaa dönüştürme eğilimi maalesef ülkemizde yaygın... Otellerin lobilerinde filan, yerli yersiz ortamlarda sema hoyratça tüketiliyor. Bu yüzden Kültür Bakanlığı güzel değerleri koruma kapsamında semayı da koruma altına alma ve her yerde icra olunmasına mani olma adına bir fikir beyan etti. Bence olumlu bir karardır.

Mesela hiç ilgisi olmayan yerlere, mesela lokantalara “Mevlana Kebap” falan gibi isimlerin verilmesi herhalde bu ismin istismarı olarak değerlendirilir. Bu konuda vatandaşların duyarlı olması lazım. Duyarlı olmayan insanlar için de yaptırımlar lazım.

Ömer Faruk Paksu
 
Üst