İlim-irfan
Well-known member
Mevlâna Celâleddin, Mesnevi'de bir hikâye aktarıyor:
Adamın biri, bir gün Azrâil ile karşılaşıyor. Azrâil'in kendisine tuhaf baktığını görüyor. Adam korkuya kapılıyor ve Hz. İbrahim'e koşuyor. Azrâil ile karşılaştığını ve kendisine çok kötü baktığını söylüyor.
Kendisini bulunduğu yerden alıp Hindistan'a göndermesi için yalvarıyor. Hz. İbrahim rüzgâra buyuruyor, O'nu Hindistan'a götürmesini emrediyor. Rüzgar da o şahsı Hindistan'a götürüyor. Biraz sonra da Azrâil huzura geliyor. Hz. İbrahim:
- O garip adama niçin kötü baktın. Onun çoluğu-çocuğu var. Çok korkmuş, dediğinde, Azrâil:
- Ona tuhaf bakışımın nedeni, Allah (c.c); Ruhunu gidip Hindistan'da almamı buyurmuştu. Fakat, adam buradaydı. Onun için hayretle ona baktım, demişti.
Adam farkında olmadan ölüm yerini kendi isteğiyle seçmişti. Âdeta oraya ayaklarıyla koşmuştu. Adamın depremi işte orada gerçekleşmişti.
Kimbilir bizler nerede, ne zaman, ne şekilde ve ne tür bir yöntemle ruhumuzu sahibine iade edeceğiz? Hazır mıyız ölüme kıymetli okurlarım?
Hasan Basri Hazretleri anlatıyor:
- Azrâil (a.s.) hergün bir evi üç defa yoklar. Bunlardan rızkını bitirip, ömrünü tamamlayanın canını alır. Evdekiler de feryad-u figan ederler. Azrâil kapıya kollarını gererek:
- Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömrünü kestim. Boşuna ağlamayın. Ben devamlı olarak buraya gelip-gidecek hiçbirinizi bırakmayacağım, der.
Hasan Basri Hazretleri devamla:
- Eğer ev halkı Azrâil (a.s.)'i görse ve dediklerini duysalar, ölüyü unutur kendilerine ağlarlardı, diyerek Müslümanların ölüme dikkatlerini çeker.
Can tatlıdır. Ne yapalım ki, ilahi takdir onu dünyada süresi dolunca katına alır. Yoktur ölümün çaresi. İnsan, en bıkkınlığa ulaştığında bile yaşamak ister. Şu olayda olduğu gibi:
Fakirin biri dağdan sırtıyla odun taşıyıp geçiniyormuş. Bir gün çok yorulmuş. Ayakları çıplak, karnı aç durumdaymış. Dağdan yüklendiği odunları getirirken yorulmuş. Sırtını bir kayaya dayayıp:
- Ey Azrâil nerdesin be! demiş. (yani, canımı al da kurtulayım, demek istemiş.)
Bu söz üzerine Azrâil karşısına dikilmiş:
- Buyur, ben Azrâil'im. Bir arzun mu var? deyince; Adam:
- Çok yoruldum, şu odunlarımı kaldırıver, demiş.
Can bu kadar tatlıdır işte. İnsan en bezginliğe düştüğü an bile yaşama arzusunu muhafaza etme gayretinde olur.
Her şeye rağmen, ölümü unutmayacağız. Ev, denildi mi hemen mezarı hatırlıyacağız. O ev dediğimiz yerler, aslında konaklama mekânlarımızdır. Bir süre oralarda kalacağız. Ölüm ile asıl evimize taşınmış olacağız. Onun için mezarınızı şimdiden süsleyin. Ne ile süsleyeceksiniz? İman ile ihlâs ile ibâdet ile...
Konaklama yeri için bunca sıkıntıya değer mi?
Bunu bilmek lâzım...
Mevlüt Özcan - Milli Gazete
28/09/2009
Adamın biri, bir gün Azrâil ile karşılaşıyor. Azrâil'in kendisine tuhaf baktığını görüyor. Adam korkuya kapılıyor ve Hz. İbrahim'e koşuyor. Azrâil ile karşılaştığını ve kendisine çok kötü baktığını söylüyor.
Kendisini bulunduğu yerden alıp Hindistan'a göndermesi için yalvarıyor. Hz. İbrahim rüzgâra buyuruyor, O'nu Hindistan'a götürmesini emrediyor. Rüzgar da o şahsı Hindistan'a götürüyor. Biraz sonra da Azrâil huzura geliyor. Hz. İbrahim:
- O garip adama niçin kötü baktın. Onun çoluğu-çocuğu var. Çok korkmuş, dediğinde, Azrâil:
- Ona tuhaf bakışımın nedeni, Allah (c.c); Ruhunu gidip Hindistan'da almamı buyurmuştu. Fakat, adam buradaydı. Onun için hayretle ona baktım, demişti.
Adam farkında olmadan ölüm yerini kendi isteğiyle seçmişti. Âdeta oraya ayaklarıyla koşmuştu. Adamın depremi işte orada gerçekleşmişti.
Kimbilir bizler nerede, ne zaman, ne şekilde ve ne tür bir yöntemle ruhumuzu sahibine iade edeceğiz? Hazır mıyız ölüme kıymetli okurlarım?
Hasan Basri Hazretleri anlatıyor:
- Azrâil (a.s.) hergün bir evi üç defa yoklar. Bunlardan rızkını bitirip, ömrünü tamamlayanın canını alır. Evdekiler de feryad-u figan ederler. Azrâil kapıya kollarını gererek:
- Ne ağlıyorsunuz? Ben bu adamın ne rızkını yedim, ne de ömrünü kestim. Boşuna ağlamayın. Ben devamlı olarak buraya gelip-gidecek hiçbirinizi bırakmayacağım, der.
Hasan Basri Hazretleri devamla:
- Eğer ev halkı Azrâil (a.s.)'i görse ve dediklerini duysalar, ölüyü unutur kendilerine ağlarlardı, diyerek Müslümanların ölüme dikkatlerini çeker.
Can tatlıdır. Ne yapalım ki, ilahi takdir onu dünyada süresi dolunca katına alır. Yoktur ölümün çaresi. İnsan, en bıkkınlığa ulaştığında bile yaşamak ister. Şu olayda olduğu gibi:
Fakirin biri dağdan sırtıyla odun taşıyıp geçiniyormuş. Bir gün çok yorulmuş. Ayakları çıplak, karnı aç durumdaymış. Dağdan yüklendiği odunları getirirken yorulmuş. Sırtını bir kayaya dayayıp:
- Ey Azrâil nerdesin be! demiş. (yani, canımı al da kurtulayım, demek istemiş.)
Bu söz üzerine Azrâil karşısına dikilmiş:
- Buyur, ben Azrâil'im. Bir arzun mu var? deyince; Adam:
- Çok yoruldum, şu odunlarımı kaldırıver, demiş.
Can bu kadar tatlıdır işte. İnsan en bezginliğe düştüğü an bile yaşama arzusunu muhafaza etme gayretinde olur.
Her şeye rağmen, ölümü unutmayacağız. Ev, denildi mi hemen mezarı hatırlıyacağız. O ev dediğimiz yerler, aslında konaklama mekânlarımızdır. Bir süre oralarda kalacağız. Ölüm ile asıl evimize taşınmış olacağız. Onun için mezarınızı şimdiden süsleyin. Ne ile süsleyeceksiniz? İman ile ihlâs ile ibâdet ile...
Konaklama yeri için bunca sıkıntıya değer mi?
Bunu bilmek lâzım...
Mevlüt Özcan - Milli Gazete
28/09/2009