Cevap: On Dördüncü Reşha - Sayfa: 302
Ve saniyen: Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir ki, avâmın nazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki, nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtinâ etmesin. Binaenaleyh, cumhura olan hitabın en beliği, zahir, basit, sehl olmasıdır ki âciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki melûl olmasınlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler.
Ve salisen: Kur’ân mevcudatın ahvalinden ancak Hâlıkları için bahseder. Mevcudatın zâtlarına ait değildir. Bu itibarla, Kur’ân’ca en mühim, kâinatın Hâlıka nâzır olan ahvalidir. Fen ise, Hâlıkı işe katmıyor, kâinatın ahvalinden bizâtihâ bahsediyor. Ve keza, Kur’ân bütün insanlara hitap eder. Ve ekseriyetin fehmini mürâat eder ki, tahkikî bir mârifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fencilerle konuşur, avâmı nazara almıyor; avâm taklitte kalıyor. Bu itibarla, fennin tafsilâtını ihmal veya ipham, maslahat-ı âmme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn‑ı isabet ve ayn-ı hikmettir.
Ve rabian: Kur’ân bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir.
Hâlık: herşeyi yaratan Allah
| ahval: haller |
avâm: halk tabakası, sıradan insanlar | ayn-ı hikmet: hikmetin kendisi |
ayn-ı isabet: doğruluğun kendisi | azamet-i kudret: Allah’ın kudretinin büyüklüğü |
bedihî: açık, aşikâr | beliğ: maksada en uygun olan |
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesi | belâgât-ı irşadiye: doğru yolu göstermek için sözün muhataba ve amaca uygun olarak söylenmesi |
binaenaleyh: bundan dolayı | bizâtihâ: kendileri için |
cumhur: çoğunluk | efkâr-ı âmme: halkın fikir ve düşünceleri, kamuoyu |
ekseriyet: çoğunluk | fehim: anlayış, kavrayış |
fen: bilim | fenci: bilimle uğraşan, bilim adamı |
hilkat: yaratılış | hitab: konuşma |
hitap etmek: konuşmak | ibraz etmek: göstermek |
icab: gerektirme, lüzum | icbar: zorlama |
icmâl: özet, kısaltılmış | ihmal: önemsememe, göz ardı etme |
ihtiva etmek: içermek | ika: düşürme |
imtinâ: çekinme, yapmama | ipham: gizleme, üstü kapalı bırakma |
irşad: doğru yolu gösterme | itibar: özellik |
itibarla: özellikle | keza: bunun gibi |
kâinat: evren | lâzım: gerekli |
maslahat-ı âmme: herkesin faydası | melûl: usanmış |
menfaat-i umumiye: herkesin yararı, umumun menfaati | mevcudat: var edilenler, varlıklar |
meşhud: görünen, bilinen | mihver: eksen, yörünge |
mugalâta: demagoji; aldatmak maksadıyla yanlış sözler söyleme | muhtasar: kısa, özet |
mâhiyet: öz nitelik, özellik | mârifet: Allah’ı tanıma, bilme |
mâruf: bilinen, tanınmış, belli, meşhur | mücmel: kısa, kısaca |
mükâbere: büyüklük taslayarak bile bile doğruyu kabul etmeme, inkâr etme | mürâat etmek: gözetmek |
nazar: bakış, bakış açısı, düşünce | nazara almak: göz önünde bulundurmak |
nazaran: bakarak, –göre | nizam: düzen |
nâzır: bakan | rabian: dördüncü olarak |
salisen: üçüncü olarak | saniyen: ikinci olarak |
sehl: kolay | tafsil: ayrıntı |
tafsilât: ayrıntılar | tahkikî: delillerle doğrulanmış, araştırmaya dayanan şekilde |
taklit: hakikatini araştırmadan kabul etme | tağyir: değiştirme |
tenvir: aydınlatma | tenvir etmek: aydınlatmak, ışıklandırmak |
tevahhuş: korkma, ürküntü | vazife-i asliye: asıl görev |
zahir: açık, görünen | âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen |
âlem: dünya, evren | âmme: umum |
şems: güneş | şe’n: bir şeye ait ve lâyık olan şey; belirleyici nitelik |