genc_kalem
Okumak,Yaþamaktýr
Muhammed İKBAL
(1873-1938)
1873 de Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Seyalkat kentinde doğan Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne babanın oğludur. Babası Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din,hem de dünya işleriyle meşgul olurdu. Geçimini ise çalışarak elde ederdi. İkbal'ın annesi de tıpkı babası gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüşvet almakla ün yapmış birinin yanında çalışırken, acaba bunda da rüşvet var mı düşüncesiyle çok defa beyinin kazancından yemekten sakınırdı.Ancak daha sonra beyinin kazancının rüşvetle ilgisi olmadığına kanaat getirerek ondan yerdi.
Muhammed İkbal'ın devamlı Kur'an-ı Kerim okumakta olduğunu gören babası, bir gün ona Kur'an-ı Kerim'i anlamak istiyorsan, 'sana indiriliyormuş gibi oku' dedi.
İkbal çocukluğundaki ilk eğitimini evinde babasından aldı. Daha sonra Kur'an-ı Kerim'i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kısmını ezberledi. Bu merhaleden sonra babasının arkadaşı Mir Hüseyin'in görev yaptığı bir okula gitti.Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocası olarak İkbal'e İslâmi edebiyatını sevdirdi. Burayı bitirdikten sonra Pencap eyaletinin başkenti Lahor'a giden Muhammed İkbal, orada hükümete ait bir okula girdi.
Zaten Lahor bir çok lisenin bulunduğu bir şehirdi. Burada felsefe ve İngilizceden öğretmenlik diploması alan İkbal, Lahor'da doğu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. İşte Muhammed İkbal bu devrede şiir yazmaya başlayarak yavaş yavaş ismini duyurdu.
1905 de Londra'daki Chambrich üniversitesine girmek için İngiltere'ye giden İkbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap dili ve edebiyâtı fakültesinde hocalık yaparken bir taraftan da çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferansları onun Londra'da çok tanınmasına sebep olmuştu.
Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalında doktora yaptı. 1908 de Hindistan'a döndüğünde, onun yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
İkbal Hindistan'daki çalışma hayatına avukat olarak başlarken onun bu görevdeki çalışması, doğruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.
Haklılığına inanmadığı ve hakkını alamayacağı kişinin davasına bakmazdı.
Daha sonra Lahor'da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyatı bölümünde hocalığa devam eden İkbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrıldı.
Hocalık görevinden istifa edişinin sebebi kendisine sorulduğunda cevaben: "İngilizlere hizmet etmek zordur. Ben istediğimi insanlara anlatamıyordum. Şimdi ise hürüm, dilediğimi söyler ve dilediğimi yaparım" diyordu.
Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine rağmen hiç bir zaman eğitim ve öğretim işlerinden geri kalmamıştı. Devamlı olarak Lahor'daki İslâm akademisiyle irtibat halinde olan İkbal orada dersler verirken, çeşitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Afgan hükümetinin daveti üzerine Afgan eğitim komisyonuna da iştirak etmişti.
Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti.Onun bu konudaki düşüncesi ise: "Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir." şeklinde idi.
Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan'daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında büyük tesiri olmuştu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen İkbal aynı zamanda "Rabitatül İslâmiye" adlı merkezi Suudi Arabistan'da olan bir cemiyette de çalışmalar yapmıştı.
1930 da Pakistan devletinin kuruluşu konusunda kendisine has görüşüyle insanların huzuruna çıkan İkbal Hindistan'ın bölünmesinin din, ırk ve dil esasına göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüşünü daha sonra Pakistan devlet başkanı olacak olan Muhammed Ali Cinnah'a anlatırken, şiir ve konuşmalarında bu düşüncesine oldukça fazla yer vermişti.
Daha sonra 1932 de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır.
Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938 de Allah'ın rahmetine kavuşur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu şiirini yazmıştı:
"Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak
Müminin alametlerindendir '
Muhammed İkbal ehli takva bir evde doğup büyüdüğü ve babasının arkadaşı olan Mir Hüseyin'in tesirinde çok kaldığı için takvaca ve şahsiyetinin olgunlaşması konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, İslâmi şahsiyetin oluşturulması ve İslâm edebiyatı konularında çok tesir ediyor ve onları üstün birer şahsiyet olarak yetiştiriyordu.
İkbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaşlarındayken şiir yazmaya başlamıştı.Bu şiirler daha sonraları çeşitli dilere tercüme edilmişti. İkbal'ın şiir ve edebiyat bakımından büyük bir kabiliyete sahip olması onun kültürel açıdan üstün bir eğitim aldığının ve İslâmi bakımdan olgunluğunun bir göstergesidir.
Henüz 33 yaşlarında iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüş ve üstün derecelerle diplomalar almıştı. Bu konularda yazdığı eserlerden bazıları çeşitli dillere çevrilerek bu üstün şahsiyetin fıkirlerinden başkalarının da istifadesi sağlanmıştı.
İkbal belki bir vaiz ve filozof değildi ama herşeyden önce Allah'a samimi olarak iman etmiş cesaretli, kendine güvenen ve düşüncelerinde belirli özellikleri olan bir kişiydi. O şiirlerinde hayatın gerçeklerine bakar, fıtratındaki şiire olan yatkınlığıyla bu konuları en tesirli bir şekilde izah ederdi. İşte İkbal bu vasıflarıyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çıkmaktadır.
İKBAL'İN ISLAH YOLUNDAKİ ÇALIŞMALARI
Muhammed İkbâl hayata bakış felsefesini ve görüşlerini şiirlerinde işlemiştir. Onun ıslah yolundaki belli başlı düşünceleri şunlardır:
1- Muhammed İkbal İslâma ve müslümanlara hayranlıkla dolu bir müslümandı. Ona göre müslümanın toprağında sınır olamazdı. Çünkü bütün müslümanların vatanı birdir. İkbal'ın bu konuda yazmış olduğu bir çok kahramanlık destanları vardır. O doğusuyla ve batısıyla bütün müslümanları kuşatmıştır.
Ona göre insanlığın saadetini gerçekleştirecek tek hükümet İslâmdır. Şiirlerinde sürekli olarak İslâmiyetin devlet olarak yaşandığı ve beşeriyete gönderildiği devirleri işlerdi.
İkbal İslâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacağını çünkü İslâm ümmetinin ebediyyen kalıcı değer üzerine bina edildiğini söylüyordu.
Diğer taraftan da üzülerek İslâm ümmetinin acı hallerini dile getiriyordu. Bir şiirinde bu konuyu şöyle gündeme getirmiştir:
Hak olan ezan devamlı aralarında olan
İslâm ümmeti ebedi kalacaktır.
La ilahe illallah'ın aşkından kalbler tutuşmaktadır."
Eğer geçmişinde İslâm medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. 1908'de Avrupa'dan Hindistan'a dönerken Sekille Adasına uğramış eskiden oranın İslâm medeniyetine beşik olduğunu hatırlayarak kendi kendine:
Göz yaşıyla değil kan akıtarak ağla.
İşte burası İslâm medeniyetinin gömüldüğü yerdir.
diyerek ağlamıştır. 1932 de Londra'daki kongreden dönerken İspanya'ya uğramış, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü'min bir şair olarak İslâm medeniyetinin bir harikası olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunmamış ve içinde namaz kılınmamış bu camide iki rekat namaz kılmıştı.
İkbal müslümanların geleceği konusunda oldukça iyi düşünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba'da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarında durmuş şöyle diyordu:
Ey şanlı nehir şu anda senin kenarında duran kişi
çok güzel bir hayal içindedir.
Bu adam geleceğin aynasında yeni bir dönem görmektedir.
Bu dönemin müjdeleri gözükmeye başladı.
Fakat henüz insanların gözünden saklı durumdadır. ·
Eğer Avrupa bu dönemi şu anda farketse
aklını kaybedip deliye dönerdi.
Muhammed İkbal'ın Avrupa'da eğitim görüp onların arasında uzun bir müddet kalmasına rağmen hiç bir zaman onların kültürlerine aldanmamıştı. O Avrupa medeniyetinin insanları kardeş yapacağına, insanlığa saadet getireceğine inanmıyordu. Çünkü Avrupa'nın medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti
Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun eğdirmişti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun olduğu için şaşkınlıklar içinde acıyla kıvranmaktaydı. Bu medeniyet ıslah etme ve merhamet etme özelliğine sahip değildi. İşte bundan dolayı devamlı olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterişine kanarak onun tuzağına düşmekten sakınmalarını söylerdi.
Ama maalesef ümmetten bazıları bu tuzağa düşerek bütün izzetlerini kaybederek zayıfladılar ve varlıklarını yitirdiler. İkbal yazı ve şiirlerinde müslümanları derinlemesine İslâmı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü "müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâmın asıl kaynağı olan Kur'an ve sünnettedir" diyordu. Ne zaman İslâmdan ve Resulullah'tan bahsetse, gurur ve iftiharla şöyle derdi:
"Eğer yıldızlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yolların rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed'e bağlayarak, onun bereketli ayak tozuna karışarak bahtiyar insanların gözüne sürecekleri sürme oldum."
2- İkbal'in görüşlerinin temelini, en çok ehemmiyet verdiği nefsi terbiye konusu oluşturmaktadır. Çünkü insanın saadeti ve hayatın temeli,nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İşte bunun için ikbal sürekli olarak kişinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan devamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi.
İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir.
Kişinin kendisine güvenmesi,konusunda şöyle diyordu:
"Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah'a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O etrafındakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı."
İşte insan nefsini şehvetlerden ve çeşitli korkulardan alıkoyar ona hakim olursa başkaları o insana hükmedemez. İslâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kişiyi kendisini olgunlaştırmaya çağırmaktadır. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. İslâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçekleştirmektedir.
Örneğin inanç konusunda nefsi şüphelerden,korku ve şehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanın kalbine yerleştirerek devamlı olarak onu tembellikten alıkoyar onu çalışmaya ve istikbale dair hazırlıklar yapmaya teşvik eder. İşte İslâm inancı bu vasıflarıyla her türlü zorluğu yenerek aşmakta ve insanlık için gerçek hürriyeti ve eşitliği sağlamaktadır. İkbal bu düşünceleriyle aynı zamanda Hindistan'da yaygın olan ve bazı usüllerinde İslâma zıt hareket eden tasavvufi anlayışa da karşı olduğunu ortaya koymuş oluyordu.
Çünkü o zamanlar Hindistan yarımadasında hurafelerle karışık bir çok tasavvufi akım vardı ki, bunlar genel olarak "Vahdet-i Vücut" inancında olup, görünen varlığı inkar esasına dayanıyorlardı. İkbal onları İslâmi olmayan tasavvufi akım diye isimlendirmişti.
3- İkbal'ın gerçekleştirmek istediği hedeflerden birisi de Dünya İslâm Devletinin kurulmasıydı. O her ne kadar kişinin ferdi değerini idrak etmiş ve görüşlerinin aslını nefsi terbiye oluşturmuşsa da bunu da yeterli olmadığını biliyordu.
Onun için ferdi cemaat için, cemaatı da fert için bir ayna kabul ediyordu. Eğer fert görevini yerine getirmese bu noksanlığın cemaata da sıçrayacağına inanıyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır.
Eğer hata yapsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde şöyle diyor:
"Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı bir
damla iken nehir olur.
Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her
şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur."
İşte bu cemaatın elbette bir davası ve onları birarada tutan prensipleri olmalıdır. Yine bu hedeflerin gerçekleşmesi ferdin ve cemaatin saadetinin sağlanması lazımdır. Ayrıca bu hedefler bütün beşeriyetin saadetini de sağlamalıdır. Ki, işte İslâm tüm insanlığın mutluluğunu gerçekleştirecek tek din olarak ortadadır.
Bunun için İkbal bütün müslümanları içine alabilecek ve insanlığın saadetini sağlayacak olan bir İslâm devletinin zaruri oiduğunu devamlı söyliyerek İslâmi devletin gerçekleşmesi yolunda çok gayretler sarfetmiştir.
O bu çalışmaları esnasında hiç bir zaman herhangi bir ırki taassuba düşmemiştir. Müslümanlar için muayyen bir toprağın olmayacağını esasta İslâmın tatbik edildiği yerin müslümanın vatanı olduğuna inanarak şöyle derdi:
"Irkçılık taassubu İslâm ümmeti arasındaki
irtibatı ve İslâmi ilişkileri kesmiştir."
İşte Hindistan'da yaşayan müslümanlar için müstakil bir İslâmi devletin olmasını, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanları bağrına basması gerektiğini söyleyerek, Pakistan'ın kuruluşuna temel hazırlayanlardan birisi olmuştu.
İkbal'in çalışmalarının neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yıl sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulması olmuştur. Çünkü bu devletin kurulmasıyla birlikte Hindistan'da bir taraftan hinduların zulmü altında ezilen, diğer taraftan İngilizlerin sömürgesi altında olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavuşmuşlardı.
Pakistan İslâmın hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmuştu. Elbette orada müslümanların sözü geçmeli ve huzur bulmalıydılar. Gerçi Pakistan kuruluşundan şimdiye kadar bir çok olumlu aşamalar geçirmiştir ama henüz arzu edilen seviyeye ulaşmamıştır.
Pakistan'ın kuruluşu hakkında bir araştırmacının dediği gibi, kısa sürede devlet olan ve ıslah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan'ın İslâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz.
Allah rahmet etsin. Amin...
Fethi Yeken
(1873-1938)
1873 de Pakistan'ın Pencap eyaletine bağlı Seyalkat kentinde doğan Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne babanın oğludur. Babası Muhammed Nur çok muttaki birisi olarak hem din,hem de dünya işleriyle meşgul olurdu. Geçimini ise çalışarak elde ederdi. İkbal'ın annesi de tıpkı babası gibi ehli takva birisiydi. Hatta beyi rüşvet almakla ün yapmış birinin yanında çalışırken, acaba bunda da rüşvet var mı düşüncesiyle çok defa beyinin kazancından yemekten sakınırdı.Ancak daha sonra beyinin kazancının rüşvetle ilgisi olmadığına kanaat getirerek ondan yerdi.
Muhammed İkbal'ın devamlı Kur'an-ı Kerim okumakta olduğunu gören babası, bir gün ona Kur'an-ı Kerim'i anlamak istiyorsan, 'sana indiriliyormuş gibi oku' dedi.
İkbal çocukluğundaki ilk eğitimini evinde babasından aldı. Daha sonra Kur'an-ı Kerim'i okumak için medreseye gitti ve büyük bir kısmını ezberledi. Bu merhaleden sonra babasının arkadaşı Mir Hüseyin'in görev yaptığı bir okula gitti.Mir Hüseyin Arapça ve Farsça hocası olarak İkbal'e İslâmi edebiyatını sevdirdi. Burayı bitirdikten sonra Pencap eyaletinin başkenti Lahor'a giden Muhammed İkbal, orada hükümete ait bir okula girdi.
Zaten Lahor bir çok lisenin bulunduğu bir şehirdi. Burada felsefe ve İngilizceden öğretmenlik diploması alan İkbal, Lahor'da doğu dilleri fakültesine hoca olarak tayin edildi. İşte Muhammed İkbal bu devrede şiir yazmaya başlayarak yavaş yavaş ismini duyurdu.
1905 de Londra'daki Chambrich üniversitesine girmek için İngiltere'ye giden İkbal, oradan felsefe ve iktisat bölümünü üstün bir derece ile bitirerek mezun oldu. Londra'da üç sene kadar kalan İkbal, burada Arap dili ve edebiyâtı fakültesinde hocalık yaparken bir taraftan da çeşitli İslâmi konularda bir dizi konferans verdi. Bu konferansları onun Londra'da çok tanınmasına sebep olmuştu.
Yine Londra'da kaldığı müddet içinde hukuk üzerine okuyan İkbal savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya'ya giderek Münih Üniversitesinde felsefe dalında doktora yaptı. 1908 de Hindistan'a döndüğünde, onun yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı.
İkbal Hindistan'daki çalışma hayatına avukat olarak başlarken onun bu görevdeki çalışması, doğruluk ve emanete örnek olarak gösteriliyordu.
Haklılığına inanmadığı ve hakkını alamayacağı kişinin davasına bakmazdı.
Daha sonra Lahor'da hükümete ait bir okulda Arap dili ve edebiyatı bölümünde hocalığa devam eden İkbal, bu görevinde fazla kalmayarak ayrıldı.
Hocalık görevinden istifa edişinin sebebi kendisine sorulduğunda cevaben: "İngilizlere hizmet etmek zordur. Ben istediğimi insanlara anlatamıyordum. Şimdi ise hürüm, dilediğimi söyler ve dilediğimi yaparım" diyordu.
Hükümetteki bu resmi görevinden istifa etmesine rağmen hiç bir zaman eğitim ve öğretim işlerinden geri kalmamıştı. Devamlı olarak Lahor'daki İslâm akademisiyle irtibat halinde olan İkbal orada dersler verirken, çeşitli üniversitelerde de ilmi konferanslar veriyordu. Bu arada Afgan hükümetinin daveti üzerine Afgan eğitim komisyonuna da iştirak etmişti.
Muhammed İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti.Onun bu konudaki düşüncesi ise: "Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet etmektir." şeklinde idi.
Müslüman Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan'daki müslümanların hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında büyük tesiri olmuştu. 1926 da Pencap eyaletinden Hukuk Komisyonuna seçilen İkbal aynı zamanda "Rabitatül İslâmiye" adlı merkezi Suudi Arabistan'da olan bir cemiyette de çalışmalar yapmıştı.
1930 da Pakistan devletinin kuruluşu konusunda kendisine has görüşüyle insanların huzuruna çıkan İkbal Hindistan'ın bölünmesinin din, ırk ve dil esasına göre taksimini öngörüyordu. O zaman bu görüşünü daha sonra Pakistan devlet başkanı olacak olan Muhammed Ali Cinnah'a anlatırken, şiir ve konuşmalarında bu düşüncesine oldukça fazla yer vermişti.
Daha sonra 1932 de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır.
Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938 de Allah'ın rahmetine kavuşur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu şiirini yazmıştı:
"Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak
Müminin alametlerindendir '
Muhammed İkbal ehli takva bir evde doğup büyüdüğü ve babasının arkadaşı olan Mir Hüseyin'in tesirinde çok kaldığı için takvaca ve şahsiyetinin olgunlaşması konusunda oldukça ileri bir merhaledeydi. Çünkü Üstad Mir Hüseyin talebelerine özellikle akide, İslâmi şahsiyetin oluşturulması ve İslâm edebiyatı konularında çok tesir ediyor ve onları üstün birer şahsiyet olarak yetiştiriyordu.
İkbal çok zeki ve ince duygulu birisiydi. Daha çok genç yaşlarındayken şiir yazmaya başlamıştı.Bu şiirler daha sonraları çeşitli dilere tercüme edilmişti. İkbal'ın şiir ve edebiyat bakımından büyük bir kabiliyete sahip olması onun kültürel açıdan üstün bir eğitim aldığının ve İslâmi bakımdan olgunluğunun bir göstergesidir.
Henüz 33 yaşlarında iken felsefe, iktisat, hukuk ve edebiyat gibi bir çok ilimlerde tahsil görmüş ve üstün derecelerle diplomalar almıştı. Bu konularda yazdığı eserlerden bazıları çeşitli dillere çevrilerek bu üstün şahsiyetin fıkirlerinden başkalarının da istifadesi sağlanmıştı.
İkbal belki bir vaiz ve filozof değildi ama herşeyden önce Allah'a samimi olarak iman etmiş cesaretli, kendine güvenen ve düşüncelerinde belirli özellikleri olan bir kişiydi. O şiirlerinde hayatın gerçeklerine bakar, fıtratındaki şiire olan yatkınlığıyla bu konuları en tesirli bir şekilde izah ederdi. İşte İkbal bu vasıflarıyla büyük ve gerçek bir mücahid. olarak ortaya çıkmaktadır.
İKBAL'İN ISLAH YOLUNDAKİ ÇALIŞMALARI
Muhammed İkbâl hayata bakış felsefesini ve görüşlerini şiirlerinde işlemiştir. Onun ıslah yolundaki belli başlı düşünceleri şunlardır:
1- Muhammed İkbal İslâma ve müslümanlara hayranlıkla dolu bir müslümandı. Ona göre müslümanın toprağında sınır olamazdı. Çünkü bütün müslümanların vatanı birdir. İkbal'ın bu konuda yazmış olduğu bir çok kahramanlık destanları vardır. O doğusuyla ve batısıyla bütün müslümanları kuşatmıştır.
Ona göre insanlığın saadetini gerçekleştirecek tek hükümet İslâmdır. Şiirlerinde sürekli olarak İslâmiyetin devlet olarak yaşandığı ve beşeriyete gönderildiği devirleri işlerdi.
İkbal İslâm ümmetinin hiç bir zaman yok olmayacağını çünkü İslâm ümmetinin ebediyyen kalıcı değer üzerine bina edildiğini söylüyordu.
Diğer taraftan da üzülerek İslâm ümmetinin acı hallerini dile getiriyordu. Bir şiirinde bu konuyu şöyle gündeme getirmiştir:
Hak olan ezan devamlı aralarında olan
İslâm ümmeti ebedi kalacaktır.
La ilahe illallah'ın aşkından kalbler tutuşmaktadır."
Eğer geçmişinde İslâm medeniyetini yaşamış herhangi bir yere gitse oranın maziye karışmış halini hatırlar ve üzülürdü. 1908'de Avrupa'dan Hindistan'a dönerken Sekille Adasına uğramış eskiden oranın İslâm medeniyetine beşik olduğunu hatırlayarak kendi kendine:
Göz yaşıyla değil kan akıtarak ağla.
İşte burası İslâm medeniyetinin gömüldüğü yerdir.
diyerek ağlamıştır. 1932 de Londra'daki kongreden dönerken İspanya'ya uğramış, orada Kurtuba Mescidini ziyaret ederek mü'min bir şair olarak İslâm medeniyetinin bir harikası olan bu caminin önünde bir müddet duygulu duygulu durduktan sonra senelerden beri ezan okunmamış ve içinde namaz kılınmamış bu camide iki rekat namaz kılmıştı.
İkbal müslümanların geleceği konusunda oldukça iyi düşünceler ve ümitler besleyen birisiydi. Bir gün Kurtuba'da "Büyük Vadi" isimli nehrin kenarında durmuş şöyle diyordu:
Ey şanlı nehir şu anda senin kenarında duran kişi
çok güzel bir hayal içindedir.
Bu adam geleceğin aynasında yeni bir dönem görmektedir.
Bu dönemin müjdeleri gözükmeye başladı.
Fakat henüz insanların gözünden saklı durumdadır. ·
Eğer Avrupa bu dönemi şu anda farketse
aklını kaybedip deliye dönerdi.
Muhammed İkbal'ın Avrupa'da eğitim görüp onların arasında uzun bir müddet kalmasına rağmen hiç bir zaman onların kültürlerine aldanmamıştı. O Avrupa medeniyetinin insanları kardeş yapacağına, insanlığa saadet getireceğine inanmıyordu. Çünkü Avrupa'nın medeniyeti sadece maddi bir medeniyetti
Evet bu medeniyet ilmiyle ve organizesiyle tüm dünyaya boyun eğdirmişti ve kendi gayesi için tabiatla alay ediyordu. Ama imandan yoksun olduğu için şaşkınlıklar içinde acıyla kıvranmaktaydı. Bu medeniyet ıslah etme ve merhamet etme özelliğine sahip değildi. İşte bundan dolayı devamlı olarak müslümanlara özellikle de gençlere bu medeniyetin gösterişine kanarak onun tuzağına düşmekten sakınmalarını söylerdi.
Ama maalesef ümmetten bazıları bu tuzağa düşerek bütün izzetlerini kaybederek zayıfladılar ve varlıklarını yitirdiler. İkbal yazı ve şiirlerinde müslümanları derinlemesine İslâmı öğrenmeye çağırırdı. Çünkü "müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâmın asıl kaynağı olan Kur'an ve sünnettedir" diyordu. Ne zaman İslâmdan ve Resulullah'tan bahsetse, gurur ve iftiharla şöyle derdi:
"Eğer yıldızlar ve gezegenler boyun bükerse buna hayret etmeyiniz. Çünkü ben kendini yolların rehberi, peygamberlerin sonuncusu ve insanlarla cinlerin önderi olan Hz. Muhammed'e bağlayarak, onun bereketli ayak tozuna karışarak bahtiyar insanların gözüne sürecekleri sürme oldum."
2- İkbal'in görüşlerinin temelini, en çok ehemmiyet verdiği nefsi terbiye konusu oluşturmaktadır. Çünkü insanın saadeti ve hayatın temeli,nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İşte bunun için ikbal sürekli olarak kişinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan devamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi.
İkbal cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir.
Kişinin kendisine güvenmesi,konusunda şöyle diyordu:
"Başkalarının nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun hiç kimseden, su bile isteme. Allah'a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü. O etrafındakilerden hiç birinden onu kendisine vermelerini istemeyip, bizzat atından inerek kendisi almıştı."
İşte insan nefsini şehvetlerden ve çeşitli korkulardan alıkoyar ona hakim olursa başkaları o insana hükmedemez. İslâm bu nefsi terbiyeye çok büyük önem vermekte ve kişiyi kendisini olgunlaştırmaya çağırmaktadır. Nefsini güzel ahlak ve faziletlerle süslemesini istemektedir. İslâm, nefsi terbiye etmeyi kendine has usullerle gerçekleştirmektedir.
Örneğin inanç konusunda nefsi şüphelerden,korku ve şehvetlerden men ederek gerçek tevhidi insanın kalbine yerleştirerek devamlı olarak onu tembellikten alıkoyar onu çalışmaya ve istikbale dair hazırlıklar yapmaya teşvik eder. İşte İslâm inancı bu vasıflarıyla her türlü zorluğu yenerek aşmakta ve insanlık için gerçek hürriyeti ve eşitliği sağlamaktadır. İkbal bu düşünceleriyle aynı zamanda Hindistan'da yaygın olan ve bazı usüllerinde İslâma zıt hareket eden tasavvufi anlayışa da karşı olduğunu ortaya koymuş oluyordu.
Çünkü o zamanlar Hindistan yarımadasında hurafelerle karışık bir çok tasavvufi akım vardı ki, bunlar genel olarak "Vahdet-i Vücut" inancında olup, görünen varlığı inkar esasına dayanıyorlardı. İkbal onları İslâmi olmayan tasavvufi akım diye isimlendirmişti.
3- İkbal'ın gerçekleştirmek istediği hedeflerden birisi de Dünya İslâm Devletinin kurulmasıydı. O her ne kadar kişinin ferdi değerini idrak etmiş ve görüşlerinin aslını nefsi terbiye oluşturmuşsa da bunu da yeterli olmadığını biliyordu.
Onun için ferdi cemaat için, cemaatı da fert için bir ayna kabul ediyordu. Eğer fert görevini yerine getirmese bu noksanlığın cemaata da sıçrayacağına inanıyordu. Ona göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır.
Eğer hata yapsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda bir şiirinde şöyle diyor:
"Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı bir
damla iken nehir olur.
Artık onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her
şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait olur."
İşte bu cemaatın elbette bir davası ve onları birarada tutan prensipleri olmalıdır. Yine bu hedeflerin gerçekleşmesi ferdin ve cemaatin saadetinin sağlanması lazımdır. Ayrıca bu hedefler bütün beşeriyetin saadetini de sağlamalıdır. Ki, işte İslâm tüm insanlığın mutluluğunu gerçekleştirecek tek din olarak ortadadır.
Bunun için İkbal bütün müslümanları içine alabilecek ve insanlığın saadetini sağlayacak olan bir İslâm devletinin zaruri oiduğunu devamlı söyliyerek İslâmi devletin gerçekleşmesi yolunda çok gayretler sarfetmiştir.
O bu çalışmaları esnasında hiç bir zaman herhangi bir ırki taassuba düşmemiştir. Müslümanlar için muayyen bir toprağın olmayacağını esasta İslâmın tatbik edildiği yerin müslümanın vatanı olduğuna inanarak şöyle derdi:
"Irkçılık taassubu İslâm ümmeti arasındaki
irtibatı ve İslâmi ilişkileri kesmiştir."
İşte Hindistan'da yaşayan müslümanlar için müstakil bir İslâmi devletin olmasını, bu devletin inançta ve hedefte bütün müslümanları bağrına basması gerektiğini söyleyerek, Pakistan'ın kuruluşuna temel hazırlayanlardan birisi olmuştu.
İkbal'in çalışmalarının neticelerinden en önemlisi, kendisinin ölümünden yedi yıl sonra 1947 de Pakistan devletinin kurulması olmuştur. Çünkü bu devletin kurulmasıyla birlikte Hindistan'da bir taraftan hinduların zulmü altında ezilen, diğer taraftan İngilizlerin sömürgesi altında olan Hintli müslümanlar biraz olsun emniyete kavuşmuşlardı.
Pakistan İslâmın hükümlerinin tatbik edilmesi için kurulmuştu. Elbette orada müslümanların sözü geçmeli ve huzur bulmalıydılar. Gerçi Pakistan kuruluşundan şimdiye kadar bir çok olumlu aşamalar geçirmiştir ama henüz arzu edilen seviyeye ulaşmamıştır.
Pakistan'ın kuruluşu hakkında bir araştırmacının dediği gibi, kısa sürede devlet olan ve ıslah yolunda ilerlemeler yapan Pakistan'ın İslâm devleti olma gayretlerini küçümseyemeyiz.
Allah rahmet etsin. Amin...
Fethi Yeken