Müceddid-i elf-i sânî; imam-i rabbani

bizar

Well-known member
MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ; İMAM-I RABBANİ


ARKADAŞIMLA Mektubat-ı Rabbani Okumaları dersindeyiz. Dersin ilk haftası. Bu, bizi çok sevindiren bir durum, zira İmam Rabbani hazretleri hakkında bilmediğimiz çok şeyi başından itibaren öğrenebileceğiz. İnşallah zamanla da muhtereme yakınlığımız artar diye duacıyız.

Dersi veren hocanın*, konuda yetkin olduğu açık. İmam-ı Rabbani hakkında kitapları var; doğduğu, yaşadığı yerleri de gezip görmüş biri. Hocanın derste anlattığı bazı noktaları, ‘bazen aktarılan aktarandan daha iyi anlar ve amel eder’ umuduyla sizlerle de paylaşmak istiyorum. Böylece Üstad’ımızın sık sık Risalelerde adını zikrettiği bu mübarek zat hakkında zihinlerimiz bilgiyle nimetlenmiş olur.
Önce Üstad’ın bu konudaki sözlerini hatırlayalım:
“Sonra İmam-ı Rabbânî'nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde "Bediüzzaman" lâfzı var. O iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında "Mirza Bediüzzaman'a Mektup" diye yazılı olarak gördüm. "Fesübhânallah," dedim. "Bu bana hitap ediyor." O zaman Eski Said'in bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üç yüz senesinde, Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Halbuki İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. O zâtın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime devâ buldum. Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: "Tevhid-i kıble et." Yani, "Birini üstad tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma."
Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm: Bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifâ edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi Kur'ân-ı Hakîmdir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyleyse, en Âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur.
Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan istidadım elbette lâyıkıyla o mürşid-i hakikînin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sahib-i hâlin derecâtına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gösterebiliriz. Demek, Kur'ân'dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.” (28.mektub)

İmam Rabbani, asıl ismi Ahmed. Hz. Ömer’in soyundan olduğu için Faruki nesebiyle anılmış.( Ahmed el Faruki)1563’te, yani 16. Asrın sonlarında, Sihrindi’de (Hindistan’da) doğmuştur. O zamanlar Hindistan-Pakistan birdi. İlminin büyük kısmını babasından öğrendi. Babası Kadiri ve Çişdi Şeyhi. Rabbani (Hz), hem medrese eğitiminde, hem de tasavvufta gelişmiş. Vefat ederken babasından icazet almış. Babasının vefatından sonra, başa geçmekte kendini ehil görmez ve hac için yola çıkar. Yolculuğu sırasında Delhi’ye gelince; Muhammed Bakibillah ismindeki Nakşibendi Şeyh’ini ziyaret eder. Hazretin içinde, Nakşilere karşı büyük muhabbet vardır, fakat o zamanlar Hindistan’da Nakşibendilik yaygın değildir.

Muhammed Bakibillah, İmam Rabbani’yi görünce çok sevinir; ona rüyasını anlatır. Semerkand yakınlarında bir Nakşi Şeyh’inden icazet aldığını ve Şeyhinin kendisine Hindistan’a gitmesini söylediğini, kendisinin çok razı olmayınca; Şeyh’inin “istihare yap, ona göre davran” dediğini; o gece rüyasında papağan gördüğünü,eline konduğunu ve kendi ağzından ona bir damla su damlattığında papağanın konuştuğunu ve ağzından şekerler damladığı söyler.Bu rüya Hindistan’a gideceğine dair bir işarettir (papağan Hindistan kuşlarındandır) Şeyhi: “Orada bir talebe yetiştireceksin, o papağan gibi insanlara çok faydalı bir insan olacak; git ve o papağanı yakala”diye rüyasını tabir eder. İmam Rabbani’den bir müddet tekkesinde kalmasını ister. İmam iki ay kadar Delhi’de kalır.Artık hac zamanı geçmiştir. Geri Sihrindi’ye döner. Bir sene kadar Muhammed Bakibillah ile mektuplaşırlar ve ikinci ziyaretinde Şeyh’den icazet alır.

Dönem Ekber Şah dönemidir.İmam Rabbani şeyhlik yapmaktadır. Ekber Şah dönemi kafaların karıştığı bir dönemdir. Ekber Şah da, Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam karışımı bir din ortaya çıkararak koltuğunu sağlamlaştırmayı ister. O dönemde müslümanlar, devlet desteğinden mahrumdurlar. Sihler’in ortaya çıktığı bir dönemdir ve bunlar, müslümanlarla çatışmaktadırlar. Hindular ve Sihler, müslümanlara sürekli baskı yapar. Bu ortamda; İmamı Rabbani, yeni bir din oluşturma, dini tahrif etme çabasına karşı mücadele verir. Dini muhafazanın peşine düşer. Ekber Şah’ı eleştirir.İslam’ı güçlendirmek gerektiğinden ve bid’atlardan arındırılması gerektiğinden bahseder. Kuran’a ve Sünnete bağlı kalmakta hassas olunması gerektiğine dair bürokratlara, alimlere mektuplar yazar. Müritlerine; toplumun bozulduğunu ve bidatlara kapı açılmaması öğüdünü içeren mektuplar gönderir.

Ekber Şah vefat edince yerine oğlu Cihangir Şah geçer. İmamı Rabbani ilk başlarda; Cihangir Şah, dine babasından daha yakın diye sevinir fakat Cihangir Şah, bir bahanesini bulup siyasi nedenle İmam Rabbani’yi (hz) hapseder. Cihangir Şah’ın kitabında; “Bir şeyh çıkmış, kendisini Hz. Ebubekir’den üstün görüyor, bende onu hapse tıktım” mealinde bir ibaresi vardır. Fakat gerçek bu değildir; ordu içinde çok sayıda kişi Rabbani’ye (hz) mürit olunca; vezirlerinin (çoğu Şii) bunun bir tehdit olduğunu söylemeleri üzerine Cihangir Şah siyasi nüfuzunu yitirmekten korkar ve Rabbani’yi (hz) Agra Kalesine hapseder. Cihangir Şah’ın oğlu, ulema ile İmam Rabbani’ye haber gönderir; ibadet niyetiyle değil, saygı niyetiyle secde ederse padişahın onu serbest bırakacağını söyler. Rabbani (hz) “Ruhsatla amel etmektense, azimetle amel ederim” der ve secde etmez. Bir sene hapiste kalır. Gayri müslimleri irşat eder. Sonra serbest bırakılır. Evine dönen Rabbani (hz) bir sene sonra vefat eder. Kendisinden sonra bir çok halifesi vardır. Silsilenin devamı oğlu Muhammed Ma’sum, sonra diğer oğlu Muhammed Said’dir ve diğerleridir.

Eserlerinden öne çıkanlar; Mektubat, Mebde’ ve Me’ad, Adab’ül Müridin, Ta’likatül Avarif’tir. Bunların haricinde de eserleri vardır. Mektubat; üç cilttir. Birinci cildi hacimlidir; 313 mektup vardır.Bunun ilk 20 mektubu, şeyhine gönderdiği mektuplardır. İkinci cildinde 99 mektup vardır. Üçüncüsünde ise 114. Sonra bu cilde 10 mektup daha eklenmiştir ve toplam mektup sayısı 536 olmuştur. Hayatta iken müritleri ilk iki cildi toplamışlardır; vefatından sonra da üçüncü cilt toplanmıştır. Mektubat’ın aslı Farsça’dır. Arapça’ya 1900’lerin başında çevrilmiştir. Türkçe’deki tercümeler Farsçasından değil, Arapçasından yapılmıştır. Ama her zaman en ideal olan; bir eseri asıl dilinden tercüme etmektir.Aksi takdirde bize adeta tavşanın suyunun suyu kalmaktadır, çünkü her çeviri asıldan birşeyler kaybettirir. Bugün böyle bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

İmam-ı Rabbani mektuplarında; muhatabının durumuna, idrak seviyesine göre konuşur. Mektuplarını anlayabilmek için onun, varlık anlayışını, seyr-i sülûk anlayışını bilmek çok önemlidir. Varlık mertebeleri ve seyr-i sülûk mertebeleri bilinmelidir; okurken bunlar bilinerek okunursa istifade artar. Bazı mektuplar erken yaşlarında yazılmış ve sonraki yaşlarında onların zıddı fikirler serd etmiştir. Birinci ciltte söylediği, üçüncü ciltte nesh edilmiş olabiliyor; “o zaman öyle anlamıştım ama böyleymiş” diyebiliyor. Talebelerinden biri; “Birinci cilde fazla takılmamak, ikinci ve üçüncü cilde bakmak lazım” demiş. Yani muhataba ve zamana göre değişen mektuplar var. Bayezid-i Bistami şöyle der: (İmamı Rabbani’den önce yaşamıştır) Üç kez hacca gittim; ilkinde Beytullah gördüm. İkincisinde hem beyti hem Sahibini gördüm. Üçüncüsünde evi göremedim Sahibini gördüm der. Yani idrak değişirse; eskinin hükmü kalmaz.Bu aynı şuna benziyor; ilk zamanlarda putperestlik adetleri uygulanır diye Peygamber Efendimiz (sav) kabir ziyaretini yasaklamışken, sonrasında gitmelerine izin vermiştir.

İmam Rabbani, Kuran ve Sünnete uymada çok hassastır. Öyle ki; “Yemek Duasının sonunda Fatiha demek bid’attir, demeyelim” demektedir. Bunun amacı sünnette Fatiha olmadığıdandır.Bir başka örnek; teheccüd kılarken, niyetimizin Peygamber’e (sav) uymak olması gerektiğini, çok sevap almak için falan kılınmaması gerektiğini söyler. Böyle hassas davranılmazsa hurafelerin alıp başını gideceğine dikkat çeker. Yani “Baştaki adamın, düğümü baştan sıkı atması lazım” der. “Bid’at var, bir de sünneti ortadan kaldıran bid’at var; özellikle bundan kaçınmak lazım” gerektiğini söyler.

İmam Rabbani’ye gore zikrin gayesi; kalpten gafleti uzaklaştırmaktır. “Sadece dille yapılmaz zikir; dini kurallara uyarak, helalinden alış veriş yapmakta zikirdir” der. Hakeza fakire yardımcı olmakta, bir ağmayı çukura düşmekten korumakta zikirdir.Zikir sayesinde insanın kalbinde Allah sevgisi oluşur ve bu da, marifet basamaklarında daha hızlı yol almasını sağlar.

İmam Rabbani’ye göre insanda 10 tane latife vardır; Letaif-i Aşere. Latife; ruhun deruni boyutlarıdır ve en dışta nefis vardır, içindeki kalp, sonra ruh, sonra sır, sonra hafi, sonra ahfadır. İmam Rabbani bu 10 latifeden 5 tanesi alemi emre, ruhlar alemine aittir, diğer 5’i de yaratılmış alemin latifeleridir der. Bunlar da; en dışta nefis ve insanın bedenini oluşturan 4 unsur; toprak, hava, su, ateştir.Tasavvufi eğitim İmam Rabbani’de kalpten başlar. Önce kalple zikredilir, sonra ruha, sonra hafiye ve sonra ahfaya ve bunlardan sonra da nefse geçilir,daha sonra da 4 unsura. Ve bütün unsurlar zikre dahil olur, iştirak eder

Peki insan, latifelerine zikri nasıl alıştıracaktır? İmam Rabbani der ki; “Bu latifeler vücutta yataydır.” (Sufiler bu konuda farklı düşünür, zaten İmam Rabbani’den sonra diziliş farklılaşmıştır; diziliş tamamen yatay değildir artık.) Kalp vücudumuzun solunda, ruh sağında ve bunlar yatay olarak sıralanmışlar diye düşünürsek; insan zikrini, bu bölgelere yoğunlaşarak yaparsa o zaman zikrini hissedebilir.Sırasıyla once kalbe, sonra sırra vs.yoğunlaşarak zikrederse; ruhun alt kademeleri de uyanır ve sonra diğerleri de.

1624 yılında, 63 yaşındayken vefat etmiştir. Hindistan dışına çıkmışlığı yoktur. Fakat muhtelif yerlere halifeler göndermiştir. Müceddid-i Elf-i Sani, hicri ikinci bin yılının müceddidi, yenileyicisi denmiştir kendisine. Neslinden gelenler “Müceddidi” soy ismini almışlardır.
Son söz yerine; “İkinci Nokta: İmam-ı Rabbânî ve Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed-i Farukî (r.a.) demiş: "Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu, benim indimde binler ezvak ve kerâmâta müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin gayesi ve neticesi, hakaik-i imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur." Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor. Elbette, hakaik-i imaniyeyi kemâl-i vuzuhla beyan eden ve esrar-ı Kur'âniyeden tereşşuh eden Sözler, velâyetten matlup olan neticeleri verebilirler.” (28. Mektup)
 

bizar

Well-known member
  1. MÜCEDDİD-İ ELF-İ SÂNÎ; İMAM-I RABBANİ 2


    Zehra Sarı
  1. İMAM RABBANİ (hz) ile ilgili dersin ikincisindeyiz. “Bazen aktarılan, aktarandan daha iyi anlar ve amel eder’ düsturuna inanarak dersi sizler için de dinliyorum. Ama her zamanki gibi bir ses kaydedici kullanmaktansa, hocanın anlattıklarından Rabbimin bana nasip ettiği kadarını not alarak dersi kendimce kalıcı kılıyorum; kaldığı kadar zihnimde, not alabildiğim kadarıyla da defterimde.
  2. İmam Rabbani (hz), hepimize malum olduğu üzere, Üstadımızın Risalelerinde ismini zikrettiği büyük zatlardan biri. Zatın büyüklüğü, dini hayata kattıkları, eserleri; bir de Üstadımızın onu çokça zikriyle birleşince, kendisini daha da çok bilmeyi, anlamayı, öğrenmeyi, okumayı gerekli kılıyor.
  3. Bu derste hocanın İmamı Rabbani (hz) hakkındaki anlattıklarını sizlerle paylaşmadan önce Sadık Yalsızuçanlar’ın Tasavvuf Risalesi kitabından bir kaç şeyi, yazının anlaşılmasına katkıda bulunması için alıntılamak istiyorum, ki bende öyle oldu:
  4. “Bediüzzaman selefi gelenekten çok, sufi geleneğe yakın durur. Eserinin, ne Doğu’nun ne de Batı’nın müktesebat ve felsefesinden gelmediğini, doğrudan Kuran’ın arşından alındığını ifade eden Bediüzzaman gibi, Şeyh-i Ekber’in de tüm eserleri, bir bakıma, onun manevi tecrübelerinin bir belirtisi, bir ifadesinden ibarettir. …..Bediüzzaman gerek vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud, gerekse tasavvufî irfanın diğer meselelerine ilişkin düşüncelerini açıklarken; Şeyh-i Ekber’e de atıflarda bulunur. Bediüzzaman’ı bir anlamda kendisinden istifade ettiği, severek okuduğu, alıntı yaptığı arifler arasında Ekberî geleneğe mensup çok sayıda kimse zikredilmiştir Risale-i Nur Külliyatında. Bunlar arasında Molla Cami ön sırada gelir ve çok sayıda da sufi: Üveysü’l Karani, Hasan Basri, Bişri Hafi, Cüneydi Bağdadi, Abdülkadir Geylani, Şahı Nakşibend, İMAM-I RABBANİ (AHMED FARUKİ), İbn Arabi, İbrahim Edhem, Mevlana Celaleddin Rumi,Niyazi Mısri, İbrahim Hakkı Erzurumi vs...”
  5. Doç Dr. Necdet Tosun, derse İmamı Rabbani’nin (hz) Mektubat’ının birinci cildinden bir bölümle başladı. Derse ısınmamız için bir girişti bu; çünkü daha sonra daha felsefî şeyler paylaşacaktı bizimle. İmamı Rabbani “haramlardan kaçınmak iki kısımdır; birincisi Allah’ın haklarıyla ilgili olan kısımdır, ikincisi kulların haklarıyla ilgili kısımdır. İkinci kısmı gözetmek, birinci kısmı gözetmekten daha önemlidir” der. Namaz kılmak, oruç tutmak Allah’ın emirlerindendir, birisinden borç alıp vermemek, birinin arkasından konuşmak kul hakkıdır. Allah Mutlak Gani’dir, Zengindir, Merhamet edenlerin en hayırlısıdır. Kullar ise zayıftır, fakirdir. Allah affedebilir ama kullar affetmez ve ahirette mal, mülk geçmez; orada bir kul diğerinden hakkını alırken ya onun sevaplarını alır, ya da ona kendi günahlarından verir. Sıkıntılı zamanda hiç bir kul, bol keseden vermez, herkes kendini kurtarma derdi içindedir; o günde kişi en yakınlarından dahi kaçar. Hoca açıklamaya devam ediyor; bugünün Müslümanlarının ise bu durumun tersi bir halette olduğunu söylüyor; “Haccettik, namaz kıldık, tesbihte çekiyoruz yeter” der gibi bir halde, fakat kul hakkından habersiz. Hatta algı öyle bir seviyeye gelmiş ki; dini de dünya işleri gibi algılıyor. Adamın biri hacca gitmiş, tavaf ediyormuş durmamacasına. Arkadaşları; “çok yoruldun, biraz ara ver de nefes al” dediklerinde; “O kadar uçak parası verdim, bari boşa gitmesin” diye cevap vermiş. Sanki dünya işi gibi; bir fotokopi makinesi alsa kişi; onun parasını çıkartmak için çok çalıştırsa bu anlaşılabilir de; dini işlerde sevap, çok yapılmasına değil, ihlâsla yapılıp yapılmadığına, niyetine bağlıdır. Matematikte iki kere iki her zaman dört edebilir ama dinde her zaman böyle olmayabilir.
  6. İmamı Rabbani’nin (hz) Mektubat’ı deyince akla varlık, vücud ve vahdet hakkındaki sözleri gelir. Vahdet-i Vücud (varlığın birliği), Vahdet-i Şuhud (görünenin birliği). Vahdet-i Vücud’u en iyi İbn Arabi anlatmıştır, Vahdet-i Şuhud’u en iyi İmamı Rabbani ortaya koymuştur; kendisinden önce başkaları da söylemiştir ama bunun sistemini en geniş İmamı Rabbani açıklamıştır.
  7. Varlık âleminde iki tane hakiki varlık olur mu? Olursa birbirini öteler ve sınırlar mı? İki tane plastik kalemi yaklaştırsak , ikisinin varlık kategorisi, kimyası aynı olduğundan arada sınır oluşur; biri diğerinin tarafına geçemez, birinin bittiği, diğerinin başladığı bir sınır oluşur. Ama bu durumu hava ve plastik kalem gibi yaratılmış âlemdeki iki farklı cins arasında yaparsak birbirlerini engellemezler. Şayet yaşadığımız âleme varlık dersek, bunun bittiği yerde de Allah’ın başlaması gerekir. Eğer tanrı bir yönde ise; hacmi ve şekli var demektir, ama Allah’ın benzeri yoktur. Bu durumda âlimler ne demiş? “ Âlem mümkün-ül vücud, Allah ise vacib-ül vücuddur” yani varlığı zorunlu olan ve varlığı zorunlu olmayan...
  8. İbn Arabi ile İmamı Rabbani; kainata ne denileceği noktasında ayrılmışlardır; İbn Arabi ve takipçileri kainata Hayal, Gölge, Aynadaki Yansımalar, Vehim demişler. İmamı Rabbani ise “Gölge ve Aynadaki Yansıma diyebiliriz ve fakat diğer ikisini kullanmayalım, yani kâinata Vehim ve Hayal demeyelim” demiştir. Çünkü halkın yanlış anlayıp panteizme ya da başka taraflara kayabileceğinden korkmuştur.
  9. Peki, Gölge ile Hayal arasında ne fark var? “Şu an su içiyorum” desek; önümüzde bardak ya da su olmasa, bu zihnimizin ürettiği, kurguladığı bir şey olur; buna Vehim ya da Hayal denir. Gölge ise böyle değildir; güneş vurduğunda gölgemiz düşer ve biz bunu görürüz. Hayal, Vehim olsa karşımızdaki göremez sadece biz görebiliriz. İmamı Rabbani (hz) âleme hayal dersek ; “ insanlar âlemi olmayan bir şey olarak algılar, o zaman dünyadaki iyilikler, kötülükler ne olacak; mükâfatı, cezayı kim çekecek, âlem yoksa” der. O şöyle düşünür, “âlem vardır ama Allah gibi değil; Allah gibi Hakiki Varlık değildir. Asıl-Gölge şeklindedir, iki hakiki varlık var dersek sorun çıkar”. Âlem için “ gölgesel varlık” ifadesini kullanır. İmamı Rabbani kendisi için “sıla(ulaştırmak)” der. Vahdet-i vücud ehliyle, âleme asli varlık nispet eden medrese hocaları arasında “köprü” vazifesi gördüğünü söyler.
  10. “Bu konular İslam Dünyasına Yunan’dan geldi” denir ama aslında tam da böyle değildir. Sahabi içinde de bu felsefî konuları anlayanlar vardı ve tabiî ki anlamayan bedeviler de vardı. “İslam’ın beş şartını yaparım ve bu bana yeter” diyen sahabiler olduğu gibi, Ebu Hureyre gibi “Peygamber’den iki kap ilim aldım, birini anlatsaydım insanlar beni vururdu” diyen sahabi de vardı. Demek bu ilmi özel sohbetlerde aldı ki, bu sohbetler anlayanlara yapılıyordu. Peygamberimiz namazdan sonra umumi sohbet yaptığı gibi, sonrasında herkes dağılınca Ebubekir, Ömer, Ebu Hureyre vs…siz kalın” dedikleri oluyordu. Hepsi sahabi ve hepsi Allah katında değerli ama idrakler farklı.. Dini anlamanın da mertebeleri vardır ve herkes idrakine göre farklı anlar, ikinci kap bilgi işte bu tür sohbetlerde edinilmiştir. Mesela sahabiden biri peygamberimize gelip, “kâinat yaratılmadan önce onun bulunduğu yerde ne vardı” diye çok felsefî bir soru soruyor. Peygamberimiz “Allah vardı, başka bir şey yoktu” diyor. Allah ve boşluk vardı demiyor. Böyle dese idi sahabi; boşluk Allah’ın dışında mıydı, içinde mi diye sorardı.
  11. Vahdet-i vücud’da, Vahdet-i şuhud’da Hakiki Varlık Allah’tır diyor. Peki, Vahdet-i vücud İmam-ı Rabbani’de nereye oturur? Vahdet-i şuhud İmam-ı Rabbani’ye göre son nokta mıdır? İmam-ı Rabbani; “Vahdet-i vücud, bir algıdır, tasavvufî yolculukta insanın algıları değişir, insan farklı zamanlarda farklı şeyler algılar. Bir mertebe Vahdet-i vücud mertebesidir, bir mertebe de Vahdet-i şuhud ve fakat bu da son nokta değildir, onun üstü abddiyyet mertebesidir” der. Yani İmamı Rabbani, “ Vahdet-i vücudu, Vahdet-i şuhudu da aşıp, abdiyet makamına erin” diyor.
  12. Daha iyi anlamak için örnek verirsek; bir ağacın üzerinde bir kuş yuva yapmış olsun. Ve yavruları var, gagasıyla onları besliyor…. İnsanlar bu manzarayı görse neler düşünebilirler? Herkes kendi algısına göre bir şey düşünür; “kuşu yakalasam ve ızgarasını yapsam” diyenler olabilir; “Kuşun tüyleri de ne güzelmiş” diyenler çıkabilir çünkü idrakleri bu kadar… Başka biri, “bu anne kuş ve şu an yavrularını besliyor, onlara rezzak oluyor; Allah’ta tüm mevcudatın rızık vericisi” diye düşünüyor. Yani kuşun yavrularını beslemesini görüp Allah’ın Rezzak olduğunu hatırlıyor. Dördüncü bir kişi de; “burada sadece Rezzak var” diyor. Bu kişi bir gül gördüğünde, ki o gülü göremez, Cemil’i görür. Bir aslanın tavşanı kaptığını görse, ki olayın farkına değil, Kahhar’ın farkına varır. Başka bir kişi de, ki bu Vahdet-i şuhud ehlidir ; “Burada sadece Rezzak isminin zuhurunu görüyorum, ama ben hayal meyal görsem de görmesem de orada yavrularını besleyen bir kuş var” der. Bu tıpkı şuna benziyor; gündüz yıldızları biz göremesek de yıldızlar oradadır, ama biz onları sadece gece olduğunda görebiliriz, işte bu, vahdet-i şuhuddur” diyor. Vahdet-i vücud ehli bu durumda sarhoşluk haliyle “güneşten başkası yok” derdi. Altıncı bir kişi de, orada kuşu ve Rezzak isminin tecellisini ayrı ayrı görür. İmamı Rabbani’ye göre “bu kişi abdiyet-kulluk mertebesindedir”. Ve “ abdiyet makamı vahdet-i vücuddan da, vahdet-i şuhuddan da üstündür” der. Sadece kuşu gören birinci kişi avamdır, her kötülüğü yapabilir, çünkü aklına hiç Allah’ı getirmez. Altıncı kişi ise âlemi irşad edebilecek yapıdadır. İşte İmamı Rabbani “varlık” konusunu böyle anlatır.
  13. İmamı Rabbani vahdet-i vücud için; “Tasavvuf yolunda ulaşılması, fakat aşılması gereken bir mertebedir” der. Yani İmamı Rabbani vahdet-i vücudu kabul eder, ama son mertebe olmadığını söyler.Tüm tartışma buradadır. Ehl-i Vahdet-i Vücud ise bundan öte bir merhale olduğunu kabul etmez. Yoksa İmam-i Rabbani Vahdet-i Vücud ehlini sanıldığı gibi sapkın görüyor değildir, sadece eksik görmektedir.
  14. “Vahdet-i vücud, bir meşreb ve bir hal ve bir nakıs mertebedir. Fakat zevkli, neşeli olduğundan, seyri sülukta o mertebeye girdikleri vakit çoğu çıkmak istemiyorlar, orada kalıyorlar; en münteha mertebe zannediyorlar” (18.Mektub)
  15. Peki bu altı mertebe zorunlu mudur; sahabi de de bunlar böyle yaşanmış mıdır? Sahabide de herkesin idrak seviyesi bir değildi. Ayetleri, hadisleri farklı algılayanlar olmuştur. Ebu Hureyre gibi ikinci kap ilim alanlarda olmuştur. Dinde “sır” vardır. Peygamberimiz münafıkların cenaze namazlarını kılmazmış ve fakat zahire göre hüküm verildiği için sahabiye “siz kılmayın” da demezmiş. Ve peygamberimiz sadece Hz. Huzeyfe’ye bu sırrı vermiş, münafıkların isimlerini ona bildirmiştir. Hz. Ömer “Peygamberimizin vefatından sonra sadece Huzeyfe’ye bakar oldum, çünkü kimlerin münafık olduğunu sadece o biliyordu” demiştir.
  16. Makamı Abdiyete çıkmak için vahdet-i vücuddan ya da vahdet-i şuhuddan geçmek şart mıdır? Ankara’ya gitmenin bir çok yolu vardır; otobüsle, arabayla, trenle, uçakla vs…Otobüsle ya da arabasıyla giden belli yerlere uğrar. Fakat uçakla giden bu yerlere uğramadan Ankara’ya varır. Şart diye bir şey yoktur, Allah lütfundan bazı şahısları uçakla götürebilir.
  17. Hoca dersi şu cümlelerle bitirdi; Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır. Herkes bir yoldan Allah’a iyi bir kul olmak için yolunu alır, şayet çabalar ise. Bir adım yaklaşırsak O da bize gelir. Fakat bizden, başlangıç olarak yürümeyi, hareket etmemizi bekliyor.
  18. Arkadaşımla ayrılırken Zühre, Katre, Reşha yollarını konuştuk, tüm bu anlatılanlardan sonra Metin Abi’nin yaptığı seminer de zihinlerimizdeydi…
  1. “Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi, muhtelif tarzlarda bâzı tayyâre, bâzı otomobil, bâzı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa, yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkıne beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm, en leziz bir âb, en şirin bir ziyâ her tarafta görünüyor.
  2. Baktım ki, o asansörler gibi nurânî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir” (30.söz)
 
Üst