Mühim ve Mahrem bir Mesele ve Bir Velâyet Sırrı

Ahmet.1

Well-known member
İslam âleminde "Ehl-i Sünnet ve Cemaat" denilen, hak ve istikamet ehli olan büyük cemaat, Kur'an ve iman hakikatlerini istikamet dairesinde, sünnet-i seniyyeye noktası noktasına uyarak muhafaza etmiştir.

Veli zâtların büyük çoğunluğu o daireden çıkmış. Başka bir kısım veliler, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in bazı düsturları dışında ve usullerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım velilere bakanlar ikiye ayrıldı:

Bir kısmı Ehl-i Sünnet'in usulüne muhalif oldukları için onların veliliğini inkâr ettiler. Hatta kimilerini küfürle itham etmeye kadar gittiler.

Diğer kısım, onlara uyanlardır. Onların veliliğini kabul ettikleri için derler ki, "Hak, yanlız Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in yoluyla sınırlı değil." Bid'atçılardan bir topluluk oluşturdu, hatta dalâlete kadar gittiler. Bilmediler ki, hidayet ermiş her zât hidayete götüremez. Şeyhleri hatasında mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamaz.

Orta yolu tutan bir kısım ise o velilerin velâyetini inkâr etmedi, fakat yollarınıda kabul etmediler. Derler ki: "Usul dışı sözlerinde ya hâle mağlup olup hata ettiler ya da o sözler mânâsı bilinmeyen müteşabih(Mânâsı açık olmayan) ifadeler gibi, manevî bir sarhoşluk halinde söylenmiş ölçüsüz ifadelerdir."

Maalesef birinci kısım, bilhassa dış görünüşe bakıp hüküm veren âlimler, ehll-i sünnet yolunu korumak niyetiyle çok mühim evliyayı inkâra, hatta dinden çıkmakla itham etmeya mecbur kalmışlar. İkinci kısım olan taraftarları ise öyle şeyhlere çok hüsn-ü zan besledikleri için hak yolunu bırakıp bid'ata, hatta dalâlete girdikleri görülmüş.

İşte şu sırra dair, zihnimi çok zaman meşgul eden bir hal vardı: Bir zaman, bir kısım ehl-i dalâlete, mühim bir vakitte, kahrolmaları için beddua ettim. Bedduamın karşısına müthiş bir manevî kuvvet çıktı. Hem bedduamı geri çevirdi, hem beni bundan men etti.

Sonra gördüm ki, o kısım dalâlet ehli, hakka zıt icraatında manevî bir kuvvetin yardımıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor ve başarılı oluyor. Yanlız zorla deil; belki müminlerin bir kısmı velâyet kuvvetinden gelen bu arzuya kapılıp onları hoş görüyor, çok fena saymıyor.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşete düştüm. "Fesübhânallah!" dedim, "Hak yoldan başka velâyet bulunabilir mi? Bilhassa hakikat yolundakiler, dehşetli bir dalâlet cerayanına taraftar olurmu?" Sonra mübarek bir arife gününde, güzel kabul edilen bir İslam âdetince İhlâs sûresini yüz defa okudum, onun bereketiyle ve Allah'ın rahmetiyle "Mühim Bir Soruya Cevap" adıyla yazılan meseleyle beraber şöyle bir hakikat de aciz kalbime geldi. O hakikat şudur:

Fatih Sultan Mehmed zamanında yaşandığı rivayet edilen meşhur ve mânidar "Cibali Baba Kıssası"ndaki gibi, bir kısım veli zâtlar görünüşte muhakemeli ve akıllı da olsa meczupturlar. Bir kısmı da bazen uyanık ve akıl dairesinde görünür, bazen aklın ve muhakemenin dışında bir hale girer. Şunlardan bir sınıf, hak ile bâtılı karıştırır, ayıramaz. Manevî sarhoşluk halinde gördüğü bir meseleyi uyanıkken gerçekleştirir, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı Allah katında muhafaza altındadır, dalâlete gitmez. Diğer bir kısmı ise öyle değildir, bid'at ve dalâlet cereyanlarında bulunabilirler. Hatta kâfirler içinde bulunabileceklerine ihtimal verilmiştir.

İşte onlar geçici bir süre veya daimî meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmündedirler. Mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için yaptıklarından sorumlu değildirler. Ve sorumlu olmadıkları için hesaba çekilmeyecekler. Kendi meczup velilikleri devam etmekle beraber, dalâlet ehline ve bid'atçılara taraftar çıkar, mesleklerine bir derece kıymet kazandırıp uğursuz bir şekilde bir kısım müminlerin ve hak ehlinin o yola girmesine sebep olurlar.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Mektubat kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim.

(Mühim ve mahrem bir mes'ele ve bir sırr-ı velayet)
Âlem-i İslâmda Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur'aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine Sünnet-i Seniyeye ittiba' ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş'et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:

Bir kısmı ise, Ehl-i Sünnetin usûlüne muhalif oldukları için, velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.

Diğer kısım ki, onlara ittiba' edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: "Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaatin mesleğine münhasır değil." Ehl-i bid'adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki: Her hâdî zât, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünki meczubdur. Kendileri ise mazur olamazlar.

Mutavassıt bir kısım ise, o velilerin velayetlerini inkâr etmediler, fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: "Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hâle mağlub olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır."

Maatteessüf birinci kısım, hususan ülema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünneti muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan tarafdarları ise, o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için, hak mesleğini bırakıp, bid'ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.

İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müdhiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu, hem beni men'etti.

Sonra gördüm ki: O kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebr ile değil, belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizac ettiği için, ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. "Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi? Hususan müdhiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat tarafdar çıkar mı?" dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas'ı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle, "Mühim Bir Suale Cevab" namında yazılan mes'ele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar "Cibali Baba kıssası" nev'inden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczubdurlar. Ve bir kısmı dahi; bazan sahvede ve daire-i akılda görünür, bazan aklın ve muhakemenin haricinde bir hâle girer. Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir mes'eleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczubların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid'at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.

İşte muvakkat veya daimî meczub olduklarından, manen "mübarek mecnun" hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için, muahaze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid'aya tarafdar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş'umane bir sebebiyet verirler.

Said Nursi
 
Üst