Muhabbet

Muhabbet; sevgi, kalbî alâka, herhangi bir şeye veya herhangi birine düşkünlük mânâlarına gelir ki; insanın duygularını bütünüyle tesiri altına alması itibarıyla aşk, vuslat arzusuyla yanıp-tutuşma şeklinde daha derin buudlara ulaşmasına da şevk u iştiyak denir. Muhabbeti, kalbin Mahbûb-u Hakîkîyle münasebeti.. O'na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyak.. gizli-açık her meselede O'nunla mutlak mutâbakat.. her mevzuda Sevgili'nin murad ve isteklerinin kollanması.. ve vuslat demine kadar kendinden geçip ayılmama şeklinde de tarif etmişlerdir ki, bunların hepsini bir noktaya ircâ mümkündür: "Yâ Hak!" diyerek doğrulup Allah huzurunda durma ve bütün kaygılardan, fânî alâkalardan kurtulma...
Gerçek muhabbet, insanın, bütün benliğiyle Sevgili'ye yönelip O'nunla olması, O'nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder ki, böyle bir mazhariyete ermiş babayiğidin kalbi, her an Sevgili'ye ait ayrı bir mülâhaza ile atar.. hayâli, her zaman O'nun büyülü ikliminde dolaşır.. duyguları her lâhza O'ndan, başka başka mesajlar alır.. irâdesi bu mesajlarla kanatlanır ve gönlü sürekli vuslat mesîrelerinde seyahat eder.

Muhabbet kanatlarıyla nefsini aşan, aşk u şevk buudunda Rabbine ulaşan muhib, zâhirî uzuvları, bâtınî duygularıyla gönlünün Sultanı'na ait hak ve mükellefiyetlerini yerine getirirken, kalbi hep O'nu müşâhede ile meşgul; hüviyeti, Hakk'ın sübühât-ı vechiyle[1] yanmış ve hayrette; dudağında kâse-i aşk ve önünde bir bir gayb perdeleri aralanırken o, bu perdelerin arkasından sızan baş döndürücü mânâların mütâlaasıyla mahmûr ve erişilmez bir temâşâ zevki içindedir. Yürürken Hakk'ın emriyle yürür, dururken O'nun emriyle durur. Konuşurken O'ndan esintilerle konuşur, susarken de O'nun hesabına susar. O, kimi zaman "billâh", kimi zaman "minallah", kimi zaman da "maallah" ufkundadır.

Muhabbet, Hakk'a nisbet edildiğinde ihsan, halka isnat edilince de baş eğme, söz dinleme, kayıtsız-şartsız inkıyâd etme mânâlarına da hamledilmiştir ki, Râbiatü'l-Adeviyye'nin:

"Allah'a isyan edip durduğun halde O'nun muhabbetinden dem vuruyorsun.. kasem ederim bu anlaşılır gibi değil! Eğer muhabbetinde sâdık olsaydın O'na itâat ederdin; çünkü seven sevdiğine itâat eder."[2] sözleri, bu mülâhazayı ifade etme bakımından oldukça ehemmiyetlidir.

Muhabbetin iki önemli rüknü vardır:

1) Zâhirî ki; her zaman Sevgili'nin hoşnutluğunu takip etmektir,

2) Bâtınî ki; iç âlemini O'nunla alâkalı olmayan her şeye karşı bütün bütün kapamaktır. Hak erleri, muhabbet dediklerinde bu mânâdaki muhabbeti kastederler. Onlara göre, lezzet, menfaat, hatta mânevî hazlara karşı duyulan alâkaya muhabbet denmez; dense dense ona "mecâzî sevgi" denir.

Ne var ki, muhabbet-i hakîkî dahi olsa, Mahbûb'a taalluku itibarıyla, herkeste aynı seviyede değildir:

1) Avamın muhabbeti, düşe-kalka bir muhabbettir ki, bunlar, Hakikat-i Ahmediye'nin (a.s.) gölgesinde ihsan rüyâları görür, mârifet şafaklarına dair emâreler müşâhede eder ve yer yer ötelerden şahaplarla ürperir ve uzaktan uzağa hayret ra'şeleri duyarlar.

2) Havâssın muhabbeti ki; onlar, muhabbet âleminin üveykleri gibidirler. Hemen her zaman Kur'ân'ın aydınlık dünyasında Ahlâk-ı Muhammedî'yi (s.a.s.) temsille ömürlerine derinlik kazandırır ve onu temsil ederken de, maddî-mânevî, bedenî-ruhî hiçbir beklentiye girmez, hiçbir zevke talip olmazlar.. vazifelerini en seviyeli şekilde yerine getirip başarılı bir temsil sergileyebilirlerse, tıpkı salkımları ağırlaşan meyve ağaçları gibi, tevâzu kanatlarını yerlere kadar indirir ve "Sevgili!" der inlerler.. bir falso ve fiyaskoyla sarsıldıklarında da nefislerinin başına çullanır ve onunla yaka-paça olurlar.

3) Havâs ötesi havâssın muhabbetidir ki; bunlar Muhammedî (s.a.s.) semâda yağmurla bütünleşmiş bulutlar gibidirler; varlığı O'nunla duyar, O'nunla yaşar, O'nunla görür, O'nunla soluklarlar. Hiç bitmeyen bir devr-i dâim içinde sürekli dolar-boşalır; dolarken, hasret, çile ve vuslat arzusuyla dolarlar; boşalırken de ışığa biner, yeryüzüne iner ve canlı-cansız bütün varlığı şefkatle kucaklarlar.

Muhabbet seviyeleri farklı dahi olsa, O'na aşk u iştiyakla yönelen herkes, alâkasının seviyesine göre mukabele ve iltifâta mazhar olur. Birinciler, hususî rahmet ve inâyet bulurlar O'nun kapısında.. ikinciler, celâlî ve cemâlî sıfatların idrâk ufkuna ulaşır, beşerî boşluklardan ve karanlıklardan kurtulurlar.. üçüncüler, O'nun vücudunun nurlarıyla ziyâdâr olup eşyânın hakikatine uyanır ve varlığın perde arkasıyla münasebete geçerler. Yani Cenâb-ı Hak evvelâ, sübühât-ı vechiyle tecelli edip, sevdiği kimselerin cismânî ve zulmânî sıfatlarını yakar-yıkar, sonra da cemâlî nurlarıyla onları, sem' u basar gibi ilâhî sıfatlar dairesine alır; damlayı derya, zerreyi de güneş yapar. Yani onları, benlik ve nefisleri cihetiyle acz ü fakra uyarır, yok oldukları iz'ânına ulaştırır ve gönüllerini Zât-ı Ulûhiyetin envâr-ı vücûduyla doldurur.

Bu mazhariyete eren muhib, varlık ve yoklukla izâh edilmeyen bir ebedî hayata erer ve ateşte kızarmış bir demirin, ateş olmadığı halde, kendini ateş zannedip "ben ateşim" dediği gibi, o da duyuş ve sezişlerini bu türlü hulûl ve ittihâd şâibeli sözlerle mırıldanır. Bu türlü durumlarda esas olan göz açıklığı ve Sünnet mîzanlarıdır. Ama; hâl'e mağlup, müşâhede ve hazlarıyla mahmûr hak erleri, bazen bu gerçeğe muhalif beyânda da bulunabilirler. Bu gibi durumlarda, insafla onların niyetlerini araştırmak ve aceleden hüküm vermemek çok önemlidir. Aksine, insan farkına varmadan اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ أَحَبَّ "Kişi sevdiğiyle beraberdir."[3] sözüyle maiyyet-i ilâhiyeye mazhar pek çok kimseye düşmanlık beslemiş ve مَنْ عَادَى لِي وَلِيًّا kudsî hadisinde ifâde buyurulduğu gibi, Allah dostlarına düşmanca tavır almakla, Allah'a karşı ilân-ı harp etmiş olur.[4]

DUA VE MUHABBETLE..
HAYIRLI ZAMANLAR
 

NİSANUR

Well-known member
Üstadım İmam-ı Rabbânî, aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: "Mehâsin-i Yusufiye, mehâsin-i uhreviye nevinden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nevinden değildir ki, kusur olsun."
Ben de derim: Ey Üstad, o tekellüflü bir tevildir. Hakikat şu olmak gerektir ki: O muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.
Evet, şefkat bütün envâıyla lâtîf ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok envâına tenezzül edilmiyor.

mektubat
 

NİSANUR

Well-known member

Evet, hiç mümkün müdür ki, insan, umum mevcudât içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuâtıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan İmân ile Onu tanımazsa; hem, bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse, mukabilinde insan ibâdetle kendini Ona sevdirmese; hem, bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse, mukabilinde insan şükür ve hamd ile Ona hürmet etmese, cezasız kalsın, başıboş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelâl, bir dâr-ı mücâzât hazırlamasın?

sözler
 

NİSANUR

Well-known member

BİRİNCİ NÜKTE
Birinci defa
b442.gif
bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivâdan tecrit ediyor, kesiyor. Şöyle ki:
İnsan, mahiyet-i câmiiyeti itibarıyla, mevcudatın hemen ekserîsiyle alâkadardır. Hem insanın mahiyet-i câmiasında hadsiz bir istidad-ı muhabbet derc edilmiştir. Onun için, insan da umum mevcudata karşı bir muhabbet besliyor. Koca dünyayı bir hanesi gibi seviyor. Ebedî Cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor. Halbuki, muhabbet ettiği mevcudat durmuyorlar, gidiyorlar. Firaktan daima azap çekiyor. Onun o hadsiz muhabbeti, hadsiz bir mânevî azâba medar oluyor.
O azâbı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azâbıyla çekiyor.
İşte bu kusurdan teberri edip o fâni mahbubattan kat-ı alâka etmek, o mahbuplar onu terk etmeden evvel o onları terk etmek cihetiyle Mahbub-u Bâkîye hasr-ı muhabbeti ifade eden Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî olan birinci cümlesi, "Bâkî-i Hakikî yalnız Sensin. Mâsivâ fânidir. Fâni olan, elbette bâki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alâkasına medar olamaz" mânâsını ifade ediyor. "Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bâkisin ve Senin ibkân ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alâka-i kalbe lâyık değiller" demektir.
İşte bu hâlette kalb hadsiz mahbubatından vazgeçiyor. Hüsün ve cemalleri üstünde fânilik damgasını görür, alâka-i kalbi keser. Eğer kesmezse, mahbupları adedince mânevî cerihalar oluyor.
İkinci cümle olan Yâ Bâkî Ente'l-Bâkî o hadsiz cerihalara hem merhem, hem tiryak oluyor. Yani, "Yâ Bâkî, madem Sen bâkisin, yeter. Herşeye bedelsin. Madem Sen varsın, her şey var."
Evet, mevcudatta sebeb-i muhabbet olan hüsün ve ihsan ve kemal, umumiyetle Bâkî-i Hakikînin hüsün ve ihsan ve kemâlâtının işârâtı ve çok perdelerden geçmiş zayıf gölgeleridir, belki cilve-i Esmâ-i Hüsnânın gölgelerinin gölgeleridir.

Lemalar
 
Üst