İlim-irfan
Well-known member
Yavuz Bahadıroğlu - Vakit
06/11/2009
Maddî mülâhazalar mânevî dünyamızı aşındırmış. Manevi dünyası aşınmış toplumlarda “her yol mübah”, “her şey meşru” anlayışı yaygınlaşır.
“Günah-sevap”, “meşru-gayrimeşru”, “iyi-kötü” ayırımı ortadan kalkar.
Çok para kazanmak tek değer ve tek amaç haline gelir. Tabiatiyle tüm uygunsuzluklar ve yolsuzluklar artar: Uyuşturucu kaçakçılığı ile silâhlı terör dâhil...
Her şeyi para belirliyor. Fazilet bir eski zaman hasreti gibi. Etrafımız tümüyle endeks. Dindar ailelerin ağzında bile ekonomik terimler.
Artık “adam olmak” değil, zengin olmak önemli.
Ah kapitalist ahlâk, fena halde yaktın bizi!
Hepimiz paranın narına yandık!..
Başta komşuluk olmak üzere temel hasletlerimiz bir biri ardına ölüyor. Aile içi ilişkilerimize bile menfaat hâkim. Zaten evliliğe de ortaklık nazarıyla bakılıyor, sözleşme, mal bölüşümü filan yapılıyor...
Bazan “Modern hayat buysa ben ilkel hayata razıyım” diye haykırmak geliyor içimden...
Ne daracık evlerde ruhu sıkan eşyaların saltanatı, ne başköşede zehir kusan televizyon, ne tüm varlığımızı kontrol eden internet ve cep telefonu (bir de görüntülüsü çıktı başımıza), ne görenek belâsı alınıp vitrinlere dizilen incik-boncuklar, ne teflon tava, ne hava kirliliği, ne asbest boru, ne PVC pencere, ne plâstik kap, ne çocuğu aileden koparan envai çeşit oyun.
Ne hız denemesi yapılan otoyollar, ne toplu katliama dönüşen kazalarıyla trafik canavarı, ne Amerikan cigarası, ne uyuşturucu iptilâsı, ne birahane-diskotek tuzağı, ne gazino kâbusu...
İki kilim, üç somya, birkaç sandalye ile daha mutluyduk.
Otomobilimiz yoktu, ama havamız temizdi...
Çağdaş apartmanların yerinde cephesi kıbleyi gösteren bahçeli, taşlıklı, cumbalı ahşap evler vardı...
Domuz gribi nedir bilmez, stresi, depresyonu, panik atağı tanımazdık...
Asfalt yerine çamura basardık, ama çevre yeşildi; ağaç altında yemek yeyip buz gibi çene suyu içerdik.
İstanbul’un tüm sahilleri pırıl pırıldı, her yerden denize girerdik.
Elbiselerimiz son moda değildi belki, ama içimiz-dışımız birdi; riyakârlık nedir bilmezdik.
Çoktan beri her şey değişti.
Biz de çaresiz bu değişime ayak uydurduk. Daha doğrusu ayak uydurmaya çalışıyoruz...
Çevre kirliliğine katlanmayı, trafik canavarına dayanmayı, tıkıştırarak döşediğimizi zannettiğimiz apartman dairelerinde oturmayı, tıkış tıkış otobüslere binmeyi öğrendik...
Ama çocuklarımızı modern hayatın onursuz zenginliklerine kurban etmeye razı olamayız. Direnmemiz lâzım. Modern hayatın getirdiği olumsuzluklar ve uygunsuzluklarla savaşmamız lâzım.
Bunu söyledim ya, yüzlerce anne-babanın kafasında aynı soru belirdi:
“Çocuklarımızı nasıl koruyacağız?”
Bunun ön şartı, anne ile babanın “iyi insan” olmalarıdır. Gerisi gelir.
Unutmayalım ki çocukların gördüğü ilk örnek anne-babadır. Çocuk onları taklitle hayata başlar. Çocuğunuzun olmasını istediğiniz gibi bir anne, bir baba olun ve onu yürekten sevin, sevginizi de mutlaka açık edin.
Bebekliğinden itibaren çocuğunuzu iyi kitaplarla tanıştırın, iyi kitaplarla buluşturun. Televizyonun tahripkâr etkilerini başka türlü kıramazsınız. İyi kitap, iyi anne-babanın öğretemediklerini de çocuğa öğretecektir.
Sürekli eleştirmeyin. Eleştirirken dozunu kaçırmayın. Gerektiği zaman takdirlerinizi esirgemeyin. İyi bir iş yaptığında övün çocuğu, ödüllendirin. Olumsuz davranışları karşısında hoşnutsuzluğunuzu belli edin, ama fazla üzerine gitmeyin.
Utanmayı öğretin. Hayâ ve edeb duygusu aşılayın. Dini konularda ya kendiniz ona öğretmen olun, ya da konunun uzmanı olan bir kurumdan öğrenmesini sağlayın.
Tecrübesiz olduğunu, sizin yaşadıklarınızı yaşamadığını unutmayın. Bu bakımdan sizin kadar olgun davranmasını beklemeyin.
Harçlığını iyi ayarlayın. Az harçlık çocuğu hırsızlığa, çok harçlık azgınlığa yöneltir: Şartlara ve ihtiyaçlara göre denge kurun...
“İyi insan” olmanın temeli, dengeli geçen bir çocukluktur.
06/11/2009
Maddî mülâhazalar mânevî dünyamızı aşındırmış. Manevi dünyası aşınmış toplumlarda “her yol mübah”, “her şey meşru” anlayışı yaygınlaşır.
“Günah-sevap”, “meşru-gayrimeşru”, “iyi-kötü” ayırımı ortadan kalkar.
Çok para kazanmak tek değer ve tek amaç haline gelir. Tabiatiyle tüm uygunsuzluklar ve yolsuzluklar artar: Uyuşturucu kaçakçılığı ile silâhlı terör dâhil...
Her şeyi para belirliyor. Fazilet bir eski zaman hasreti gibi. Etrafımız tümüyle endeks. Dindar ailelerin ağzında bile ekonomik terimler.
Artık “adam olmak” değil, zengin olmak önemli.
Ah kapitalist ahlâk, fena halde yaktın bizi!
Hepimiz paranın narına yandık!..
Başta komşuluk olmak üzere temel hasletlerimiz bir biri ardına ölüyor. Aile içi ilişkilerimize bile menfaat hâkim. Zaten evliliğe de ortaklık nazarıyla bakılıyor, sözleşme, mal bölüşümü filan yapılıyor...
Bazan “Modern hayat buysa ben ilkel hayata razıyım” diye haykırmak geliyor içimden...
Ne daracık evlerde ruhu sıkan eşyaların saltanatı, ne başköşede zehir kusan televizyon, ne tüm varlığımızı kontrol eden internet ve cep telefonu (bir de görüntülüsü çıktı başımıza), ne görenek belâsı alınıp vitrinlere dizilen incik-boncuklar, ne teflon tava, ne hava kirliliği, ne asbest boru, ne PVC pencere, ne plâstik kap, ne çocuğu aileden koparan envai çeşit oyun.
Ne hız denemesi yapılan otoyollar, ne toplu katliama dönüşen kazalarıyla trafik canavarı, ne Amerikan cigarası, ne uyuşturucu iptilâsı, ne birahane-diskotek tuzağı, ne gazino kâbusu...
İki kilim, üç somya, birkaç sandalye ile daha mutluyduk.
Otomobilimiz yoktu, ama havamız temizdi...
Çağdaş apartmanların yerinde cephesi kıbleyi gösteren bahçeli, taşlıklı, cumbalı ahşap evler vardı...
Domuz gribi nedir bilmez, stresi, depresyonu, panik atağı tanımazdık...
Asfalt yerine çamura basardık, ama çevre yeşildi; ağaç altında yemek yeyip buz gibi çene suyu içerdik.
İstanbul’un tüm sahilleri pırıl pırıldı, her yerden denize girerdik.
Elbiselerimiz son moda değildi belki, ama içimiz-dışımız birdi; riyakârlık nedir bilmezdik.
Çoktan beri her şey değişti.
Biz de çaresiz bu değişime ayak uydurduk. Daha doğrusu ayak uydurmaya çalışıyoruz...
Çevre kirliliğine katlanmayı, trafik canavarına dayanmayı, tıkıştırarak döşediğimizi zannettiğimiz apartman dairelerinde oturmayı, tıkış tıkış otobüslere binmeyi öğrendik...
Ama çocuklarımızı modern hayatın onursuz zenginliklerine kurban etmeye razı olamayız. Direnmemiz lâzım. Modern hayatın getirdiği olumsuzluklar ve uygunsuzluklarla savaşmamız lâzım.
Bunu söyledim ya, yüzlerce anne-babanın kafasında aynı soru belirdi:
“Çocuklarımızı nasıl koruyacağız?”
Bunun ön şartı, anne ile babanın “iyi insan” olmalarıdır. Gerisi gelir.
Unutmayalım ki çocukların gördüğü ilk örnek anne-babadır. Çocuk onları taklitle hayata başlar. Çocuğunuzun olmasını istediğiniz gibi bir anne, bir baba olun ve onu yürekten sevin, sevginizi de mutlaka açık edin.
Bebekliğinden itibaren çocuğunuzu iyi kitaplarla tanıştırın, iyi kitaplarla buluşturun. Televizyonun tahripkâr etkilerini başka türlü kıramazsınız. İyi kitap, iyi anne-babanın öğretemediklerini de çocuğa öğretecektir.
Sürekli eleştirmeyin. Eleştirirken dozunu kaçırmayın. Gerektiği zaman takdirlerinizi esirgemeyin. İyi bir iş yaptığında övün çocuğu, ödüllendirin. Olumsuz davranışları karşısında hoşnutsuzluğunuzu belli edin, ama fazla üzerine gitmeyin.
Utanmayı öğretin. Hayâ ve edeb duygusu aşılayın. Dini konularda ya kendiniz ona öğretmen olun, ya da konunun uzmanı olan bir kurumdan öğrenmesini sağlayın.
Tecrübesiz olduğunu, sizin yaşadıklarınızı yaşamadığını unutmayın. Bu bakımdan sizin kadar olgun davranmasını beklemeyin.
Harçlığını iyi ayarlayın. Az harçlık çocuğu hırsızlığa, çok harçlık azgınlığa yöneltir: Şartlara ve ihtiyaçlara göre denge kurun...
“İyi insan” olmanın temeli, dengeli geçen bir çocukluktur.